31 Temmuz 2012 Salı

Kategori


Hayvanlardan bahsederken hepsini aynı kategori altında, 'hayvan' olarak nitelediğinizde, onları zaten kafese tıkmış olursunuz. Hayvanlar arasında büyük farklar vardır, hepsi tek bir kategoriye sığmaz. Hayvan diyerek maymun ile karıncayı aynı kategoriye almak şiddet içeren bir yaklaşımdır. İnsanlar dışındaki tüm canlıları tek bir kategoride toplamak, her şeyden önce aptalcadır. Teorik açıdan saçmadır bu ve insanların hayvanlara uyguladığı şiddetin bir yansımasını ortaya koyar. Bu, bizi mezbahalara, sınai faaliyetlere ve hayvanların tüketimine götürür. Tüm bu şiddet, bu kavramsal indirgeme eğiliminde, genel olarak hayvanların tümünden bahsederken göz önüne serilir. Dile dikkat ediyorsam hayvanlardan bahsetmem; "spesifik olarak şu hayvandan" veya "bu hayvandan" bahsederim. Bu ayrımı pek çok filozof yapmıyor; önyargıları sürdürüyorlar. Yazarları değil, filozofları kastediyorum.

Jacques Derrida, 'hayvan' tanımına dair yaygın eğilimleri hedef alıyor. Felsefe öğrenimi görmüş yazar Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek'te şöyle diyor:

Belki "et" yoktur. Onun yerine bu hayvan vardır: bu çiftlikte büyütülmüş, bu tesiste kesilmiş, bu yoldan satılmış ve bu şahıs tarafından yenmiş olan - mozaik gibi, birbiriyle bütünleşmekten uzak ve her biri diğerinden farklı.

Etin öyküsünü böyle anlatmayı denesek ne olurdu? Tanımları değiştirmek, insan kavramını yeniden ele almak için çok mu geç?

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Tanım


Haftaya havadislerle başlayalım: Etgar Keret'in Nimrod Çıldırışları, perşembe gününden itibaren raflarda, ayrıca Hayvan Yemek önümüzdeki haftadan itibaren e-kitap formatıyla karşınızda olacak. Hayvan Yemek demişken, tabaklarımızda sık sık boy gösteren bir 'yenen hayvan'dan, koyundan biraz bahsedeyim; TDK, koyun maddesinde şöyle diyor:

Koyun

(I) a. 1. hay. b. Geviş getirenlerden, eti, sütü, yapağısı ve derisi için yetiştirilen evcil hayvan (Ovis aries). 2. mec. Verilen buyruklara uyan, kendi kişiliğini gösteremeyen kimse.

Foer, Hayvan Yemek'te et yemenin öyküler anlatmak ile doğrudan ilişkili olduğunu söylüyor ya; bizlerin hayvanları tanımlama biçimi, kafadan kendimizi onlardan ayrı ve üstün görmemizi dikte ediyor. Koyun tanımı, insanın koyun üzerinden giderdiği ihityaçlarla şekilleniyor.

Bir de hayvan tanımına göz atalım:

Hayvan

a. 1. Duygu ve hareket yeteneği olan, içgüdüleriyle hareket eden canlı yaratık. 2. sf. mec. Akılsız, duygusuz, kaba, hoyrat (kimse). 3. hkr. Kızılan bir kimseye söylenen bir söz. 4. hlk. At, eşek, katır gibi türlü hizmetlerde kullanılan yaratık.

Önce söz vardı düsturu, sözden sonra gelen icraatlara bakıldığında, gayet yerinde bu örnekler karşısında. Eh madem öyle, o zaman farklı bir koyun öyküsü anlatalım bizler de, Barometz'in öyküsünü...

Barometz, Borges'in Düşsel Varlıklar Kitabı'nda geçen bir bitki; öyle bir bitki ki bu tadı kuzuya benziyor. Borges şöyle diyor: "Öteki canavarlar çeşitli hayvan türlerinin bileşiminden yaratılır, oysa Barometz'de hayvanlar ve bitkiler alemi tek vücutta buluşmuştur." Diğer söylenceler Barometz'in meyvesinin koyun olduğunu, bitkiden koparılırsa öleceğini öne sürüyorlar; bunlara göre Barometz'in koyunu, bitkiye göbek bağı benzeri bir kordonla bağlı ve bitkinin çevresindeki yeşilliklerle besleniyor. Yeşillikler tükendiğinde ölen meyveyi/koyunu yerseniz, tadı bala benziyor. Yününden yararlanılan meyveyi/koyunu yemek isteyen iki etobur mevcut sadece: insan ve kurt.

Barometz'in öyküsü bir tuhaf gerçekten ve kaynaklar, Orta Asya söylencelerine işaret ediyor. Doğanın bütünlüğünü, kendi doğasını ve doğada iç içe geçmiş yaşamları yadsımak için elinden geleni ardına koymayan, dili bu uğurda kullanan canlılara insan diyoruz dersek, karşı çıkmak mümkün olur mu sizce? İkna olmadıysanız TDK'nın insan tanımına bir göz atın ve hayvan tanımı hareket yetisi, duygu ve içgüdülere indirgenmişken insanın kendine layık gördüğü üstün niteliklere katılıyor musunuz, bir düşünün.

Yazıyı yine Düşsel Varlıklar Kitabı'nda yer alan Adamotu maddesinden alıntı ile kapatalım:

"Toprağın içindeki bir kökten, sicim gibi bir şey uzanır, kordona kabak ya da kavun gibi göbeğinden bağlı hayvan yadu'a diye bilinir; oysa yadu'a her bakımdan -yüzü, bedeni, elleri ve ayakları- insana benzer. Kordonunun menziline giren çevresindeki her şeyi söker, yok eder."

(Düşsel Varlıklar Kitabı, Jorge Luis Borges. Mitos; çeviren: Bora Komçez. Görselde, graffiti sanatçısı Blu'nun İspanya'daki işlerinden biri, vejetaryenliğe davet niteliği taşıyor. Devamı için, bkz. burası.)

