29 Ağustos 2014 Cuma

N-n-n

Hafta başında yazmıştım; Slate, belli başlı romanların ilk cümlelerini emojiye dönüştürmüş, akıllara ziyan. Üzerine: selfie ve emoji, birleşince. 

Timsah Park - Karen Russell.  Taptaze çalma listesi için sizi buraya alalım. Timsah Park, çarşamba gününden itibaren tüm kitapçılarda.

Çalma listesi demişken; Murakami ve müzik.

Kağıdın olasılıkları: Elsa Mora. Bir de bu var.

Kuledibi açık hava fotoğraf stüdyosu. 

Radikal'den: Harry Potter deliydi; Hogwarts akıl hastanesiydi. 'Harry Potter ölmüştü, Hogwarts araftı'ya hazır olalım.

Futuristika yazıyor - Anna Kavan: Buz. 

Satranç otomatı: Türk.  

Sonbahar geldi mi? Filmekimi kapıda.

Aşağıda, Carson McCullers, George Davis ile birlikte - Cartier-Bresson'un objektifinden.

İyi tatiller.


28 Ağustos 2014 Perşembe

Hep


Otuzumda ölmeyi planlamıştım, ve sonra bunu on yıl sonrasına, kırkıma, ardından da ellime attım. Öteleyip durursun. Sonra da devam edersin. Zordur. Uğraştırır. Ölüm hakkında çok düşündüm. Günün birinde, kar yağarken çok yoruldum. "Kahretsin, oturacağım. Devam edemem. Burada, bu karın ve buzun içinde yaşamaktan yoruldum," dedim kendime. Ve yere oturdum. Ama o kadar soğuktu ki ayağa kalktım. Ah, evet, ölümü hayal etmeye çabaladım ama hep bir engele tosladım.   

(Jean Rhys, Paris Söyleşileri. Görselde, yine, Rhys.)

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Ayna

...


O klasik ki, 1939 yılında Fransa’da yayımlandıktan sonra yirmi yılı aşkın bir süre boyunca kendi ülkesinde yasaklı kalmış ve nihayet, 1961 yılında sonlanan mahkeme sürecinin ardından ‘sakıncalı’ statüsünden çıkarak çağdaş edebiyatın temelleri arasında sayılmaya başlanmış. Aykırı sesleri, kurallara isyan edenleri öğütmeye her daim yeminli bir düzenin çarklarına atılmak istense de tüm yasakları aşarak okuruna ulaşmış.


Amerikan rüyası denen şeye, basamakları birer birer atlayıp altta kalanları ezerek yükseklere çıkma iddiasına, doğru bildiklerindense doğru belletilenlerle yaşama fikrine sırtını çeviren Miller, Oğlak Dönencesi’nde kendi geçmişine uzanır ve Amerika’nın kof yapıtaşlarını yerinden oynatmaya, doğrularını haykırmaya, kendi gerçeğinin peşinden gitmeye koyulur. Oğlak Dönencesi, yumurtalıklardan başlayan bir yaşam serüvenidir ve yaşam döngüsünü tüm çelişkileri, hezeyanları ve coşkularıyla ortaya koyar. Savaş sonrasının 'gelişen' medeniyetlerinde benlik arayışını konu ettiği Oğlak Dönencesi’nde Miller, aynayı sadece kendine değil, tüm insanlığa tutar ve yoğun bir esrime ihtiyacıyla geçmişe ve geleceğe dalar.

...

(Sunuş'tan kesit, Oğlak Dönencesi, Henry Miller. Görsel, Jenny Holzer'a ait bir işten.)

26 Ağustos 2014 Salı

Güç



Bazı kitaplar, onları kuşatan tartışmalar ile hatırlanır. Yengeç Dönencesi de, ne yazık ki, yasaklarla anılan kitaplardan biri. Bu konuda ancak şöyle bir tesellimiz olabilir: hakkında açılan davalar ve maruz kaldığı yasaklar bu güçlü metni gölgede bırakmayı başaramamıştır.

On yıla yakın süre yaşadığı Paris’e cebinde on dolar ile gelmiştir Henry Miller... Otobiyografik özellikleri ağır basan romanı Yengeç Dönencesi, yaşam adı da verilen kaosa dair yazılmış en güçlü metinlerden biridir.  Henry Miller’ın Paris’i açlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısıyla yoğrulur. Bu güçlü metin, edebiyatı yok edip onu ait olduğu kaynağa, hayata iade etmek isteyen yazarının ‘çağı tüketme’ iddiasını olduğu gibi ortaya koyar; dünya sancısıyla doğmuş, karın gurultuları eşliğinde kağıda dökülmüştür.  Yengeç Dönencesi, zamanın kanser gibi yiyip bitirdiği bir aleme karşı tutturulmuş bir şarkı niteliğindedir.

İnsan olmanın sefaleti son derece dürüst, can yakıcı ve sarsıcı biçimde belgelenmiştir Yengeç Dönencesi’nde. Belki de, dünyanın felaketleri karşısında kahkahalarla gülen yazarın tuttuğu aynadan yansıyanların böylesine ‘sakıncalı’ bulunması, bu yüzdendir.

