21 Mayıs 2015 Perşembe

Kötü


Karanfil görmeye halen katlanamıyorum. Ya da glayör. Ne zaman yüksek rütbeli bir sosyaliste cenaze töreni düzenlense hep bu çiçekler kullanılırdı, çünkü bunlar uzun süre dayanır. Ama ben hep çabucak solan çiçekleri sevmişimdir, hercaimenekşelerini, inciçiçeklerini, yıldızçiçeklerini, alevçiçeklerini, kendilerini kötüye kullandırmayan çiçekleri. İnsanlar söz konusu olduğunda da durum aynı - kendilerini kullandıranların karakterleri müsaittir buna. Karakteri müsait olmayanları zaten kullanamazsınız. Karanfiller ve glayörler çabucak solsaydı parti yetkililerinin cenaze çelenklerinde onlara rastlamazdınız. Oysa küçük bahçelerde büyüyen, kısacık bir süreliğine açan çiçekler - onlar güçten yoksun olanlara aittir.

Bunca zaman bir diktatörlükte yaşayınca insanın kafasından birkaç tahta eksiliyor, biliyor musunuz?

(Herta Müller, Paris Review söyleşisi. Görsel, Karl Blossfeldt'e ait.)

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Seç



... Sana sundukları şeyleri reddetmen böyle algılanır. Bizi seç. Hayatı seç. Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanapeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları izlemeyi seç. Bir huzurevinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç.

Hayatı seç. 

(Irvine Welsh, Trainspotting. Çeviri: Avi Pardo. Görselde "Bir burun seç. Bir isim seç. Büyük ayakkabılar, bol gelen bir pantolon, geniş bir payon koleksiyonundan bir papyon seç. Uzak yerlere yapılan beyin uyuşturucu ve ruh çökertici tren yolculuklarında yüzüne bir gülümseme oturtabilmek için mücadele etmeyi seç..." ChooseClown, Welsh'in kült romanı Trainspotting'e gönderme yaparak palyaçoların kirlenmiş onurlarını okşamayı vaat ediyor.)

19 Mayıs 2015 Salı

Sonsuz



Onlara kendimce isimler uydurmak, bitkilere daha yakın olmak için atılan adımlardan biriydi, zira onlar nasıl yaşanacağını biliyordu ve ben, bunu bilmiyordum. Ama aşamadığım bir mesafe vardı. Aynısı manzara için de geçerli. Hiçbir zaman manzara karşısında büyülenmedim, onu sadece izledim. Hemen her zaman karşımdaki manzaraların fazlasıyla engin olduklarını düşünmüşümdür - kendimi kayıp hissetmeme neden olur. Manzarayı deneyimlemenin iki temel yöntemi olduğuna inanıyorum ben. Kimileri güvende, emin hisseder. Bir dağın tepesine çıkıp her şeyin kendilerine ait olduğu hissine kapılan insanlar vardır. Oysa ben bir dağın doruğuna çıkıp aşağıdaki vadilere baktığımda kendime bunun muhteşem bir şey olduğunu söylemeyi başaramam. Korkarım, kaybolmuşum gibi hissederim. Manzara beni yutacakmış gibi gelir. Miniminnacık olduğumu düşünürüm, bir karıncadan fazlası değilmişim gibi. Ağaçların çok yaşlı olduklarını, taşların sonsuza değin yaşayacaklarını, suyun akmaktan asla vazgeçmeyeceğini bilirim. Ve kendi bedenimin dehşet verici denli kısa ömürlü olduğunu, bedenimin ödünç alınmış olduğunu düşünürüm. Ve etrafımızdaki diğer her şeye kıyasla, yaşamlarımızın bir andan ibaret olduğunu. Bir tür fanilik bilincidir bu. Çocukken ad veremezdim bu duyguya ama farkına varır, korkuya kapılırdım. Sonsuzluğa uzanan mısır tarlaları... Sosyalist düzende, her şey kamulaştırıldıktan sonra tarlalar devasaydı - içlerine adım attınız mı asla çıkamayacağınızı sanırdınız. 

Buradan çıktığımda yaşlı bir kadın olacağım derdim hep kendi kendime, yıllanmış bir kadın.

(Herta Müller, Paris Review söyleşisi. Görsel, buradan.)