27 Temmuz 2012 Cuma

Film


Nick Cave'in The Wettest Country in the World adlı Matt Bondurant romanından senaryoya uyarladığı John Hillcoat yönetmenliğindeki Lawless, IMDB verilerine göre Ağustos sonunda Türkiye'de vizyona giriyor. Cannes'da görücüye çıkan filmin senaryosunun, Cave'in Murder Ballads albümünü anımsatan lirik ve karanlık bir akışı olduğunu okudum bir yerlerde, artık izleyecek ve göreceğiz, yeter ki dağıtıcı firma filmi bu diyarların izleyicilerine layık bulsun. Bu arada Johnny Depp'in, yine bir müzisyenin kitabının hazırlığında görev aldığını, yeni yayımlanacak Woody Guthrie romanının editörlüğünü üstlendiğini söylemiş miydik? O zaman söylemiş olalım.

(Yukarıda Nick Cave, son romanı Bunny Munro'nun Ölümü'nden bir bölüm okuyor. Aşağıda Lawless'ın tanıtım videosu. İyi tatiller!)

26 Temmuz 2012 Perşembe

Öldür!


"Isolina, dedi kızına, "büyüdün artık, tavşan pişirmeyi öğrenmenin zamanı. Önce öldür, derisini yüz, sonra nasıl pişireceğini gösteririm ben sana."

Isolina, gönül hikayeleri yayımlayan bir gazete okuyordu.

"Olmaz," diye homurdandı, "sen öldür, derisini yüz, ben de gelir nasıl pişirdiğine bakarım."

"Aferin sana!" dedi annesi."Benim yüreğim kaldırmıyor hayvan öldürmeyi. Aslında çok kolay, kulaklarından tutup ensesine hızla vuracaksın. Derisini nasıl yüzeceğimizi düşünürüz sonra."

(Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler, Italo Calvino. Çeviren: Rekin Teksoy, YKY, 2012. Görsel, Kate Kretz'e ait bir dokuma. Yemek mi? Nasıl yemek? Yemek konulu soruları sizlere havale ediyorum.)

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Arz


Biliyorsunuz trend diye adlandırılan eğilimler, hayatın her alanında mevcut, öyle ki ideolojilerden tutun tatil yeri tercihlerine varana değin pek çok tercih bu trendler sayesinde gelişiyor. Global kitap aleminde son büyük trend, şimdilerde 50 Shades of Grey adlı kitabın ekseninde gelişmekte - kitap, Harry Potter'dan bu yana en çok satan kitap olmakla beraber, 'anne pornosu' diye adlandırılan tuhaf erotika akımının da yükselmesine yol açtı. Şimdiye değin bu kitabı ve ardından gelen, devamı niteliğindeki kitapları burada anmadım çünkü gelip geçici olacaklarına inanmak istedim - gelin görün ki Alacakaranlık serisinin hayranı olan Avustralyalı bir ev kadının kaleme aldığı (en azından bize anlatılanlar bu yönde) bu tuhaf kitaplar müthiş bir satış başarısına ulaştıkları gibi sinemaya da uyarlanmaktalar ve önümüzdeki yl boyunca yarattıkları rüzgara kapılıp peşlerinden pek çok muadil getireceklerini kestirmek gayet olası. İşte ilki: Erotik Klasikler! Eğer siz de Uğultulu Tepeler'i ya da Anna Karenina'yı okurken seks sahnelerinin eksik kaldığını düşünüp hayıflananlardansanız, müjde! Klasikleri yeniden kaleme alınmış versiyonlarıyla okumanız an meselesi. Daha evvel zombiler aşkına yeniden kaleme alınan Jane Austen'ın Aşk ve Gurur'u bu yolda ilk örneklerden olmuş, bu defa erotik muameleden geçecek ilk kitaplardan biri - malum, telifi yok, kadın erkek ilişkileri üzerine eğiliyor ve bolca diyalog ve tasvir barındırmanın yanı sıra ilişkiler tamamen platonik, bu iş için biçilmiş kaftan sayılır, değil mi? Jane Austen'dan pek hazzetmem sevgili okur, bir öyküyü yeni biçimlerde anlatma olasılıklarını da heyecan verici bulurum ama bu iş, nasıl desem, gerçekten de sinir bozucu bir boyuta varmış durumda sanki - yine de birileri muhakkak arz-talepten bahsedecek, klasikleri eğip bükmenin post-postmodern zamanlara has bir niteliği olduğunu söyleyecektir. Her neyse, ne diyelim, sonuçta kitap kitaptır ve her kitabı okumak isteyecek, her kitapla iyi vakit geçirip hoş bir bağ kurabilecek okur mevcuttur, dolayısıyla bize fazla söz söylemek düşmez. Yazıyı, şairin dizeleriyle bağlayalım biz en iyisi, ötesi boş:

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar.


(Görsel, Louise Bourgeois.)

24 Temmuz 2012 Salı

Kucak


Soru: Eleştirmenler yazın tarzınızı betimlerken şiddet dolu ifadeler kullanıyorlar. "Sizi şöyle çevirip kafanızın arkasına bir tane indiriyor" (Tikkun) - "Buza beyzbol sopasıyla vuruyor gibi" (The Forward.) Kendi eleştirilerinizi yazıyor olsaydınız siz hangi ifadeleri kullanırdınız?

Etgar Keret: "Aromatik yağlarla masaj yapıyor?" "Kıllı sıcaklığıyla hepinizi kucaklıyor?"

Galiba bu işi beceremiyorum ben.

(Barnes and Noble soruyor, Etgar Keret cevaplıyor. Keret'in şahane öykü kitabı Nimrod Çıldırışları, kısa süre sonra raflarda olacak; yeni kitap ve diğer Keret sürprizleri için Eylül sonunu bekleyin! Görsel, Banksy imzasını taşıyor ancak kim bilebilir?)

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Şaka!