Fransa’da yayımlandıktan kısa süre sonra ABD topraklarına sokulması yasaklanan ve neredeyse otuz yıl boyunca yasaklı kalan bu metin, bugün çağdaş edebiyatın değerli ve benzersiz klasiklerinden biri. Anais Nin, Amerikan edisyonu için yazdığı önsözde zamanımızın çorak topraklarının derinlerine inerek kazdığı çukurlarda yeraltı baharlarının peşinde olduğunu söylüyor Miller’ın. Hayatta kalmanın, yaşama rağmen yaşamanın belgesidir Yengeç Dönencesi; işte tam da bu yüzden, karşılaştığı engellerin hiçbiri Miller’ın şarkısının duyulmasını, yeraltı baharlarının izlerinin sürülmesini engelleyememiştir.  


Yaşam kavgasının tüm haz ve hüzünlerini yansıtan bu çağdaş klasiği sunarken kitapların yasaklanmadığı bir dünya düşlemekte ısrar ediyoruz.

(Sunuş, Yengeç Dönencesi, Henry Miller. Fotoğrafta Paris, Sanatçı: Ilse Bing.)

25 Ağustos 2014 Pazartesi

İkon


Dünya parmak uçlarımıza ne denli yaklaşıyorsa yüreğimizden de o denli uzaklaşıyor, beni endişelendiren bu.*

Bir zamanlar dünyanın merkezinde dalları neredeyse cennete uzanan bir ağaç olduğu ve ağacın, tüm dünya insanlarını gölgesinin altında toplayıp ayrışmalarını önleyeceğini iddia ettiğini anlatan bir Hindu miti vardır... Mite göre Brahma, ağacın kibirini cezalandırmak için dallarını kesip dünyanın dört bir yanına saçmış, yeniden filizlenen dalların altında farklı inançlar, farklı diller ve gelenekler yeşermiş.
Birlik içinde yaşayacak olan insanlar, böylelikle birbirlerinden kopmuş, kendi geleneklerine, dillerine, kültürlerine hapsolmuş. Bugün, (haliyle) bu darmadağın dünyada bir edebiyat eserini okumak için ya yazıldığı dili öğrenmeniz ya da çevirisini edinmeniz gerek; ama teknoloji, mitlerin anlatılageldiği çağlardan bu yana epey ilerledi, buna gerek kalmayacak olabilir.

* *

Sessiz sinema oynadıysanız bilirsiniz; iletişim için gerekli olan, bir şeyi, bir şekilde ifade eden birini anlamaya çalışan bir veya birden fazla kişidir; ötesi için el, kol, yüz ifadeleri ve devinimler yeterli olur. (Kişisel tarihimde, kitap adları ile oynanan çarpıtılmış bir 'sessiz sinema' oyununda Aydınlanmanın Diyalektiği'nin vücut diliyle anlatımına ve doğru tahmin edilmesine şahit olduğumu ekleyeyim, sessiz sinema deyip de geçmeyelim.) Her şey, farklı biçimlerde ifade edilmeye müsaittir esasen; eğlence niyeti gütmüyorsak ya da dilini bilmediğimiz bir medeniyetin içine düşmemişsek bunun ne lüzumu var, ayrıca tartışılır. Yukarıdaki emojiler örneğin, size ne ifade ediyor? Bir edebiyat klasiğinin ilk cümlesi olduğunu söyleyip ipucu versem nasıl bir çıkarımda bulunabilirsiniz?

Sessiz sinemaya vakit ayırmaktansa kendine ait bir projeyle sesini duyurmak isteyecek denli acar bir girişimci olduğunu tahmin ettiğim Fred Benenson -artık Hindu mitinden feyz aldı mı, Babil hikayesinden etkilendi mi, yoksa salt parmaklarının ucunda olan teknolojiyi değerlendirmek mi istedi, bilinmez- Amerikan klasiklerinin en kallavilerinden birine, Moby Dick'in emoji ikonlarıyla yeniden yazıldığı Emoji Dick isimli bir projeye önayak olmuş. Emoji-Dick, satın almak isteyenler için 40 (ciltsiz, siyah beyaz baskı) ve 200 (deri ciltli, renkli) dolarlık edisyonlarıyla artık satışta. Nasıl oluyor derseniz, eh, yapılınca oldu sayılıyor denebilir; yukarıdaki ikonlarla ne kadar oluyorsa o kadar oluyor. Buradan ilhamla Mashable, yirmi edebiyat eserinin isimlerini emojiye dönüştürdüğü bir sayfa hazırlamış örneğin, salt kitap isimleri olduğu için bu giriş cümlesi kadar sorunlu değil, ancak çözebilmek için İngilizce sözdizimi üzerinden düşünmek şart; o zaman da, ister istemez, kısa mesajlaşmada başvurulan bu ikonların ne denli evrensel, kapsayıcı olduklarını yeniden irdelemek bir yana, bir edebiyat eserinin sözel derinliğine nüfuz etme (daha doğrusu edememe) yetisi tartışmaya açık hale geliyor.

Darwin'in de belirttiği üzere, kültürel bağlam ne olursa olsun öfke, korku, sevinç gibi duygular, yüz ifadesi üzerinden kendini ele verir. Ancak iletişim, elbette ki anlık duygulanımların ifadesi ötesinde bir derinlik taşıyor; söz, ikona indirgenebilse de ağırlığını aktaramıyor. En yakın çıkışı, sola dönmenin yasak olduğu kavşağı, tuvaleti resmedebilen ikonografi, daha sofistike ifadeleri kapsayamıyor. Sessiz sinema oynamaktansa konuşup yazmanın, romanları çöpe atıp resimli kitaplara gömülmemenin bir nedeni var. Kanımca Emoji Dick, kaynak aldığı edebiyat eseriyle ilgili birtakım değerler ortaya koymaktansa çağın dinamiklerini resmediyor, göstergebilime kafa yoranlara yeni, ancak oldukça dar bir pencere açmaktan öteye gitmiyor.