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Mücadele

Boş sayfanın karşısında dehşetle titreyen yazarın imgesinden çıktığımız bu tuhaf yolda yine boş sayfanın başındaki manzaraya dönelim... Sendromlara konu olacak, yaratıcı kişinin elini ayağını bağlayacak denli ürkütücü mü boş sayfalar gerçekten? Peki iki boş sayfa, birbiri ile aynı mı? Bir başka düzlemde, yazarların yayınevlerine kontratlarla bağlı olmadığı, yeni kitabın ne zaman çıkacağına yönelik sorularla bombardımana tutulmadıkları, kitlelerin iştahlarına yönelik yeni, yepyeni içerikler icat etmeleri şart koşulmayan farklı bir düzlemde, boş sayfa dehşeti değil, yazının olasılıklarını ve sınırsızlığını da simgelemeli oysa. Romancı Jonathan Safran Foer, zamanında, Playboy’da kaleme aldığı bir yazıda boş sayfa koleksiyonu yaptığından bahsediyor; Isaac Bashevis Singer’a ait boş bir sayfa edinip duvarına asan yazar, yazarlık serüveni içinde kendi önündeki boş sayfalara, tıpkı suyun yüzeyindeki yansımasına dalan Narcissus gibi dalıp gittiğini, boş sayfaların aynasında kendini aradığını anlatıyor. Zaman içinde Susan Sontag’dan David Foster Wallace’a, Don DeLillo’dan Victor Pelevin’e, hatta Sigmund Freud’a varan bir yelpazede yer alan isimlerden topladığı boş sayfalardan ilham aldığını belirten Foer, Çıplak Sayfalar Projesi adlı girişimiyle okurlardan, derginin bu amaçla boş bıraktığı sayfayı yırtıp, üzerlerine kendi hikayelerini yazarak göndermelerini rica etmiş. Çıplak kadınlarla bezeli, bir sayfalık ilan bedeli yüz bin dolar civarında olan, on milyonluk okuruyla Playboy mecrasının seçilmesi, Çıplak Sayfalar Projesi’ni ilgi çekici kılan unsurlardan biri kuşkusuz... Bütün bunlar bir yana, proje vasıtasıyla öne çıkan temel bir gerçek var ki bu altını tekrar tekrar çizmek gerek:

Boş sayfayla mücadelede ilk kural: Yazmak.

(Istanbul Art News Edebiyat, Ocak sayısında yayımlanmış yazıdan bir kesitle haftaya merhaba.)

15 Mayıs 2015 Cuma

N-n-n

Sergi: Biz Mektup Yazardık. Üzerine, Picasso'nun kartpostalları. Sergi demişken: Cecil Beaton Pera'da. Son olarak, Nick Hornby'yle bir hafta boyunca mesajlaşmanın bedeli: 750 Dolar.

Ağaçtan kitaba, kitaptan ağaca: Okunduktan sonra toprağa ekilen kitaplar. Geri dönüşümden devam: Çöpten sanata. Kapalıdan açığa: Müzeden sokağa. Fuardan sahaf tezgâhına: Yüzyıllık Yalnızlık ya da paha biçilemez nüsha, 60 bin dolara. Son olarak, kaostan düzene: Van Gogh'un odası ve diğer her şey.

İnfografik: Yazarlar ve mahlasları. Üzerine, mahlassız bir yazarın kitap listesi: Henry Miller'ı etkileyen kitaplar.

Sıkıntıya dair: Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi. Bir başka iddia: "Sadece sıkıcı insanlar sıkılır, diğerleri üretir!" Geri kalanlar da sokakta ya da internette mi gezinir? Can sıkıntısı hafife almaya gelmez kanımca; ölüm korkusuyla beraber en temel varoluş deneyimi olabilir... Mesela, can sıkıntısı olmasa, yetişkinler için boyama kitapları dünyada böylesine büyük bir etki yaratabilir mi? (Bu mevzuya dair yazacağım haftaya.) Ya da Pulp'ın Common People şarkısında bahsedilen kadının kimliği, kimi ilgilendirir?

Bu haftanın notları, yine bu haftanın ruh hallerine uygun düşecek biçimde biraz dağınık, biraz başı bozuk, gördüğünüz üzere... Kapanış görseli Nam June Paik'in 'Bakelite Robot' adlı işine ait - hafta sonunu kitaplar, müzik ve diğer güzel şeylerle örülü kozalarda geçiren herkese selamlarla...





14 Mayıs 2015 Perşembe

Gerçek


“Marvin, Sam’e romanı üzerinde çalışmayı bırakıp bırakmadığını sorar ve Sam, “Şimdilik bıraktım,” der. Söylediğine göre biçemi tutturamamıştır. Gerçekçi bir roman yazmak istememektedir, çünkü gerçek, artık gerçekliğini yitirmiştir.”[i]




[i] Mailer, Norman. The Man Who Studied Yoga.

(Bu ayki İstanbul Art News Edebiyat'ta, size yine bir sürü dipnot hazırladım. Yazı da var elbette, söylemiş olayım.)