Geçen hafta ABD'nin Colorado eyaletindeki Batman gösterimi sırasında vuku bulan saldırıya dair haberleri takip etmişsinizdir; saldırgan, pek çok insanı öldürüp yaraladıktan sonra rivayete göre 'Ben Joker'im,' beyanında bulunmuş. Ben haberi veren kaynakların yalancısıyım ya, neyse, kurmaca ile hayatın arasındaki sınırlardan bahseden pek çok yazı yazdık burada, bu vahim olaydaki kurmaca boyutunu es geçemedim. Silahlanmanın yeni bir çift ayakkabı edinmek benzeri prosedürlerle gerçekleştiği bir diyarda böyle bir saldırının vuku bulması pek şaşırtıcı değil aslında; henüz birkaç ay önce, bu defa Miami'de, yeni bir tür uyuşturucunun etkisi altında olduğu düşünülen bir adam, evsiz bir kişiyi yediği sırada yakalanmış ve polis tarafından altı kere vurulmak suretiyle öldürülmüştü - görgü tanıkları, yine kurmacadan yardım alarak, gerçek 'Hannibal Lecter'i izlediklerini hissettiklerini, olayın Walking Dead dizisinden bir sahneyi andırdığını vs. söylemişti. (Epey evvel, yine Hannibal Lecter'i konu alan Red Dragon filminin Almanya gösteriminde bir izleyicinin 'heyecanlanıp' önünde oturan kişinin kulağını ısırarak kopardığına dair bir gazete haberi okuduğumdan da eminim ancak google üzerinden doğrulamayı başaramadım.) Her neyse, tuhaf mı tuhaf, ama rüya ile gerçeğin, soyut ile somutun ne zaman, ne şekilde etkileşime geçeceği belli olmuyor; anlattığımız hikayeler, bir yerden sonra, bizleri de içlerine katarak başka hikayeler, başka kurgulara kapılıp sürükleniyor, gerçek hep kurmacadan yardım almak, onun ışığında filizlenerek dallanıp budaklanmak zorunda kalıyor. Malum, Goethe yazarak kendini sağalttığını idda ettiği romanı Genç Werther'in Acıları'nı yayımladıktan sonra (1774) Almanya'dakiler başta olmak üzere kitabın tüm okurları arasında bir intihar salgını gerçekleşmiş, Goethe büyük ihtimalle İtalya'da 'keyif çatarken' kitabın okurları akın akın intihar etmeye başlamıştı - psikolojide bugün -elbette ki kurmaca bir karakter olan- Werther'in adıyla anılan Werther etkisi adlı fenomen, ilk olarak 1974 yılında Amerikalı psikolog Dave Phillips tarafından adlandırlmış ve Genç Werther'in Acıları'nın yayımlandığı sene, kitapla ilişiği olan intiharların sayısının 2000'in üzerinde olduğu iddia ediliyor. Kitabın etkisi sadece intiharlarla sınırlı değil tabii; Werther'in cart sarı pantolonu ve kuyruklu mavi ceketi de, dönemin erkek modasına damgasını vurmuş, hatta etkileri Uzakdoğu'ya, ta Çin'e değin uzanmış ve döneme ait Çin porselenlerinde Werther ve umutsuzca aşık olduğu Charlotte'nin betimlemelerine rastlanmış. Her neyse, kurmaca ile hayatın, hayat ile kurmacanın ayrılmaz bir bütün olduğundan bahsediyorduk; hangisinin nerede bitip nerede başladığını kestirmek epey güç kimi zaman, öyleyse anlattığımız ve kulak verdiğimiz öyküleri önemsemek gerek - sayfada, perdede durduğu gibi durmayıp karşınıza atlayıvermeleri an meselesi olabilir. Sahi ne anlatıyorduk biz? Joker olduğunu iddia eden saldırgandan bahsetmiştik; Joker -ki İngilizcede şakacı anlamına gelir ve çeşitli mitolojilerde Şeytan, Pan, Kokopelli, Anansi, Coyote gibi folklorik karakterlere dair kolektif anlatılarda yansımalarına rastlanabilir- bu saldırı öyküsünün temel motifi gibi duruyor şimdilik, yeni öyküler anlatılana değin elimizdeki en iyi öykü bu ve ne yazık ki, oldukça hazin ve dehşetli.

(Görsel: Marcos Saboya ve Gualter Pupo, Kitap Labirenti.)

20 Temmuz 2012 Cuma

Esteban


Oscar Wilde sordu, Morrissey cevapladı... Kaçıranlar için Glastonbury seti aşağıda. Zülal Kalkandelen söyleşisi ise burada.


İyi tatiller!


19 Temmuz 2012 Perşembe

Sevgili...


Bugün günlerden Morrissey, sevgili blog okuru... Sanatçının eski bir mektup arkadaşı, yazışmalarının bazısını toplayıp fotokopileyerek isteyenlere bu adresten gönderiyor, anladığımız kadarıyla Morrissey, oldukça sivri dilli ve keyifli bir mektup arkadaşı, karşısındakine çeşitli isimlerle hitap ediyor, kendi mektuplarını Ronald Reagan, Natalie Wood veya Oscar Wilde diye imzalıyor. Şimdi yeni kuşaklar bilmez elbette ama bir zamanlar, mektup arkadaşlığı -Internet'ten önce ve küreselleşme henüz bir hayalken- bir çok gencin uzak kıtalarla bağlar kurmasını, abuk sabuk mektup kağıdı koleksiyonları vs. yapılmasını sağlamış bir fenomendi, heyhat, medeniyet sayesinde bugün couch surfinge falan varmış noktadayız. Her neyse, ben Morrissey'in (Estaban mı demeli?) mektuplarından birkaç pasaj aktarıp kendimi akşamki konsere hazırlamaya gidiyorum.

Sevgili Şahıs,

Orada bir yerlerde bir başka ruhun olduğunu bilmek güzel, orası Glasgow olsa bile. İskoç olmak canını sıkıyor mu? Manchester, eğer yatalak ve sağır dilsiz isen, gerçekten sevimli bir yer. Ben mutsuzum, umarım sen de mutsuzsundur.

Sefaletle,

Steven

...