Jonathan Safran Foer, Kalp Hastalığının Noktalama İşaretlerine Dair Bir Rehber adlı öyküsünde, -yanlış anımsamıyorsam Amerika'nın Yanık Çocukları isimli antolojide de yer alıyor-  kendi tanımladığı bağlamlarda özgün biçimde kullandığı noktalama işaretleriyle kalp hastalığından mustarip bir ailenin fertleri arasındaki iletişim kopukluğunu konu eder... Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'da da, konuşmayı kesmiş olan kahramanın elzem bir şey söylemek için bir telefon açıp derdini tuşlardaki harflerle anlatmaya çabaladığı bir bölüm vardır örneğin; her ne kadar bizler, kitabı hazırlarken bu şifreleri Türkçe olarak denk düştükleri sayılar üzerinden dönüştürdüysek de amaç, okurun kahramanın ne dediğini anlaması değil, bilakis sayıların duvarına çarparak kendini ifade etme konusundaki çaresizliğini paylaşmasıdır.

Lafı uzattım, biliyorum. Bir şeyi söylemenin sonsuz yolu, ifadenin kişinin yaratıcılığına kalmış sayısız biçimi mevcut. Emoji yeterliyse ne ala... Yetmediği noktada, şükür, edebiyat var.

(*Alıntı, Foer'in geçen yıl Middlebury College mezuniyet töreninde yaptığı konuşmadan; görsel, Darwin'in İnsan ve Hayvanda Duyguların Dışavurumu'ndan; kaynak: Wikipedia. ** Emoji alıntı, tahmin edeceğiniz gibi Emoji Dick'ten. Meali, "İsmail deyin bana." Türkçe işlemiyor, o ayrı, çeviride kaybolmuş olsa gerek. İngilizce işlediğini iddia etmek de pek mümkün değil, ya neyse... Bir yere kadar. Call me Ishmael. Ara beni?)







22 Ağustos 2014 Cuma

N-n-n


Kitaplar ve mekanları... İllüstratör Seth Armstrong'un çizimleriyle. Üzerine, Maurice Sendak'ın Melville için yaptığı çizimler. Chagall'ın Gogol çizimleri de ardından gelsin.

Jane Austen'ın toplu iğnelerle mesaisi... Austen, Watsons adlı romanının düzeltisini yaparken iğnelerden yardım almış.

Tom Hanks ve daktilo tutkusundan, daktilo konulu yazılardan birinde bahsetmiştim; Hanks, bu düşkünlüğünü bir uygulamaya hayat vermekte kullanmış, uygulama son günlerin en popülerleri arasında. Üzerine, Woody Allen ve daktilosu, bir sadakat öyküsü.

Yangın sigortacılarının 'bilmesi' gerken kitaplar. 

Salinger'ın evi. Satışta.

Başkaldıran nesneler: Londra'daki V&A Müzesi, sergiye ev sahipliği yapıyor. Serbest çağrışım: ayva rendesi? Başkaldıran bir nesne olduğu iddia edilemez, ama oldukça hoş, eklemeli: Çıngırak. Geçmişe uzanıp oyuncaklardan bahsettiysek eğer, eksik kalmasın: Barbie Liberation Organization. Hasretle yadediyorum.

Görselde, Biblioburro - Kolombiya'nın gezici kütüphane sistemine can veren eşek.

İyi tatiller.





21 Ağustos 2014 Perşembe

Ortak





... Kurmacayla süngerli bir hücreye girersin, olay budur. Koşabilir, kafanı duvarlara çarpabilirsin; yapabilirsin bunları ve sonuçlarından doğrudan etkilenmezsin. Öte yandan, senin tecrübenle okurlarınınkinin aynı olması gerekmediğini bilirsin. Bunu seviyorum. Öykülerin, yazar ve okur arasında ortaklaşa bir çalışma içerdiğini düşünüyorum esasen. Sinemada, bana kalırsa, yönetmen yüzde doksanı, izleyici yüzde onu koyar ortaya. Öyküdeki gibi, kahramanın sesini, görünümünü, gerçekleşenlerin hızını hayal etmeye benzemez (sinema)... Ortalama bir romanda iş yüzde 70 yazara, yüzde otuz okura düşüyor diyebilirim. Benim öykülere gelince, elliye ellidir. 

Bence biz (okurla) yarı yarıya ortağız.   

(Etgar Keret, Granta söyleşisi. Duvar resmi, Berlin'den.)

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Destek



S: Ulusal Kitap Vakfı'nın '35 Yaşın Altındaki 5 Yazar' seçkisiyle New Yorker'ın '40 Yaşın Altındaki 20 Yazar' listesinde yer aldınız. Kitap sektörü, diğer sektörler gibi gençlik takıntılı olabilir mi? Siz nasıl bir kategoride yer almak isterdiniz?