13 Mayıs 2015 Çarşamba

Şehir

Bana göre graffiti dünyayı mahvetti. Filmler açısından mahvetti. Film çekmek için bir yere gittiğinizde her yanı graffiti ile kaplı buluyorsunuz ve bunların üzerlerinin boyanması gerekiyor. Pek çok mimari eser, tren istasyonları, fabrikalar, bunların hepsi graffiti ile kaplı ve bu korkunç, korkunç bir durum. Ağaçlar yok oldu ve yerlerine graffiti geldi. 

Yukarıdaki beyan, pek sevdiğim yönetmen David Lynch'ten gelmiş, kendisini, vinçler ve inşaatlarla kaplı İstanbul'a davet eder, ağaçların yerini alanın ne olduğunu kendi gözleriyle görmesini dilerim. Aşağıda, sokak sanatı, yer: Londra.








12 Mayıs 2015 Salı

Yabancı


Tramvayın ne zaman gelip gittiği belli değil.
Sert yapraklı kavaklar değilse eğer, onun hışırtısını duyar gibiyim. Yanaşş çoktan, bugün beni hemen almak niyetinde. Karar verdim, binerken hasır şapkalı ihtiyara öncelik tanıyacağım. Ben geldiğimde o, kim bilir ne zamandır durakta. Gerçi eli ayağı tutmayan biri değil ama, gölgesi kadar ince, kambur, bitkin. Pantolonunun altında ne kaba et ne de kalça var, yalnızca dizlerinin tümsekleri. Gelgelelim tam da şimdi, vagonun kapısı açılırken yere tükürmeden duramıyorsa ondan önce binerim. Hemen hemen tüm koltuklar boş ve ihtiyar onlara göz gezdirip ayakta dikiliyor. Demek ki yorgun değil bu yaşlılar, ayakta durmak için oturacak yer bulunmayacak günlerin gelmesini beklemiyorlar. Bu yaştakiler kimi zaman: Mezarda zaten uzun uzun yatacağız, der. Ne ki ölümü hiç düşünmezler bunu söylerken, haklıdırlar da. Sırası yoktur asla, gençler de ölür. Ayakta durmak zorunda değilsem hep otururum ben. Oturarak yolculuk etmek, oturarak yürümek gibidir. Adam beni süzüyor, boş vagonda hemen hissediliyor. Zihnim onunla konuşamayacak kadar dolu, yoksa bakacak ne bulduğunu sorardım. Bakışının huzurumu kaçırması umurunda değil. Pencerenin ardında şehrin bir yarısı uzanıyor, ağaçlar ve evler birbirinin yerini alıyor. Bu yaştakilerin hislerinin, gençlerinkilerden daha güçlü olduğu söylenir. Belki bugün el çantamda küçük bir havlu, diş macunu ve diş fırçası olduğunu bile hissediyordur. Ve mendil olmadığını, çünkü ağlamak istemiyorum. Paul, Albu’nun beni bugün bürosunun altındaki hücreye götürmesinden ne denli korktuğumu hissetmedi. Bir şey söylemedim, o durumda zaten çok geçmeden öğrenir. Tramvay yavaş gidiyor. İhtiyarın hasır şapkasında lekeli bir şerit var, muhtemelen ter ya da yağmurdan. 

Albu her zamanki gibi beni karşılarken tükürüklü tükürüklü öpecek elimi.
(Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Çeviren: Mustafa Tüzel. Görsel, Viyana'dan, "Her Yerde Yabancı.")

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Ses ve öfke

Kişi alışageldiği tempodan düşmeyegörsün... Geçen haftaların büyük kısmını hasta olup da yatağa düşmüş vaziyette geçirdim, yataktan dünyaya geri dönüşümü yaptıysam da halen kendimi Mars'ta Bir Antropolog, Kuzey Buz Denizi'ne düşmüş bir mandalina ya da Boğaz'a girmiş bir yabandomuzu kadar yabancı hissediyorum. Neyse, her şey gibi, bu da geçer elbette; yabancılaşmadan yaşayanlara aşina olmak ne mümkün diyeyim ve geçeyim.

Algıyı ters yüz etmek için bilinen pek çok metot var; ateş, bunlardan biri sadece - yüksek oldu mu içinize gömülüyorsunuz ama hafif seyredince kanıksayageldiğiniz pek çok şey, farklı görünüyor.
Zamanında Koltukname'nin Hasta Yatağında Okunacak Kitaplar başlıklı listesine bu minvalde önerilerimi sıralamışım; yeri gelmişken tekrar anımsatayım ve listelerin en güzelinin sürekli değişen, evrilen, genişleyen listeler olduğunu, bunlara gökten inme birer buyruk veya okul müfredatı gibi yaklaşılmasının sakıncaları bulunduğunu söyleyerek açtığım parantezi kapatayım. Sonuçta, hastalık, yatak vs. hep bahane, kitaplar her zaman emrinize amade, söylemeye hacet yok, biliyorsunuz.

