31 Mayıs 2010 Pazartesi

Oralarda bir yer: Gazze

Gazze Blues, İsrailli Etgar Keret ve Filistinli Samir El-Youssef’tan ortak bir çalışma. Etgar Keret’i Türkçede yayınlanmış Nimrod Çıldırışları isimli kitabından ve Wristcutters (Bilekkesenler) gibi kimi filmlerdeki imzasından tanıyoruz. Samir El Youssef, Lübnan’da bir mülteci kampında doğmuş ve yurtdışına göç etmiş, Filistinli bir yazar. “İki tarafı da insanlıktan çıkarmanın çok zor olduğu bir konuda tarafları insancıllaştırmak adına bir çaba” olarak nitelemişler sayfalar üzerindeki birlikteliklerini. Kitabı Türkçeleştiren, Keret’in Nimrod Çıldırışları’nı da çevirmiş olan Avi Pardo.

Kitap, Samir El Youssef’un novellası Canavarın Susadığı Gün ile Etgar Keret’in kimileri farklı seçkilerde de yer almış 15 kısa öyküsünden oluşuyor. Kitaba adını veren öykü Erez kontrol noktasında geçerek Gazze Şeridi’ne giren bir avukat ve çömezinin mağdurlarla yaptıkları temaslara dair. Avukat çömezine bölgeyi terk ederken yanlış yerde doğmuş olduğunu söylüyor: “New Orleans’da (doğmalıydım) belki… Adım da Billy olmalıydı. Billy Whiteman, bir şarkıcı için iyi bir isim… Billy Whiteman ve Umutsuzlar. Bu olurdu grubumun adı. Sadece blues söylerdik.” Ortadoğu insanının bölgedeki durumuna dair yerinde bir tezahür bu, zira öykülerdeki çoğu karakter bulundukları noktadan kaçmaya hazır. Tarafların ve politik söylemlerin pek bir şey ifade etmediği, bireyin öznel varlığının toplumsal boyutta yaşananlar karşısında tehlikeye düştüğü karanlık bir resimle tamlanıyor öykülerin her biri. Her öykü karşımıza insanlıktan uzaklaşma, kendi subjektif gerçeğinden kopma noktasında karakterler çıkarıyor.

28 Mayıs 2010 Cuma

Öykü-gerçekliği

Taşıdıkları Şeyler isimli kitabını geçtiğimiz günlerde yayımladığımız Tim O'Brien, hikayelerin insanları kurtarma gücü olduğunu söylüyor. O'Brien'ın bahsettiği, öykü-gerçekliğinin olay-gerçekliğini kırabilme, anlatıcıyı aktardığı hikayenin dünyasında tanrılaştırma yetisi olduğu aslında... Paris Review'un 1965 tarihli bir söyleşisinde Hemingway'e yazı işlerine yönelik sorular yöneltiyorlar, nasıl yazdığına, yazma alışkanlıklarına dair bir şeyler, Hemingway de Silahlara Veda'nın son sayfasını 39 defa yeniden yazdığını belirtiyor. Söyleşilerde bazen soruları yöneltenin frekansının konuştuğu kişininkinden epey farklı olduğu hissedilir ya, bu da öyle anlardan biri, söyleşiyi yapan Hemingway'in duvarlarına çarpıp duruyor, hissediyorsunuz. Neydi takıldığınız nokta diye üsteliyor Paris Review; Hemingway çok net bir cevap veriyor: "Doğru kelimeleri bulabilmek."

Sadece yazıda değil, iletişim içeren her platformda doğru kelimeleri bulmaya çabalayarak tökezleye tökezleye ilerlediğimiz hayatlarımızda, birilerinin bu mesaiyi yaratıcı biçimde üstlenmesi oldukça cesaret verici. Hikayeler, belki de bu yüzden, kurtarabilir bizleri.