Karen Russell: Biliyor musunuz, bu listeler insana ölümlü olduğunu anımsatıyor. Umarım '85'inde Halen Zihni Açık Olan 85 Yazar' listesinde yer alırım günün birinde. Ulusal Kitap Vakfı'nın, New Yorker'ın genç yazarlara destek vermesi şahane gerçekten - ben, bu desteği yirmili yaşlarımda, Timsah Park'ı (Swamplandia!) yazmakla boğuştuğum kritik dönemde aldım. Kitap sektörüne dair sevdiğim şeylerden biri -özellikle de otuzlu yaşlarıma doğru ilerlediğim bugünlerde- diğer endüstriler göz önünde bulundurulduğunda, yazarların yaşının çok da önemli olmaması. Profesyonel sporcular ya da podyum mankenleriyle kıyaslandığında, bizlerin böyle bir avantajı var. 

(Zor soruya, ağır bir yanıt... Karen Russell, gençlik takıntılı olmakla birlikte, gençliğe saygı duyduğu söylenemeyecek bir dünyada, üreten/düşünen/yazan biri olarak, yaşının değil, icraatının altını çizmeye çabalıyor. Görselde kameralar karşısında Kate Moss, işini yapıyor; söyleşi, bookish.com'dan. Timsah Park, çok yakında...)


19 Ağustos 2014 Salı

Sondan başa



Kısacası, asilzademiz okumaya kendini o kadar verdi ki, gecelerini baştan sona, gündüzlerini de sondan başa okuyarak geçirmeye başladı. Ve böylece, az uyuyup çok okumaktan beyni kurudu, aklını yitirdi. Hayali, kitaplarda okuduğu şeylerle, büyüler, savaşlar, düellolar, yaralar, iltifatlar, aşklar, işkenceler, inanılmaz saçmalıklarla doldu. Okuduğu hayal icadı alemin gerçek olduğu, kafasına öyle bir yerleşti ki, onun gözünde, dünyada daha gerçek bir öykü olamazdı. 

(Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote. Çeviren: Roza Hakmen. YKY. Görselde, Dali imzalı bir Don Quijote çizimi.)

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Çığ


Bundan on yıl kadar önce, New York'ta yaşayan bir Bronx sakini, hayatı boyunca biriktirdiği kitap ve dergi yığınlarının altında kaldı. Patrice Moore adındaki adamın, çığ gibi üzerine yıkılan kitapların altında acılar içinde bekleyişi tam iki gün sürecek, adam, kapısını çalıveren ev sahibi tarafından ancak kırk sekiz saat sonra kurtarılabilecekti. 1947 yılında benzer bir hadise gerçekleşmiş, Homer ve Langley Collyer kardeşler de biriktirdikleri (kitap ve türlü diğer nesneden oluşan, 140 ton çeken) yığınların altında ölü olarak bulunmuştu. Ümit Bayazoğlu, Hatırda Kalmaz Satırda Kalır'da, Naki Turan Tekinsav'ın annesiyle yaşamış olduğu evi de, benzer biçimde betimliyordu.

Kütüphaneler de, yer hususunda, kitaplarına yer açmaya çalışanlarla benzer sınırlamalarla karşı karşıya. Geçtiğimiz seneydi; Milli Kütüphane'nin 147 ton kitabının Hurdasan'a gönderildiği ve kilo üzerinden, 15 - 50 kuruşa satıldığı haberi hemen hemen tüm yayın organlarında yer aldı. Habere göre, acilen boşaltılması gereken depolar ve kimsenin ilgilenmediği, 'hurdaya çıkmış' kitaplar söz konusuydu. Kütüphane ya da kültür politikaları bir başka yazının konusu olsun; amacım, onlara değinmek, kütüphanelerin olanaklarını bireylerinkilerle eş tutmak değil elbette. Özgül ağırlığı okurunca, okundukça tayin edilecek ve her okumayla yeniden saptanacak bir nesnenin, kantar üzerinde ortaya koyduğu sayısal veriye indirgenmesi yeterince hazin, ama sormak elzem yine de: Kitap, ne zaman kitap olmayı bırakır da, salt yer kaplayan bir kağıt tomarına dönüşür?

Umberto Eco ve Jean Claude Carriere, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın'da, tercihlerini her daim geleneksel kitaplardan yana kullanarak kalıcı veri depolama aygıtlarından daha geçicisi yoktur, diyor. Bir kitap, bir rafta muhafaza edilebilir elbette de, neyin kalıp neyin gideceğine, rafa nelerin alınacağına nasıl karar verilebilir? Kütüphane, Borges'in tahayyülündeki gibi bitimsiz olmadığı takdirde, yazılmış ve yazılacak bütün kitaplar, nereye sığdırılabilir?

Geçen haftanın notlarında, Smithsonian Kütüphanesi'nin telifsiz ve artık ilgi görmeyen, eski kitap ve elyazmalarındaki kimi çizimleri hareketli gif'ler haline getirerek bir Tumblr sayfası açtığından bahsetmiştim; gif'leri hazırlayan Richard Naples, gördükleri ilgiye kendilerinin de şaşırdığını, Tumblr'daki paylaşımlarının uzun zamandır el değmemiş kitaplara yönelik ilgiyi epey artırdığını belirtmiş. Basılı kitabın ölümüne yol açacağı iddia edilen dijital ortam, unutuluşa ya da yok oluşa mahkum kitapların kurtarıcısı olabilir mi? Smithsonian gibi muhafazakar bir kurumun girişimi umut verici olsa da, yanıt için henüz erken sayılır; yine de hurdacı kantarından, kağıt öğütücüsünden daha parlak bir seçenek sunulduğu kesin. Makas, kaşık, tekerlek gibi, kitabın da icadından sonra daha iyisinin yapılamayacağını savunan Umberto Eco, geleneksel biçimleriyle kitapların yeni teknolojilerle ölüp gideceği fikrine şiddetle karşı çıkıyor örneğin; kimbilir, Smithsonian örneği ışığında, kitapların teknolojiye rağmen değil, teknolojiyle birlikte, tıpkı bizler gibi yaşayacağını öne sürmek daha doğru belki de.

Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane'de, her kütüphanenin okurunun aynası ve kütüphanelerin, doğaları gereği ayrımcı olduğunu söylüyor. Yer bir yana; dünya üzerindeki zamanımız sınırlıyken okuduğumuz her kitap, okumadığımız bir başkasını bir kenara itiyor haliyle. Yerimiz nasıl sınırlıysa, ömrümüz de bitimli nihayetinde. Kitapların altında kalarak can vermekten daha hazini, onları unutuşa, ebediyen kayboluşa terk etmek olsa gerek... Ya da hurdaya. Yokluğun da yadsınamaz bir ağırlığı var zira, saptanması daha güç olsa da.

Ezici gelebilir.

Görselde, Collyer Kardeşler'in dairesinden bir kare: Yığınlar.


15 Ağustos 2014 Cuma

N-n-n

Fiil çekimi.

Smithsonian Kütüphanesi'nin eski, çok eski olup kimselerin dokunmadığı kitaplarda yer alan çizimlerle hazırladığı şahane hareketli gif'ler ile devam edelim. Gif'leri yaratan Richard Naples, 'halihazırda fazlasıyla karanlık olan dünyada birilerine biraz olsun keyif verebildiysem ne güzel' demiş, en çok ilgi gören işlerin kelebekler ve iskeletler olduğunu belirtmiş. Smithsonian gibi bir kurumun tozlu raflara gömülmüş eski metinlerin cevherlerini çağın yeni medya ortamına aktarabilmesi ve yeniden gündeme getirebilmesi, ayrıca takdire şayan. Haftaya Naples'a dair daha derinlikli bir yazı da yazacağım.

Harika bir yazı - Çağlayan Çevik, Radikal Kitap için kaleme almış: Vaktiniz var mı, durup ince şeyleri anlamaya?

Çevirmeni Berrak Göçer, Kalanlar için bir çalma listesi hazırlamış, buradan buyrun... Göçer'in çeviri sürecine dair Kuzgun Dedi Ki'ye anlattıkları için buraya, bizim kitaba eşlik eden şarkılarımız için buraya, HBO'da gösterilen ve ikinci sezon için onayı kapan dizinin müzikleri için ise buraya buyrun.

"Söylemem gerek, kurmaca yazmayı çok seviyorum, makale yazmaktan nefret ediyorum. Yazıya dair bana cazip gelen ne varsa, tam tersi." Etgar Keret, Granta söyleşisi... Son zamanlarda, İsrail'in Filistin saldırısı üzerine iki makale kaleme alan yazar; savaş karşıtı ifadeleri dolayısıyla ülkesinde ölüm tehditleriyle, kitap boykotlarıyla yüz yüze. Kendisi, burada, maymunlar eşliğinde, Mezarımdan Yazıyorum'u okuyor.

Çağ, katılım çağı... MoMA, Lautrec sergisine dikkat çekmek için herkesin çevresinde gördüğü şeyleri resmetmesi ve #MoMALautrec etiketiyle paylaşılması için çağrı yapıyor. Bir çağrı da Murakami ekibinden - Renksiz Tsukuri Tazaki için çıkartma yarat! Murakami'nin kitabı İngiltere'de yayımlandı; Doğan Kitap, Türkçesini sonbaharda yayımlayacak sanıyorum. 

Görselde, Lauren Bacall (1924-2014.)

İyi tatiller.







14 Ağustos 2014 Perşembe

Fren



Asla frenlere abanarak bisiklete binmeyin.

(Geoff Dyer, bisikletçilere değil, yazar olmak isteyenlere sesleniyor. Başka önerileri de var tabii, ancak bu bana yeterli göründü; Guardian Books'un Write adlı derlemesinde yer almakta. Yazarların yazarlık hususundaki tavsiyelerini burada kimi zaman paylaştık, bunlara pek çok farklı mecrada da rastlamayı sürdürüyorum, eh, söylenenlere yüzde yüz biat etmeden evvel yazarların da birer fani olduğunu hatırlamakta yarar var tabii; buyrun, bağlantıda yazarların selfie'leri, kararınızı kendiniz verin. Görselde birtakım cesur sürücüler ve fren düzeneği bulunduğunu sanmadığım velosipetler yer almakta.)

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Mutluluk




Kola tenekesinin üzerinde ismini aramak mı, kim olduğunu bilmek mi?

Internette bir persona oluşturmak mı, kendini tanımak mı?

Durmak bilmeksizin dönen çarkların arasında hissizleşmek mi, yoksa hissederek yaşamak mı?