Sevgili Paganini,

Mektubun için teşekkür ederdim ama neden teşekkür edeyim, sen benim mektubum için teşekkür etmemişsin. Ve lütfen bana Steve diye hitap etme; Biyonik Adam'ı hatırlatıyor ve ben kendisine hiç benzemem. Stephen diye hitap edilmekten dahi kötü bu; o da sümüklü birilerini çağrıştırıyor. Saçmalıyor muyum? Aslında Steven isminden de nefret ediyorum ama buna şimdi girmeyeceğim.

Rab de tuhaf bir isim... Rabid'in (Kuduz) kısaltması olmasın?

...

Sevgili Sir Laurence,

Son mektubumun hoşuna gitmesine sevindim. Yazdığım her kelimeye bayıldığını neden kabul etmiyorsun? Zaman kaybetmemiş olurduk böylece. Senin mektubun hakkında söyleyebileceğim en iyi şey, var olduğu.

...

Aşağıda, yolda yürürken ayakkabıların ucuna bakma hadisesinin başlangıç noktası, son kayıp kuşağın Sinatra'sı Morrissey, büyümekten bahsediyor.



18 Temmuz 2012 Çarşamba

Yabancı-laş-ma


Sahi yazın ne okunur? Bu, öyle İsviçreli bilimadamlarına sorup yanıt alabileceğimiz bir soru değil maalesef; gerçi bu durum, pek çok şey için geçerli... Her neyse, Dave Eggers, -ki yeni kitabı Hologram for the King'i bugünlerde okumaktayım ve sizler de önümüzdeki aylarda okuyacaksınız sanıyorum- kendi favorilerini şöyle sıralamış:

1. Boşlukta Sallanan Adam, Saul Bellow. (Okuyanus yayımlamış, ancak tükenmiş görünüyor, yine de sahaflarda arayabilir, arayış sırasında başka mücevherlere rastlayabilirsiniz. Olmadı İletişim'den çıkan diğer Bellow güzelliklerine bir göz atın.)

2. Esirgeyen Gökyüzü, Paul Bowles. (Eski ancak eskimeyecek bir çağdaş klasik.)

3. Satıcının Ölümü, Arthur Miller. (Mitos Boyut.)

4. Bulantı, Jean Paul Sartre. (İşte bu, kanımca, yaz kaynaklı yabancılaşma ve bunaltı yaşayan bünyelere birebir.)

5. Something Happened, Joseph Heller. (Türkçesini bulamadım ama yazarla tanışmak isterseniz Madde 22'yi de ben öneririm.)

Yukarıdaki görselde İsviçreli bilimadamlarını değil, Andy Warhol ve şürekasını görüyorsunuz. Şu makaleye göre, Warhol yalnızca donmuş yiyeceklerin ısıtılarak servis edileceği bir restoran açma hayali kurmuş, ancak gerçekleştirmemiş. Warhol, meğer restoranlarda yemek yerken rahatsız olur, tabağındakileri paketletip yolda gördüğü evsizlere verirmiş. Restoranlarda yabancılaşmadan mustarip olan Warhol'un yemek yerken pek çok kamera kaydı mevcut yalnız, belirtelim.

Benim kendi listelerim Eggers'ınkinden oldukça farklı ama kendi okuduklarım kadar, başkalarının da ne okuduğunu da merak ediyorum sevgili okuyucu. Ya siz bu yaz neler okumaktasınız?

17 Temmuz 2012 Salı

Firar


Son olarak yaz kitaplarından biraz bahsedip ortadan kayboldum sevgili blog okuru; plaj, güneş, yaz kalabalığı vs.den pek hazzetmesem de bir iki günlüğüne ıssız bir diyara kaçıp kafamı boşalttım ve şimdi tekrar huzurlarınızdayım. Kendimi halen uzayda gibi hissetmekle beraber, hoş bir huzur duygusu içindeyim. Her neyse, döner dönmez Elif Şafak'ın Guardian'a yazmış olduğu makale ile karşılaştım; Şafak, makalesinin konusu gayet önemli olmasına rağmen aslında pek bir şey demeden bir şeyler söyleme sanatını ustalıkla kotarmakta yine, gerçi bir süre önce Telegraph adlı gazetede de şöyle bir yazı yer almıştı ki özetlemeye hacet dahi yok, ancak şunu söyleyelim, bu makale Şafak ile görüşen gazeteciye yanaşan kafe çalışanının, "İçeri (Elif Şafak) girdiğinde, hayatımın en şanslı günü bugün dedim," beyanıyla bitiyor, okumakta olan bizleri kara kara düşünmeye sevkediyordu... Bir zamanlar Beyoğlu duvarlarını süsleyen anlamsız bir grafitti var idi: Algı Patlaması Solucan. Her neyse, bahis konusu makalenin bende bu sloganı çağrıştırmasının da bir hikmeti olsa gerek, sadece firar sonrası zihin karmaşasından değildir herhalde.

Birkaç günlüğüne kaçtım dedim ya, bir zeytin ağacının gölgesinde kıvrılıp sessizliği dinlerken yaz kitaplarını düşündüm biraz; biliyorsunuz, yazın 'hafif' kitaplar okunması gerektiğine dair oluşmuş bir kanı var - hoş, kim ne okumak isterse onu okur, orasına diyecek söz yok ancak kanımca yaz, zamanın her zamankinden biraz daha yavaş aktığı, dolayısıyla 'kafanın' koşturmaca ile geçen günlere kıyasla biraz daha berrak olabildiği bir mevsimdir. Yani yazın, ister hafif ister ağır olsun, hele de açık havada okuduklarınızı hazmederken bünyeniz, sanki biraz daha misafirperver bir tavır takınır; dolayısıyla yeniliklere de, eğlenceye de, oyunlara da, kısaca her şeye diğer zamanlardan biraz daha açık sayılır. Bu aralar, yukarıdaki resimde dev bir oyuncak ayı ile poz vermiş olan Edward Gorey'nin çocuk kitaplarını devirmekteyim; çocuk kitabı deyip de geçme sevgili okuyucu; Gorey, kişinin ancak çocukken hissedebileceği çiğlikte dehşet manzumeleri döktürmüş, bunla da kalmamış, bir de resimlemiş ki bu kült yazarı ve en hafif deyişle acayip denecek kitaplarını şiddetle, tam da bugünlerde, sıcağın buğusuyla titreyen zihinlere şiddetle tavsiye ederim.