Tim O'Brien, Taşıdıkları Şeyler'de hikayelerini anlatırken hikaye anlatma sürecini de masaya yatırıyor. Savaştan, ölümden, patlayan bombalardan, ölen arkadaşlardan bahsederken dalların arasından sızan günışığını, içinde etraftaki bombalardan daha büyük şiddetle patlayan korku ve umutları, gökyüzünün derin mavisini; olanlar ve olanların zihnindeki yarım izleriyle, yükleriyle yaşamayı olay-gerçekliğinden öykü-gerçekliğine aktarıyor. Hem de kimi şeylerin anlatılmasının mümkün olmadığını, doğrudan anlatılamayacak olanı çevresinde dolana dolana vurgulamayı seçtiğini söyleyerek... Kadim depresiflerden Jean Rhys, zaman zaman yazıdan, zihinsel striptize benzettiği bu uğraştan usandığını ama yapmayı bildiği tek şeyin de bu olduğunu söylemiş, sanırım yine bir Paris Review söyleşisinde. Birhan Keskin'in yeni şiir kitabı Soğuk Kazı'dan birkaç dizeyle sonlansın bu yazı: "İnsan; insan ne ki, Şeytanın bacağı kırık kalıyor, İnsan derken."

Hikayeler kurtarabilir mi bizleri?

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Yaraların izleri

On altı yaşına geldiğinde güzel bir kız olmuştu; sert, soğuk ve kendinden emin. Aslında biraz çirkindi: Yüzü sıska ve kemikli, burnu bir şekilde kusurlu, ağzı biçimsiz ve bakışları sinirli bir kedininki gibi kesik kesik ve kuşkuluydu. Cildi damarlı ve solgundu; saçları öyle çarpıcıydı ki, haftalardır taranmamış gibi daima karmakarışık. Bir de on yaşında bıçaklı bir kavgada edindiğini iddia ettiği çenesindeki o orak biçimli yara izi vardı, yoksa yıllar önce babası tokatladığında odada uçup masanın keskin bir köşesine çarptığında mı olmuştu? Gözüm sürekli o yara izine kayıyordu, öyle ki yalnız olduğumda ya da okulda hayaller kurarken parmaklarımı kendi çenemin üzerinde o yara izini ararken yakalıyordum…
Kendimi bildim bileli onu nasıl izlediğimi düşünüyorum da; onu kıskanarak izliyordum, ama basit bir haset ya da küskünlükle değil, ondan belirli bir varoluş tavrı öğrenebilmek ümidiyle.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Masallara inanmak

Joyce Carol Oates'un masal formatına gönderme yapan romanı Güzel Bir Kız'ı bu ay yayımladık, biliyorsunuz. Geçtiğimiz sene bugünlerde Amerikan edebiyatının devlerinden Donald Barthelme'nin Pamuk Prenses'ini çıkartmıştık. Masal tematiğiyle ilgilenmeleri haricinde ortak bir noktaları olmasa da, Güzel Bir Kız'dan bahsederken Pamuk Prenses'i de anımsamak gerek.


Masal ve söylencelerin çağın aynası oldukları tartışılmaz elbette... Pamuk Prenses masalı; kadın ve erkeğin toplumdaki konumları, iyiliğin ödüllendirilip kötülüğün cezalandırılmasını öngören zamanın ahlak ve adalet anlayışı, kadının iktidar arayışında güzelliğin ve güzelliğin onaylanmasının rolü vs. gibi temaların yanı sıra, evlilikle “taçlanan” mutlu sonuyla bildiğimiz pek çok diğer masalla da benzeşiktir. Nesilden nesile nakledilmeleri dolayısıyla kültürel bilinçaltının yapıtaşlarından sayılan masallar arasından Pamuk Prenses’i ele alan Donald Barthelme, ana karakterini 1960’ların Amerika’sında konuşlandırarak kuşaklar boyu anlatıla anlatıla adeta ezberlenmiş, klişelerle yüklü bir anlatıyı aktif stratejilerle yerle bir ediyor.