Cüzdanındaki parayı yakan, tüm mal varlığından kurtulan ve uzaklara, doğanın kalbine ilerleyerek sistemin dışında yaşamayı deneyen Chris McCandless, zamanımızın ilham verici figürlerinden - romantik bir doğa idealine sığındığından değil de, giderek sığlaşan bir dünyada, birileri 'fakirler ölsün' nidalarıyla eğlendiği, birileri de ölümüne çalıştığı sıralarda başka türlü bir yaşam ihtimalini hatırlattığından... Gezginlik, hele doğada bir başına yaşamak kolay iş değil elbette; ama hayatlar giderek tek tipleşir, çalışmak tatil için katlanılan bir edime, tatilse tüketime dönüşürken nefes alamayanlar için yegane çare olabilir. Bugün, McCandless'ın yaşamından geriye, izlerini kolaj yaparcasına birleştiren bir kitap (Yabana Doğru,) belli bir perspektifte idealize ederek resmeden bir sinema filmi (Into the Wild) ve bir mezar taşı kalmış birinin saiklerine kafa yorarken, düştüğü notlardan birine takılmamak elde değil:

"Mutluluk paylaşıldığında gerçektir."

McCandless bugün aramızda olsa, bu fikre yine de sarılır mıydı bilinmez... Dokunaklı olan, bu kanıya yalnız başına doğada mücadele etmenin verdiği yılgınlıkla mı,  yoksa yalnızlığını kutsarcasına çıktığı macerada bir aydınlanma yaşayarak mı vardığını asla bilemeyecek olmamız.

Görselde, Yabana Doğru'nun beyazperde uyarlamasından bir kare; McCandless, mutluluk alıntısını yaptığı Tolstoy metni Aile Mutluluğu'nu okurken canlandırılmış.

Cansız bedeninin bulunduğu, Alaska ormanlarında yer alan 142 no'lu otobüs hurdası, bugün yöreye gelen turistlerin uğrak noktalarından. Öyle ki, otobüsün önüne geçip McCandless'ın meşhur pozunu vermek, bir gelenek haline gelmiş... Paylaşmak üzere elbette; basit bir Google aramasıyla görebilir, yolunuz oralara düşerse siz de aynı fotoğrafı çektirebilirsiniz.

Mutluluk?


12 Ağustos 2014 Salı

Göçebe


... senin tek yaptığın her gün bir an önce evine, günbegün aynı düzenin içine geri dönmek. Korkarım buna devam edecek, Tanrı'nın keşfetmemiz için bize bahşettiği bütün bu harikulade şeylerden kendini mahrum bırakacaksın. Yerleşik kalmamalı, hep aynı yerde durmamalısın, Ron. Kımılda, göçebe bir hayata geç, her gün yepyeni bir ufka çevir bakışlarını. Önünde daha çok uzun yıllar var yaşayacağın. Hayatını değiştirerek yepyeni tecrübelere açma şansını reddedersen, inan çok yazık olacak. 

(Dokuzdan beşe mesaiye, çarpık insan ilişkilerine ve paranın tahakkümüne hayır diyen, düzene ayak uydurmayı reddederek başını alıp yabana giden efsanevi gezgin Chris McCandless'ın (Alexander Supertramp!) seksenini devirmiş dostu Ronald Frank'e yazdığı mektuptan bir kesit - Yabana Doğru'da yer alıyor. Çeviri: Taylan Taftaf.)

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Roman!



Morrissey, geçen yıl yayımlanan otobiyografisiyle Penguin'in çağdaş klasikler serisinde yer aldığında, kafalar biraz karışmıştı, hatırlarsanız. Morrissey'e de, Penguin'e de saygım sonsuz, ancak Homeros ve Vergilius'un metinleriyle bir arada yer alan Otobiyografi, çağa özgü ironik bir vakadan ziyade, yayıncılığa dair bir kavram karmaşasına işaret ediyordu.

Aynı kavram karmaşası -ki buna satış politikası adını vermek mümkün- geçen hafta notlarda andığım Roald Dahl'ın Charlie'nin Çikolata Fabrikası söz konusu olduğunda da devreye girmişe benziyor. Kitap, çocuklara yönelik olmasına ve kimi eserler gibi -örn. Alice Harikalar Diyarında ya da Aynanın İçinden- yetişkinlere de hitap eden metaforik bir boyut taşımamasına rağmen çağdaş klasikler serisi dahilinde, öyküyle ilintili olmayan bir görsel estetik gözetilerek küçük bir kız çocuğunun -Jon Benet Ramsey çağrışımları eşliğinde- yetişkin bir kadın gibi süslenmiş görseliyle raflara indi. Hedef, hedef kitlesi çocuklar olan bir metni yetişkinlere hitap edecek bir düzleme çekerek kitleyi genişletmek, bu çocuk klasiğinin satışını doğacak tartışmalarla harlamak ve nihayetinde, çağın gerek ve dinamiklerine sığınarak 'başarılı' bir operasyon gütmek olsa gerekti. Daha çok okura ulaşmak için yaratılan bu kavram karmaşasının başarısna yönelik analiz, nihayetinde, takım elbiseli adamlar tarafından sene sonunda yapılacak; hamlenin başarısını da, içerik veya etik değil, satış belirleyecek... Kavramları eğip bükme, kategorileri çarpıtma, tanımların içini boşaltma eğilimi, salt ticari operasyonların tekelinde değil bildiğiniz gibi, çağ kendini ortaya koyan eylemin değil çarpıtan söylemin, nesnelliğin değil öznelliğin ve doğru/gerçek olanın değil geçerli kılınabilinenin çağı maalesef; bizlere düşen, bu dinamiklerde kendi tanımlarımıza, kendi gerçeklerimize sahip çıkmaya çalışmaktan fazlası değil. Rolümüz, yeni giysiler kuşandığı iddiasıyla karşımıza çıkan imparatorların çıplaklığının farkında olmaktan ve aldatmacalara pabuç bırakmamaktan, böylelikle üzerinde yaşamaya mahkum olduğumuz dünyaya has körlüklerden kaçınarak kendi meşalelerimizi yanık tutmaya çalışmaktan ibaret.