Bu arada firarda olduğumdan yazamadım, dün, efsanevi roman karakteri Holden Caulfield'in insan içine çıkmasının yani Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın yayımlanmasının 61.ci yıldönümü idi - Pinterest sayfamızı takip ettiyseniz belki görmüşsünüzdür, grafitti dedik ya, bir süre önce Bağdat Caddesi'nde Holden illüstrasyonlarından yola çıkan stenciller saptamıştık. Aşağıdaki görselde bir başka sanatçının işini görüyorsunuz; Dinah Fried, kurmaca yemeklere yönelik bir çalışma gerçekleştirmiş; bu uydurmaca isimli sanatçının işlerinin devamını burada görebilir, Holden ve Salinger ya da diğerleri onuruna kendinize aynı mönüyü hazırlayabilirsiniz. Her neyse, yazıyı bağlarken ekleyelim (biraz sayıklama tadındaydı ya neyse, yazı demek doğru olmaz) - yazın hükmü kendine aslında, ötesi laf gerçekten, kitaplar, muhtemelen size bir kol uzaklığında yalnızca ve nerede, hangi gizli güzelliği, nasıl keşfedeceğiniz hiç ama hiç belli olmaz, unutmayın.


Hoş geldim.




(Yukarıdaki görsel, Flavorwire'dan alınma. Holden'in yemeği ve Dinah Fried'ın diğer işleri için bkz. burası. )

13 Temmuz 2012 Cuma

Unutuş

Hazır yaz geldi; seyahate çıkma, plajlara dolma, deniz kıyısında kitap okuma zamanı başladı. Blog yazarınız olarak yaz kitabı denen mefhumdan hazzetmemekle beraber kalabalık plajları da, yaz adı altında dayatılan basmakalıp eğlence biçimlerini de pek sevmiyorum... Ancak şu kadarını söyleyebilirim; yaz, insanın, biraz yavaşladığı, kendini hafiften akışa bıraktığı ve dolayısıyla karşısına çıkan sürprizli kitapları okuduğu mevsimdir. Bu minvalde, yani kendimi tesadüflere bırakarak, geçen hafta Monokl'dan çıkmış Tavşan Deliğinde Fiesta adlı leziz bir novella okudum ve sizlere de şiddetle tavsiye ederim. Bu kadar hayvan temalı yazının ardından bir de başka yaz önerisi gelsin öyleyse: Timbuktu, Paul Auster. Aslında öneriler çokça, ama şimdilik bu kadarıyla yetineceğim.

Aşağıda Jonathan Safran Foer'in Hayvan Yemek için çektiği tanıtım videosu var - Foer, kitabın vejetaryenlikle değil aileyle ilgili olduğunu vurguluyor; ne yediğimiz ve bizim için önemli olan insanlara ne yedirdiğimizle ilgili. Ben biraz daha ileri gidip Hayvan Yemek'in unutuşla ilgili olduğunu söyleyebilirim; eyleme geçirdiğimiz pek çok sey içinde aklımıza getirmediklerimiz, düşünmemeye çabaladıklarımızla ilgili. Unutmak psikolojik bir rahatlama mekanizması olabilir çoğu zaman ama böylesine kapsamlı bir unutuş, eninde sonunda, kendimize dair bir şeyleri de gölgede bırakmayı, merhameti, vicdanı ve eylemlerimizin sonuçlarını göz ardı etmeyi elzem kılar diyor Foer. Sonra mı? Sonrasında, tercihiniz ne olursa olsun onunla yaşamak gerekir. Güzel bir hafta sonu geçirmenizi dilerim.


12 Temmuz 2012 Perşembe

Arena


... hayvan dövüştürmek popüler kültürün bir parçasıydı. İspanya ve Fransa'da hala süren boğa güreşleri, geçmişte olanlar hakkında yalnızca bir ipucu verebilir. İngiltere'deki arenaların çevresinde yapılan kazılarda bulunan kemiklerin kanıtladığı gibi, bu gösterilerde çoğunlukla küçük boz ayılar ya da siyah ayılar kullanılıyordu. Kutup ayılarının da yer aldığı dövüşlerin yapıldığını gösteren kanıtlar da bulunmaktadır.

(Alıntı: Bernd Brunner, Ayılar. Çeviren: Servet Yeşilyurt, E Yayınları. Görsel: Chagall. Avlanan, gösterilerde yer almaya zorlanan, kızaklara koşulan ve hayvanat bahçelerine kapatılan ayılar... İlk oyuncak ayı ne zaman ortaya çıkmış dersiniz? 1902 yılında, Amerika'da. Brunner'in kitabı, hayvanlara zulmederken onlara bir yandan da fetiş statüsü kazandıran insanların ayılarla ilişkisini konu alıyor. Hayvanlardan bahsederken çelişkiden uzak durmak, mümkün olmuyor.)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

İmtihan


Geçen hafta edebiyat kaynaklarını takip ettiyseniz kaçırmış olamazsınız; Ernest Hemingway'in Silahlara Veda için 47 farklı son yazdığı ve Scribner'ın hazırladığı yeni edisyonla bu romanın tüm sonlarını içerecek şekilde yayımlanacağı açıklandı. Yanlış anlaşılmasın; bu, sonunu kendi tercihleriniz doğrultusunda seçeceğiniz romanlardan değil; postmodern bir dokunuş olduğu da söylenemez çünkü yazarın tercihleri devrede degil - bu edisyon, Silahlara Veda hakkında bir belgesel niteliği taşıyor daha çok. Öyküler anlatmaktan bahsedip duruyoruz ya; işte buyrun, bir öykü nasıl anlatılır temalı inceleme-araştırma fırsatı...