21 Mayıs 2010 Cuma

Bedeninden ibaret


O, utangaç bir kızdı; kendi bedeniyle barışık değildi. Aynaya bakıp, kendi kendine, "Ben buyum," demezdi. "Bu ben miyim?" diye sorardı, şüphe ve güvensizlikle aksine bakarak. Öğretmenleri onu methettiklerinde ya da cesaretlendirdiklerinde söylediklerine inanmazdı. Eğer bir Spivak’sanız, insanların size acıdıklarından şüphe ederdiniz. Bir şeylerden kuşku duymak zorundaydınız. "Seni ümitlendirmek isteyecekler ve sonra da arkandan gülecekler." Bu, annesinin vereceği türden bir nasihatti. Babasının ise başka bir nasihati vardı: "Salla zarları, bak bakalım ne olacak." Neden olmasın ki? Bunun da altında yatan bir mantık vardı. Ve Katya, bu mantığı takdir ediyordu. Yine de, aslında annesinin haklı olduğunu biliyordu. O, üniversiteye gidebilecek bir kız değildi; devlet okuluna gidebilirdi belki; ama muhtemelen bu bile gerçekleşmeyecekti. Kendini buna hazırlaması gerektiğinin farkındaydı.

On üç yaşından beri hazırlanıyordu. Bayhead Harbor’daki kızlar gibi güzel değildi, ama bazen, erkeklerin ona yönelen bakışları onu çok şaşırtıyordu. Kendi yaşındaki çocuklardan ziyade, yaşı ondan büyük erkekler ilgileniyordu onunla, nedense. İşte bu yüzden kendi bedeninden tedirginlik duyuyordu. Annesi dikkatini çekene kadar farkında olmadığı, dolgun altdudağı ve yüzündeki o huysuz, somurtkan ifade. Katya’nın yüzündeki o ifade; insanın bir tane patlatası geliyordu. Ve Katya’nın o dudakları. Bu sözler onu yerin dibine sokuyordu. Kendi bedeni onu yerin dibine sokuyordu. Göğüsler, memeler, kıç; bunlar da onu yerin dibine sokan, utanç verici kelimelerdi. Daha altıncı sınıftayken başlamıştı bu sözleri duymaya. Ve hayatının geri kalanı boyunca devam edeceğini biliyordu.

Bir kadın, bedeninden ibarettir. Bir erkek ise birçok şey olabilir; yalnızca vücudu değil.


(Güzel Bir Kız; Joyce Carol Oates. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Yeryüzü sürgünleri


"Herkes bir anlamda sürgünde hissetmiyor mu kendini? Milleport ya da Lockport’a gittiğimde çevremdeki değişiklikler beni bir yabancı gibi hissettiriyor. Sadece zamanın içinde yol almak sürgüne çeviriyor insanı dünyada. Durum komik, çünkü dönüşen toplumun bireyi öğütür halde olduğuna işaret ediyor; bunu algılama biçimimiz ise trajik tabii..." - Joyce Carol Oates (Paris Review söyleşileri.)

14 Mayıs 2010 Cuma

Körebe


Mayıs ayı kitabımız Joyce Carol Oates'tan Güzel Bir Kız, bu hafta şehre indi. Oates, yüze yakın eseri ile çağdaş edebiyatın en verimli ve yenilikçi seslerinden biri; Türkçede yayımlanmış farklı eserleri de mevcut. Gündelik hayatın gotik ayrıntılarına, sıradan insanların yaşamlarındaki kırılma noktalarına ve suç öykülerine ilgi duyduğunu söyleyen Oates; etkilendiği unsurlar arasında Kafka'yı ve Joyce'u, William Faulkner ile Sylvia Plath'ı ve Bob Dylan ile Alice Harikalar Ülkesinde'yi sıralıyor. Güzel Bir Kız, masal formatına göndermeler yapan bir suç romanı aslında; suçlunun kim veya kimler olduğuna karar vermek ise okura kalmış. Oates'un başarısı, okuru karakterlerinin yaşadığı karanlık dünyada bir körebe oyununa ustaca çekebilmesi aslında; çıkışlar çoktan tutulmuş, mevziler belirlenmiş... Eleştiri düzenin kendisine yönelik, kişisel seçimler şartlar tarafından çoktan şekillenmiş.

Oates'un Can Ateşi isimli romanını epey evvel yayımlamıştık; Can Ateşi'nin neredeyse lirik, öfke dolu bir nabzı olan bir ilk gençlik romanı olduğunu söyleyebiliriz; Güzel Bir Kız, Can Ateşi'nin aksine bir tevekkül içinde yansıtıyor içinde yaşadığımız çarpık dünyayı. Güçlü ve güçsüz arasındaki dinamikler bütünüyle yalın ve yalınlığı dolayısıyla fazlasıyla çarpıcı.