Geçen hafta rastladım, Ben Yagoda, Slate için bir makale kaleme almış; 'roman' tanımının muğlaklaştığından, tanımın artık Hamlet ya da Tüfek, Mikrop ve Çelik gibi metinler söz konusu olduğunda bile kullanıldığından bahsediyor. Dönüm noktası olarak Capote'nin, gerçek verilerden yola çıkarak, gazeteci yaklaşımıyla derlediği hikayeyi roman teknikleriyle kitaplaştırdığı Soğukkanlılıkla'sını gösteriyor; gerçeklere dayalı romandan gerçeklik romanlarına geçildiğine, ardından da roman tanımının bulanıklaştığına işaret ediyor. Siyah ve beyazdan ibaret, sınırları ve tanımları belli bir dünya özlemi çektiğimden değil - o anlamsız 'roman öldü mü, ölecek mi, can mı çekişiyor, canı çoktan çıktı mı' tartışmalarının ancak Hamlet'in roman olarak tanımlandığı bir çerçevede gerçeklik kazanacağını düşündüğümden, 'tanımın içini boşaltma/anlamdan yoksun hale getirme ve tüketme' eğiliminin farkına varmanın önem taşıdığı fikrindeyim. Bu eğilim, salt roman söz konusu olduğunda değil, gündelik hayatın pek çok farklı mecrasında kafa kafaya geldiğimiz, hatta tosladığımız bir duvar zira.

Geçen hafta notlarda Cory Arcangel'a ve Penguin'den yayımlanan kitabı 'Romanım Üzerinde Çalışıyorum'a değinmiştim - Arcangel, blog'da çalışmalarından daha evvel bahsettiğim bir sanatçı, ayrıca Andy Warhol'un amigasına gizlenmiş verileri kurtaran kişi. Daha önce 'Bir süredir blog'a yazı yazamadım' içerikli iletiler derleyen Arcangel, son projesi kapsamında Twitter'dan 'Romanım Üzerinde Çalışıyorum' ibareleri toplamış ve kitap haline getirmiş; her sayfa, yüz kırk karakterlik bir mesaj içerdiğinden altı boş kalıyor, ki bu boşluğa, üzerinde çalışılmış bir romanın imgesi de, sosyal medyaya savrulmuş boş bir iddianın tortusu da sığabilir, hayal etmek size kalmış. Vice'la yapılan söyleşide, bu mesajların yazarlarının, büyük olasılıkla 'üzerinde çalıştıkları' romanlarının değil bu kitabın vesilesiyle, yani 'yapım aşaması' süreçlerine yönelik duyurularıyla yayımlanacaklarının altı çizilmiş.

Oysa dikkate şayan olan, Arcangel'ın çalışmasının 'roman' tanımıyla yayımlanması.

Kısmet kurabiyelerinde sıkça tekrarlanan bir mesajla bağlayalım:

'Enteresan zamanlarda yaşayasın.'

Eskiler tükendikçe bize yeni mesajlar gerek.

8 Ağustos 2014 Cuma

N-n-n

Notlara giriş pek sevdiğim ROA ile: sanatçı, bu defa Tunus'ta boy göstermiş. Son karşılaşmamız Kreuzberg'deydi - anımsatayım.

Ara ara, bir şeyler okuduğumda ya da bir şeylerle karşılaştığımda 'Neden?' diye bağırarak kaçasım geliyor sevgili okur, yalan yok. Mesela okumadığınız bir kitabı 'okumuş gibi yapmanız için' bir tüyo listesi, yazarların Lego figürleri, Gorki'nin bıyıksız gif'i ya da çiçek açan sakallar 'trendine' onay veren 'bayanlar' ibaresi, Türkçeleştirince mahvolan yabancı grup adları, buna örnek. Yazınca fark ettim ki epey çokmuş... Sormak istiyorum yine, "Neden?"

Tekrar sakinleşecek olursam: George Saunders'ın önerdiği altı kitap. Babel, Gogol, Hemingway, Toni Morrison, Kerouac... İlginç.

Harry Potter'ın yeni 'giysileri.' Kapak demişken - Bukowski'nin İtalyan edisyonlarının kapakları. Üzerine, Ecco'nun yeni Bukowski kapakları. Bukowski hayranları rahatsız. Üzerine, Mendelsund'un Seksek ve diğer Cortazar çalışmaları. Son olarak, dehşet bir örnek, felaket bir kapak: Charlie'nin Çikolata Fabrikası. Sırça Fanus'un uğradığı zulümden bu yana gördüğüm en kötü şey bu sanırım.

Gunter Rambow'un Fischer için 70'lerde tasarladığı posterler. 

Fotoğrafın sesi - fotoğraftan ilham alan müzik. Üzerine, yazmak konulu filmler.  Son müzik bağlantısı bizden gelsin: Ayraç.

Müzik demişken: Metropolis'e Giorgio Moroder dokunuşu.

Cory Arcangel'ın 'Romanım Üzerinde Çalışıyorum' projesi ve projeden yola çıkan kitapla bağlayayım; haftaya, Arcangel'dan daha ayrıntılı bahsetmek niyetindeyim burada; Arcangel, Knausgaard ve Proust'a dair kapsamlı bir yazı kaleme aldım geçen hafta, onu da önümüzdeki ay Istanbul Art News'da bulabilirsiniz.