Julie Bosnan imzalı NY Times makalesi, son yıllarda Hemingway'in 'içkiciliği'nin vurgulandığını (bkz. Paris'te Gece Yarısı, Woody Allen) ve bu yeni edisyon sayesinde yazarın yazma sürecinin açığa çıkacağını belirtiyor. Makaleye göre kimisi 2 satır, kimisi de bir paragraf uzunluğunda olan sonlardan bazıları şöyle:

Son 7: Ölümden başka son yoktur ve yegane başlangıç dünyaya gelmekle olur.

Son 34 (F. Scott Fitzgerald'ın önerisi): Dünya kırar herkesi ve kıramadıklarını öldürür.

Roman için düşünülmüş bazı alternatif isimler de şöyle: Savaş Zamanı Aşk, Yaralara ve Diğer Emellere Dair, Büyü. (Burada ister istemez bir Seinfeld bölümü geliyor aklıma: Bir yayınevi için editörlük yapan Elaine'e Jerry, Savaş ve Barış'ın adının aslında Savaş, Ne İşe Yarar (War, what is it good for?) olduğu yönünde işletir; Jerry'ye inanan Elaine hayli huysuz bir Rus yazara bu konuda ahkam keser ve olaylar klasik Seinfeld usülü anlamsızca sarpa sarar... O kadar da uçuk değilmiş demek ki.)

Yukarıdaki resimde Hemingway'i şen bir halde dev ve ölü kılıçbalıkları ile poz verirken görüyorsunuz... İhtiyar Adam ve Deniz'in yazarının, öyküyü bir de kılıçbalığının perspektifinden anlatmayı düşünüp düşünmediği meçhul. Balığın perspektifini merak ediyorsanız, bir başka balığın elbette, o zaman bkz. Sait Faik, Sinarit Baba.

"Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinarit baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi."

Tabaklarımızdakilerin öyküleri?

10 Temmuz 2012 Salı

Bedbaht

"Bir tren katarının mezbaha önünde durduğunu gördüm. Zavallı hayvanlar korku içinde dışarı çıkıp taş döşemelerin üstünde yürümeye başladılar. Bellerine bir deste bıçak bağlanmış kanlı önlükleriyle adamlar gelip gidiyordu. Her yerden kan akıyordu. Korkudan çılgına dönmüş koyun ve kuzuları kesiyorlardı orada... Bir inek ve buzağısı katillere teslim olmuş ve bedbaht başlarını birbirlerine dayamışlardı."

(Alıntı: Piyer Lörmit. Sâdık Hidâyet'in Vejetaryenliğin Yararları adlı kitabından. Çeviren: Mehmet Kanar, YKY. Görsel, yok.)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yalnız


Geçen hafta hayvanlardan bahsettik epey, insanların hayvanlarla olan ilişkisinden vs... John Berger'in 'Why Look at Animals'ını karıştırırken (Güney Sudan'dan) bir Nuer öyküsüne rastladım, haftaya onunla başlamak isterim: İnsan da dahil olmak üzere bütün canlılar ilk başta dostça, hep beraber yaşıyordu. Kavga, Tilki'nin Mongos'u Fil'in suratına sopa fırlatmaya ikna etmesiyle çıktı. Kavga sonucunda hayvanlar ayrılıp her biri kendi yoluna gitti ve şimdi nasıllarsa öyle yaşamaya ve birbirlerini öldürmeye başladılar. Önceden ormanda bir başına yaşayan Mide, insanın içine yerleşti. İnsan artık hep açtı. Dışarıda olan cinsel organlar da kadın ve erkeğe dahil oldular ve bu ikisi böylelikle birbirini arzulamaya başladı. Fil, insana darı öğütmeyi gösterdi; insan da böylece biteviye çalışarak açlığını dindirmeyi öğrendi. Fare erkeğe eşini döllemeyi, kadına da doğumu gösterdi. Ve köpek insana ateşi getirdi. Mitolojide ve dünya kültürlerinin kozmolojilerinde hayvanlarla ilgili öyküler çokça; bu, onlardan biri sadece - kuşkusuz ki insan, varlığını anlamlandırma ve dünyadaki yerini belirleme çabasıyla hayvanlara bakarak konumunu belirlemeyi, kendi öyküsünü hayvanlarla ilişkisi üzerinden anlatmayı seçmiş yüz yıllar boyunca. Foer, Hayvan Yemek'te bu geleneği devam ettiriyor: insanın dünyadaki serüveninin öykülerine bir yenisini, daha karanlık ve oldukça dehşetli bir öyküyü ekliyor: Etin öyküsünü. Siz bu yazıyı okurken bir yerlerde besin adına organize katliamlar yaşanıyor; vahşi kapitalizm, en vahşi doğal hayat mizansenlerinden çok daha ürkütücü biçimde işleyen çarklarını döndürüyor, marketler fabrika üretimi tavuklarla, fabrika üretimi yumurtalarla, işkence görmüş hayvanların etleriyle doluyor. Dahası da var elbette, çok daha fazlası var. Hayat, ölüm ile el ele de olsa, devam ediyor. Hayat demişken; bir süredir takip ettiğim bir haberle kapatayım; dünyadaki en yalnız balina ile ilgili gelişmeleri takip ediyorum bir süredir... Bahis konusu balina 90'lı yılların başından beri izlenmekte; diğer balinaların 15-25 Hertz aralığındaki seslerden oluşan şarkılarının aksine bu balina yıllardır 52 Hertz'lik şarkılar söylüyor ve çağrılarına cevap veren bir başka balina olduğu düşünülmüyor, çünkü diğerleri, onu duyamıyor... Yalnız rotasında ilerleyen balinanın, türünün tek mensubu olabileceği düşünülmekle beraber yalnız balinanın gizemini tam olarak açıklamak mümkün değil ve biz insanlar, yalnız olalım ya da olmayalım, hayatımızı bir şekilde sürdürürken yalnız balinanın cevap alamadığı çağrıları okyanusların derinlerinde bir yerlerde, yankılanıp duruyor.

Yalnız balinayı düşündüğüm zaman müthiş bir üzüntü duyuyorum sevgili okur. Ama diğerlerini, sessiz ve suskun kalan diğerlerinin öykülerini de düşünmek gerek. Her birini.