Oates'u farklı bir tarzda tecrübe etmek için ideal bir roman Güzel Bir Kız. Önümüzdeki günlerde romandan daha detaylı olarak bahsedeceğiz.

Yazıyı noktalarken Bant'ın son sayısında takdire şayan bir Henry Darger yazısı olduğunu, Everest'in ise Amerika'nın Yanık Çocukları isimli şahane bir derleme yayımladığını da hatırlatalım. Çağdaş edebiyatın Dave Eggers, David Foster Wallace, Shelley Jackson, Jonathan Lethem, Sam Lipsyte gibi yükselen yıldızlarını bir arada deneyimlemek için ideal bir yapıt Amerika'nın Yanık Çocukları; Jonathan Safran Foer'in Kalp Hastalığı Noktalama İşaretleri İçin Bir Kılavuz adlı öyküsüne özellikle dikkat çekeriz. Açık havada kitap okuma mevsimi başladı; sedir, örtü, şezlong, bank ya da her ne olursa mevzilenip kitap keyfi yapma zamanıdır şimdi. Pazartesiye değin hoşça kalın!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Raydan çıkma halleri - Nick Cave ile Bunny Munro'ya dair


Bunny Munro'nun Ölümü'nü Eylül ayında İngiltere lansmanı ile eşzamanlı olarak yayınladık, hatırlarsanız. Yazar ile yaptığımız söyleşinin bir kısmı Habertürk gazetesinde, tamamı ise artık yayın hayatını sürdürmeyen Roll dergisinin edebiyat özel sayısında yer aldı. Bunny Munro'nun Ölümü, Cave'in önceki romanı Ve Eşek Meleği Gördü'den izler arayan okurları oldukça şaşırttı, yazarın ilerleyen zaman içerisinde nasıl dönüştüğünü görmek ve bir anlatıcı olarak kaygılarını tartmak açısından önemli bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda Cave'in Guardian ile yaptığı söyleşiyi bulacaksınız; Cave'in Siren söyleşisi ise önümüzdeki haftalarda yine blogumuzda yer alacak.