2001'de Türkiye'nin çok satanları... Pandora listesi. Nostalji niyetine.

İyi tatiller!

7 Ağustos 2014 Perşembe

Kirpi






Bilgisayar klavyesinden önce daktilo, daktilodan önce bu cihaz vardı... Rivayete göre Nietzsche ve Mark Twain, cihazın kullanıcıları arasındaymış. Danimarka menşeili bir icat olan Manning-Hansen Yazı Küresi, steampunk düşkünlerinin favorileri arasında, ancak 52 tuşlu ve kirpi kılıklı bu metal kütlenin ne denli kullanışlı olduğu tartışmaya açık elbette.

Cihaz, esasen, konuşma-duyma engellilerin iletişim kurması için tasarlanmış ve daktiloya öncülük etmiş. Daktilo demişken, aşağıda Cormac McCarthy'nin, zamanında elli dolara satın almış olduğu Olivetti; cihaz, geçtiğimiz senelerde 254,000 dolar karşılığında alıcı bulmuş.

Bugün, bu çağda, tarih öncesinden kalma gibi dursalar da, daktilonun tuş ve çınlama sesleri eşliğinde yazma deneyimini düşününce nostaljiye kapılmamak elde değil... Öte yandan benim gibi düşünen birileri, bilgisayarda yazı yazarken daktilo sesi duyma hasreti çekenlerin dertlerine deva olacak çeşitli uygulamalar geliştirmişler bile; buyrun: Qwertick, Clickey ve Home Typist. Uygulamalardan bazısı, klavyenize daktilo sesleri eklemekle kalmıyor, dilerseniz Yıldız Savaşları efektlerini de işin içine katabiliyor.

Tercih sizin... Ben, nostaljiyi iki dakikayla sınırlı tutup sessiz klavyemle hayatıma devam etmeyi tercih ediyorum.


6 Ağustos 2014 Çarşamba

E!


Şövale dediğimiz ressamın sehpası gibi, kitap da yeni bireysellik kültüne büyük katkıda bulunmuştur. Kişinin kendine özgü, onun baktığı noktaya göre belirlenmiş bakma biçimi bu yenilikten sonra oluşmuş; okur-yazarlık toplumdan ayrı düşünebilmeyi, onun dışında kalabilmeyi sağlamıştır.

(Marshall McLuhan, Yaradanımız Medya. Çeviren: Ünsal Oskay. Görselde kitabın Penguin edisyonlarından, harf hataları söz konusu olduğunda en meşhur örneklerden biri yer alıyor...)

5 Ağustos 2014 Salı

Can


Sahip olduğum konuşma yetisi bir engeldi; eğitimli bir adamın tüm kusurlarını üzerimde taşıyordum. Yepyeni bir biçimde, eğitimden azade bir biçimde düşünmeyi, hissetmeyi ve görmeyi öğrenmem gerekti; kendimce, ki dünyadaki en güç iş budur. Muhtemelen batacağımı bilsem de kendimi akıntıya bırakmalıydım. Pek çok sanatçı üzerlerine bir canyeleği geçirip atlar suya; çoğu zaman onları batıran da bu canyeleği olur. Kendi rızasıyla deneyime teslim olan hiç kimse, gerçeklik okyanusunda boğulamaz. 

Uyum sağlama becerisi sayesinde değil cesaretle, yürekteki itkiye körlemesine teslimiyetle mümkündür ancak ilerleme.   

(Henry Miller, Reflections on Writing. Görselde Vivian Maier.)

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Düş



"Dün gece bir öyküyü düşümde gördüm. Çok aydınlıktı."*

Rivayet o ki, Haruki Murakami, her sabah saat 04.00'te uyanıp beş-altı saat yazdıktan sonra 10 km koşar veya 1500 metre yüzermiş ve bunun ardından akşam saat 21.00'de uyuyana değin müzik dinler, kitap okurmuş. Rutine saygım sonsuz - kolektif yaşanan ve sosyal medyanın tüm olanaklarıyla dünyaya haykırılan bir tatil sürecini kendi kozasında, kendi havasında geçirmiş biri olarak blog yazmaya teşebbüs edince rutin denen şeyin hayatı kolaylaştırıcı etkisini yadsımak büsbütün olanaksız. Her şeye rağmen ara vermek iyi yine de, başlangıçlar sancılı, girişler dolambaçlı olsa da... Demem o ki, şu gürültüyle dolu dünyada yeni şeyler söyleyebilmek için günlük ritüelleri gözardı etmemek gerektiği gibi arada susmak da şart kanımca, ardından söze başlamak ne denli yorucu olsa da.

Bizler, bugünlerde koza dışı yaşamlarımızda Karen Russell'ın şahanesi Timsah Park (Swamplandia!) ile iştigal etmekteyiz; sonbaharın gelişi ağustostan belli oluyorsa eğer, şimdiden güzel günler göreceğiz diyebiliriz.

Kozalarından henüz çıkanlara, ısrarla kendi alanlarında takılanlara, tatil sürüsünden kopup bir başına kayıplara karışanlara selam olsun!

(* Alıntı: Katherine Mansfield. Günlükler (1930.) Pierre Sorlin'in Düş Söylemleri'nde geçiyor. Görselde Haus Rucker Co'ya ait bir iş, Vaha No: 7.)