Haftanız şen olsun.

Yalnız balinanın şarkısı burada.

6 Temmuz 2012 Cuma

Güç


Hayvanlar arasında sadece insanlar bilinçli olarak çocuk yapar, onlarla iletişimini sürdürür (veya sürdürmez,) doğum günlerini önemser, zamanını harcar veya kaybeder, dişlerini fırçalar, geçmişe özlem duyar, leke çıkarmakla uğraşır, dinler, siyasal partiler ve yasalar yaratır, hatıra saklar, kabahatlerinden dolayı yıllar sonra özür diler, kendinden korkar, rüya yorumlar, cinsel organını örter, tıraş olur, zaman kapsülleri gömer. Sadece insanlar vicdani sebeplerden dolayı bazı şeyleri yememeyi tercih eder. Hayvan yemek veya yememekle ilgili gerekçeler çoğunlukla aynıdır: Biz onların yerinde değiliz. (Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek. Çeviren: Garo Kargıcı.)

Maya inançlarına göre, tarihin başlangıcında tanrılar bize can verdiği sırada biz insanlar ufkun ötesini görebilirmişiz. Daha çok yeniymişiz o sıralar; tanrılar da bu kadar güç sahibi olmayalım diye gözlerimize kum atmışlar.

(Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı.Çeviren: Nihal Yeğinobalı, Can. Bu körlüğün nedeni sizce ne olabilir ?)

5 Temmuz 2012 Perşembe

4 yıl



Yakın plan: Knut.

5 Aralık 2006, Berlin doğumlu, yay burcu mensubu kutup ayısı. 4 yıllık kısacık ömründe Knut, Berlin Hayvanat Bahçesi'ne rekor sayıda ziyaretçi çeker, Vanity Fair'e kapak olur, fotoğrafları yüz binlerce insan ve hatta Annie Liebowitz tarafından çekilir, hakkında günbegün bloglar tutulur, yediği, içtiği, yaptığı her şey takipçilere duyurulur. Knut'un dünyaya gelme hikayesi oldukça hüzünlü; Knut, doğar doğmaz annesi tarafından terk edilir ve hayvanat bahçesinde çalışan Thomas Dörflein yavru ayının bakımını üstlenir. Knut'un ziyaretine o kadar çok, o kadar çok insan gelir ki hayvanat bahçesindeki komşularından Yang Yang adlı panda, stres sonucu ölür. Knut üzerinden tartışmalar kopar, Knut t-shirtleri, dvd'leri ve türlü malzeme satılır; Knut, tek bir yılda hayvanat bahçesine 5 milyon Euro kazandırır. Bakıcısı Thomas Dörflein bir kalp krizi sonucu ölünce, Knut onun yokluğunu çeker. İlgi odağı olmaya alışan Knut, ziyaretçi sayısı az olduğunda mutsuz olur. Knut, 4 yaşındayken, bir beyin iltihabı sonucu düştüğü havuzunda, boğularak can verir. Hayatı kısa sürmüştür. Berlin yaslara bürünür.

Yakın plan: Besi ineği Z.

"(Z adlı ineğin) doğal yaşam süresi yirmi yıl ya da biraz daha fazladır, ama o 4 yaşına geldiğinde artık üretim düzeyini sürdüremez ve 'tükenmiş' kabul edilir. (... Mezbahada) kanı akarken bilincini yitirmez ve parçalarına ayrılma ve derisinin yüzülme süreçlerinin bir bölümünde canlıdır. Z adlı ineğin bedeni işlenmiş biftek ya da hamburger için kullanılacaktır." Hayatı, Knut gibi, kısa sürmüştür. Yası tutulmaz.

(Z adlı ineğin hikayesi için bkz. Hayvan Hakları, David Degrazia. Çeviren: Hakan Gür, Dost. Yukarıda Knut, besi ineği Z'yi temsil edecek görselleri koymaya gönlüm elvermiyor. Hayvanları sevmek ile hayvanları yemek üzerine düşünme vakti gelmedi mi?)

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Zarar


Medeniyet Yakın Plan # 2

Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek'te etin öyküsünü anlatıyor. Et deyip işin içinden çıkmak biraz güç ; Foer, Berlin'deki akvaryumda balıkların karşısında dikilen Kafka imgesinden büyükannesiyle yediği yemeklere ve tabağında duran şeyler hakkında anlatageldiği öykülere dair öyküler anlatıyor bu kez. İnsanların hayvanlara ettiklerinden bahsederken derin derin iç çekmemek mümkün değil sanki; Foer, dünyanın pisliğini solumak yetmez diyor ama bize... Hayvan Yemek'in pırıltısı, belki de anlattığı dehşet öykülerinde değil, okurunu kelimeleri sorgulamaya itmesinde yatıyor - acının, zulmün, eziyetin, insanın ne demek olduğunu düşünmeye itmesinde. Kendi öykülerimize yeniden kafa yorma vakti geldi de geçiyor bile. Hayvan Yemek, bir başlangıç bunun için.

Bunlar olurken, bunlar da oldu:

"5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu'nda birtakım değişiklikler yapılması hakkında 2/366 esas no ile 8 Şubat 2012'de TBMM Başkanlığı'na gelen kanun teklifi, meclis komisyonlarında görüşülmek üzere bekliyor."

Kanun, hayvanı değil, insanı koruyor. Kanun, hayvana ancak 'mülk' olduğunda saygı duyuyor. Mecliste bekleyen yeni yasa tasarıları, sahipsiz hayvanların uyutulmasını ve denetimleri keyfi olacak deneyler için kullanılmasını öngörüyor - rant getiren yeni bir alan bu da. Geçen hafta duyurulan habere göre, yeni yasalar bahçenize girip 'zarar veren' köpeği öldürme hakkını savunuyor.

Birey mi demiştik? Ne demekti ki o?

(Görselde, David Hockney ve köpekleri.)