Geçen haftanın hiç tartışmasız en büyük olayı, PEN'in İfade Özgürlüğü Ödülü'nün Charlie Hebdo'ya verilmesi etrafında kopan tartışmalar oldu. Ödülün açıklanmasıyla birlikte altı PEN mensubunun itirazları yükselirken sayı giderek arttı ve iki yüzün üzerinde yazar, yayımladıkları bildirgeyle bu ödülün Charlie Hebdo'ya gitmesinin yol açtığı "rahatsızlıktan" bahsetti. Bu hususta en sert yanıtlar ise Salman Rushdie'den geldi ve Rushdie, meslektaşlarını, sert bir biçimde eleştirdi. Nihayetinde, birileri PEN'in düzenlediği törende verilen ödülü ayakta alkışlarken birileri, bu karara şiddetle karşı çıkıyordu ve artık hayatta olmayan on iki Charlie Hebdo çizeri/yazarı açısından bakıldığında değişen bir şey olmuyordu.

Aralarında Joyce Carol Oates, Joshua Ferris, Peter Carey, Teju Cole, Francine Prose, Rachel Kushner gibi isimlerin yer aldığı protestocular, PEN'i, bahis konusu ifade özgürlüğü ödülünü hükümetlerin baskılarıyla zulüm gören yazarlara verme geleneğinden uzaklaştığı için eleştirmiş, Charlie Hebdo'nun kışkırtıcı ve rencide edici yayınının gerçekleşen katliamın ışığında yüceltilmesinin doğru olmadığını belirtmişti. Yazarların yayımladığı bildirge ise, kolonici bir geçmişe sahip Fransa gibi bir ülkede, Müslüman azınlıklar halihazırda türlü ayrımcılığa maruz kalırken Charlie Hebdo'nun güttüğü mizah anlayışının yaralayıcı bir etkisi olduğunun altını çiziyor ve insanların fikirleri yüzünden katledilmesinin onanamayacağını söylemekle beraber bu durumda verilecek bir ödülün Hebdo'nun açtığı yaraları görmezden gelmekle eşdeğer olduğunu iddia ediyordu. Salman Rushdie başta olmak üzere kimi yazarlar, bu kaygıları şiddetle reddederken PEN'den gelen açıklama, her fikrin değerli olduğunun altını çizerek itirazcıları kucakladı, kimileri ise bildirgeyi imzalayanları kendi kültürel hassasiyetlerini dayatma derdine düşmüşken olan bitene karşı kör kalmakla suçladı. Her kampın haklı olduğu hususlar vardı fakat kimse yüzde yüz haklı değildi ve birileri, çoktan mezara girmişti.

Esas mesele, ödülün hakkedilip hakkedilmediği değil de, mevzunun tanımlanmasına dayanıyordu aslında. Birilerinin mizah dediğine başkaları nefret söylemi olarak yaklaşınca, ortak bir zeminde buluşmak mümkün olmuyor ve böylelikle gerçekleşen eylemin nesnel bir biçimde ele alınması ihtimali ortadan kalkıyordu. 12 kişinin yaşamını yitirdiği bir katliam, Batı kültürüne yönelik bir eleştiriye zemin hazırlayınca da söyleyecek söz kalmadı. Ortak bir dili konuşmazken konuşmak, işe yaramıyordu zaten.

Hâlâ biraz hastayım sevgili blog okuru. Bunca farklı frekansın kopardığı gürültü, hâlâ beni rahatsız ediyor. Ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığının nerede başlayıp nerede bittiği tartışılabilir, fakat yaşam hakkı, tartışmaya açık değildir. Ödüllerse, evet, hemen her zaman, ödülü alana odaklı gibi görünse de, verenlerin değerlerini ortaya koyar. Charlie Hebdo'nun rencide edici mizahı, bugün değil de, katliamdan önce hakkıyla tartışılsa, manzara belki daha farklı olurdu - belki de, olmazdı. Belki de, politik doğruculuk ateşiyle kendi kimliklerini sağlamlaştırma aşkına düşenlerin, yaşam hakkına dair dürüst bir tartışmaya dahil olması daha iyi olurdu - belki de, olmazdı. Belki her şey bundan ibaretti işte, bir sürü çatlak ses ve öfkeden ibaret...

Belki de hepimizin ateşi var şimdi ve dünya, sancılı bir sanrılaşma sürecinde, hepsi bu. Herkesin sanrısı kendine.