1.Bunny Munro’nun Ölümü sadece bir kitap değil, değil mi? Bir de sizin kendi sesinizden okuduğunuz sesli kitap versiyonu var. Bu kayıt için de müzik bestelediniz?
Evet. Warren Ellis’le beraber hazırladık sesli kitabı. Film müziklerinde de birlikte çalışıyoruz. Sesli kitapta katkısı tartışılmaz Warren’ın. Sesli kitaplara bayılırım; genelde başlangıçta ve sonda müzik olur bu tarz işlerde ama Bunny Munro’nun Ölümü için mega bir prodüksiyon yaptık. Halüsinasyona benzer bir şey yarattık, kulaklıkla dinlerseniz eğer… Ses yönlendirici oluyor, neredeyse fiziksel bir özellik kazanıyor. Mesela girişte Bunny’nin yatakta yattığı ve üzerine tavandan su damlayan bir sahne var, bu sesleri özel olarak yarattık, kulaklıkla dinlediğinizde o su sizin başınıza damlıyor gibi oluyor. Romana çok uydu, çünkü romanın psikadelik, neredeyse rüyamsı bir yanı var, bunu vurgulamamızı sağladı.
2. Bize biraz Bunny Munro’dan bahsedin… Bunny tamamen raydan çıkmış bir adam mı?
Özellikle erkeklerin tanıdıklarını hissedecekleri bir karakter yaratmaya çalıştım. Okuyan kadınlar da bu tip erkeklere aşina olduklarını söylüyorlar. Erkeklerin yakından tanıdıkları bir şeyi alıp biraz boyutlarıyla oynadım sadece.
3. Çok iyi bir adam değil Bunny. Alkolik ve seks bağımlısı bir karakter ve vajina takıntısı var. Kendini asmış haldeki karısına bakarken bile vajinasını düşünecek denli yoz – zihninin nasıl işlediğini buradan görebiliyoruz.
Bağımlı mı dediniz? Seks manyağı desek daha doğru. Bağımlı dediğimiz de sanki bir sorunu var ve bunun farkındaymış gibi geliyor kulağa. Öyle değil ama. Boktan şeyler yapıyor ama yine de sevilesi bir karakter olduğunu düşünüyorum Bunny’nin. Sempati değilse de anlayış duyulabilecek biri.
4. Bağımlılığa dair çok yerinde gözlemler var romanda. Ya da zihnin maddeyle bulanık olduğu zamanlara dair... Sizin de uyuşturucu etkisinde geçirdiğiniz dönemleriniz olduğunu biliyoruz, bunlar ne derece nüfuz etti anlatıya?
Uyuşturucu ile bazı tecrübelerim oldu. (Gülüşmeler) O kafayla babalık görevlerini yerine getirmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum diyelim. Uyuşturucu kullanmayalı çok zaman oldu ama bu işlerin nasıl olduğunu biliyorum ve kendi deneyimlerimden yararlandım yazarken.
5. Bu aynı zamanda bir baba-oğul öyküsü… Ya da aynı zamanda Bunny Junior’ın öyküsü – onun da sesi var kitapta. Ve çok dokunaklı…
Yapmayı denediğim şey Bunny’yi oğlunun gözlerinden göstermekti. Dokuz yaşındaki bir çocuk babasını nasıl görür? Bunny Junior babasını dünyanın en iyi babası olarak görüyor ama bizler okur olarak onun neler yaptığını biliyoruz. Bu noktada Bunny’ye biraz sempati de duyulabilir diye düşünüyorum. Kendi çocuklarımda da görüyorum bunu. Masumiyet çağındalar.
6. Bunny Junior babasının belden aşağı fıkralarına delicesine gülüyor, herkesten daha fazla…
O yaşlarda çocuklar nasıl olur bilirsiniz. Büyüklerin dünyasına katılmak isterler. Kendilerine açık olmayan bir dünyaya girmekten heyecan duyarlar.
7. Siz bu kitabı çocuklarınıza okutur musunuz?
Yo, hayır. Onlar için uygun değil. Ama çocuklar yetişkinlerin dünyasına katılmaya bayılırlar, orası öyle, deneyimlememeleri gereken bir şeyler yaşamaya bayılır çocuklar. Benim babam bana ben 11 yaşındayken yetişkinlere yönelik kitaplar okur ve okuturdu; Nabokov’un Lolita’sından pasajlar okuduğunu hatırlıyorum mesela. Uygunsuzdu belki ama babamın dünyasının bu açıdan bir parçası olmak benim için harikaydı da.
8. Kitabın sonunda aile kurumunu yerdiğinizi mi yoksa kurtuluş umudu olarak mı gördüğünüzü kestiremedim. Bu konudaki duruşunuz biraz muğlak bence romanda.
Bence ebeveyn olarak çocuklarımızın üzerindeki etkilerimizi abartıyoruz biraz. Çocuklar kendilerine özgüler çünkü. Toplum giderek boğuyor çocukları bu anlamda. Bunny Munro’yu babalık adına bir rol modeli olarak sunma meraklısı olduğumdan değil.
9. Siz anne babanızı sever miydiniz?
Evet, hem de çok. Babamla ilişkim ergenlik çağına adım attığımda gerildi tabii. Sonra o, ben 19 yaşına geldiğim zaman öldü – ama 11, 12 yaşıma değin kırsal bir yörede büyüdüm ben ve hayatımı çok seviyordum. Ondan sonra her şey yokuş aşağı gitmeye başladı. (Gülüşmeler) Babam Avustralya’da bir kasabanın lisesinin matematik ve İngilizce öğretmeniydi.
10. Çocukken neler okurdunuz onu merak ediyorum.
Edgar Rice Burroughs’un Tarzan kitaplarına bayılırdım.
11. Dindar mısınız?
Hayır. Ama şarkılarımda yıllar boyu öykülerini anlattığım karakterlerden oluşan bir kitlem var benim. Onlara yarattığım ortamda bir çeşit Tanrı mevcut. Bazen hiddetli bazen de şefkatli bir Tanrı. Bazen de yokluğuyla var olan bir Tanrı sadece. Kişisel olarak Tanrı’ya inanıyor muyum peki? Hayır, inanmıyorum.
12. Bunny Munro’nun en göze çarpan yanı hayal gücünden yoksun olması. Takıntılı olduğu kadınlar konusunda bile anatomilerinin belli bir bölgesine odaklanmak harici pek bir şey yapmıyor.
Evet, kendi de bunu itiraf ediyor zaten. Ben bunu garip bir biçimde cazip dahi buluyorum. Arzuları çok basit ve az gelişmiş.
13. Kylie’den epey bahsediyor kitap. İkinizin arasında bir tür şaka mı bu?
Keşke öyle olsaydı. Kylie’ye kitabı gönderdim ve ona bir özür mektubu yazdım Bunny Munro adına. Kylie’nin büyük bir hayranıyım. Alınmayacağını umuyorum.
14. Kitap yazmak şarkı yazmaktan daha mı zor?
Hayır, aksine. Kitap yazmak çok daha kolay. Şarkı yazmak benim için dehşetle dolu bir tecrübe. Kitabı yazarken kontrol sizde oluyor, oysa şarkının sizden bağımsız bir yaşamı var. Bir dize yazılsa bile müziğe döküldüğünde işlemeyebiliyor. Ama bir karakterin peşine takılıp gitmenin çok keyifli bir tarafı var.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Zaman parça parça sarkıyor