3 Temmuz 2012 Salı

Birey


Kaynak: TDK, Güncel Türkçe Sözlük:

birey:

1. Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert. 2. Doğa bilgisinde türü oluşturan tek varlıklardan her biri. 3. man. Bir türün kapsamı içine giren somut varlık. 4. ruh b. İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek can, fert. 5. top. b. Toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, iradeyle ilgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert.

Birey, kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık ise, kuzu da bir bireydir diyebilir miyiz?

Tabaktaki pirzola nedir? Şişteki et?

(Görselde, Wim Delvoye'nin bir işi - Delvoye, domuz çiftliği sahibi bir vejetaryen (çelişki mi? et, çelişki demek); şok edici ve kışkırtıcı sanat çalışmaları ile biliniyor. Delvoye, uyutup tıraşladığı ve dövme yaptığı domuzları birer 'sanat eseri' haline getirdiği kanısında. Louis Vuitton ile başı derde girmiş mi bilemiyorum, domuza söz hakkı tanınmadığı kesin. Jonathan Safran Foer'den ters köşelerle dolu, zihin açıcı ve kalp kıracak bir metin, Hayvan Yemek, şimdi raflarda... Ya siz, ne yediğinizin farkında mısınız?)

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Neredesin?


Haftaya biraz garip bir başlangıç ama olsun: Kanada'da sahibi öldüğü için yakılması gündemde olan 300.000 (yazıyla, üç yüz bin) kitabı sahiplenen Shauna Raycraft isimli kadın, son birkaç yılı kitapları düzenlemekle uğraşmakla geçirerek ümitsizliğe düştüğünden (halen açılmamış kitap kolileri varmış) kitapları yakacağını açıkladı. Kitapların bir kısmı kütüphanelere ve çeşitli gönüllülere verilmiş bile, ancak kalanların hacmi, bu fani kişiyi zorlamaktaymış. Raycraft bu zorluklara göğüs geremeyecek hale gelmiş olsa gerek ki kitapların yakılması yeniden gündemde. Raycraft, yakılmazdan evvel eli ayağı tutan tüm kitapseverleri el vermeye çağırıyor. (Kitap yakacak bir kişiye sempati duymamakla beraber, kütüphanelerin ne güne durduğunu düşünmeden edemiyorum.) Kitapların öyküsü biraz tuhaf; bu 30 tonluk kitabın asıl sahibi bir koleksiyonermiş... Ölümünden sonra eşi, kitapları yakmaya ve kapladıkları alanı kullanılır kılmaya karar vermiş. (Bir kitap yakma çılgınlığıdır gidiyor ya, neyse.) Olaya müdahale eden Raycraft, kitapları sahiplenmiş sahiplenmesine ama son yedi yılını onlarla boğuşarak geçirince, bu defa kendisi kitap yakma olayını gündeme getirmiş. Bu hadise için bir facebook sayfası var; insanlar, Raycraft'in bahçesine çadırlar kurup kitapları elden geçiriyor, bir kısmını alıyor, bağışlıyor vs. Hummalı bir çalışma denebilir. Kitap sayısının insanları ezmesi, bu tuhaf hikayenin yangın ile bitecek olması çok, ama çok üzücü.(Ray Bradbury, neredesin?)

Kitap yakmak demişken, bir başka tuhaf ve benzer hikayeye geçelim, mutlu sonla biten bir yalancı çoban öyküsü bu - Boing Boing'in haberinden özet geçiyorum; ABD'nin Michigan eyaletinin Troy adlı güzide beldesinde ekonomik güçlükler kütüphaneye desteğin kesilmesine yol açmış ve kütüphanenin kapanması, dolayısıyla kitapların akıbetinin belirsizleşmesi gündeme gelmiş. Leo Burnett / Arc Worldwide ajansının desteğiyle kütüphane için 'ters' bir kampanya düzenlenmiş - Kütüphanenin kapanacağı, kitapların yakılacağı duyurulmuş ve twitter, facebook gibi kanallarda yoğun tepki alan tartışmalar başlamış. Kitapların yakılacağı gece büyük bir parti yapılacağı, kitapların etrafında yakılmazdan önce jonglörlerden ateş yutanlara türlü atraksiyon düzenleneceği, konserler olacağı, adeta bir festival havası eseceği tüm gerilla ve legal yöntemlerle Troy sakinlerine duyurulmuş da duyurulmuş. Haliyle büyük tepki alan organizasyon, partiye birkaç gün kala (facebook sayfasında olaya karşı çıkan insan sayısı epey artınca) bütün bu parti laflarının yalan olduğunu ancak kütüphanenin destek almadığı takdirde kapanmak zorunda kalacağını açıklamış ve sorumlu vatandaşları yapılacak yerel seçimlerde kütüphanenin yaşaması için gereken % 0.7'lik vergi artışı için evet oyu vermeye çağırmış. Sonra ne mi olmuş? Seçimlere rekor katılımla kütüphane ayakta kalmış, bu tuhaf kampanya da hedefine ulaşmış. Onlar ermiş muradına... Yalnış yönlendirmenin doğru kaygılara hizmet etmeyeceğini kim söylemiş? Etik mi, orası ayrı konu elbette... (Don Draper, neredesin?)

Her neyse, yaz kitapları pıtrak gibi bitmeye başladı bile; yaz kitabı denen konseptle yakından uzaktan alakası olmayan ve uzun zamandır beklenen Hayvan Yemek ise, bugünden itibaren raflarda olacak. Jonathan Safran Foer'in bu metni, aklınızı ve kalbinizi sarsacak. Ezberlerinizi sorgulamak istemiyorsanız okumayın derim.

Ve evet, nemiyle, serinliğiyle, şeftalisiyle, uzun geceleriyle, yakan güneşiyle Temmuz geldi sonunda! Haftaya başlarken Temmuz'un yakında şehre atacağı Morrissey'den gelsin öyleyse: Meat is Murder.


(Görselde Xu Bing'e ait bir iş; Gökten Bir Kitap - Xu Bing, bu enstalasyon için tamamen yeni ve anlamdan yoksun bir dil yaratmış - yeni karakterler, yeni kelimeler, bitmek bilmeyen parşömenler vs. Yeni bir evren?)