Joyce Carol Oates'un Güzel Bir Kız'ı birkaç gün içinde kitapçılarda olacak. Güne kitap ve Oates hakkında bir blog yazısıyla başlama kararındaydım ancak biliyorsunuz, blogda kurallar esnek, çağrışımlar çeşitli. Tasarlanmış yazıyı erteleyip mayıs sıkıntısının eşsiz yoldaşlarından Ingeborg Bachmann'a bırakacağım sözü. İyi haftalar.


Ama bu sabah hemen yine uyuyamamıştı, sadece rahatlayıp gevşemiş ve mutlu, yatak yorganlara gömülmüş yatıyor ve düşünüyordu: Korkunç. Bir şeyin katlanılmazlığına ilişkin belli belirsiz bir duygu vardı içinde, ama ne olduğunu bilmiyordu...

Dikkatle yataktan çıkmaya davrandı, ama bitkinlikten hemen yine yatağın içine yıkıldı, çünkü ilk yapılacak şey üzerine bir kez daha düşünülmesi gerekiyordu. Bir süre sonra Beatrix, yavaş yavaş ayılıp kendine gelen bu baygın kişi, gözlerini kırpıştırarak çalar saate, oryantasyon dolayısıyla nefret ettiği kadar gereksindiği bu aygıta baktı, saat on biri geçmişti çoktan. Uyandıktan sonra yeniden uyuduğunu anımsayamadığı için, gözüne bir bilmece gibi göründü bu, daha ilk çeyrek saatte gücünü tümüyle harcayıp tüketmişti; içinde, derinlerde bir şey biraz sessizce onu geri çekilmeye çağırıyordu. Beatrix karar verdi, kendini hiçbir şeye zorlamayacaktı, çünkü bir şeyi zorla ele geçirmeye kalktı mı, çabası boşa gidiyordu hep...*

7 Mayıs 2010 Cuma

Hayatın ağırlığı


Duruşları dikti genellikle, onurlu. Fakat panikledikleri zamanlar olurdu arada sırada; çığlık attıkları ya da çığlık atmak isteyip atamadıkları; seğirdikleri ve inledikleri ve başlarını örttükleri ve İsa Aşkına dedikleri ve yerde yuvarlandıkları ve körlemesine ateş ettikleri ve sindikleri ve hıçkırdıkları ve gürültünün kesilmesi için yalvardıkları ve sapıttıkları; ölmemeyi umarak kendilerine ve Tanrı’ya ve annelerine ve babalarına tuhaf vaatlerde bulundukları zamanlar. Farklı farklı biçimlerde de olsa, hepsinin başına gelirdi. Daha sonra, ateş kesildiğinde, gözlerini kırpıp başlarını usulca kaldırırlardı. Bedenlerini yoklarlar, utanç hissederler ve bunu hemen gizlerlerdi. Kendilerini ayağa kalkmaya zorlarlardı. Ağırlaştırılmış çekimde, kare kare, dünya eski mantığına bürünürdü - mutlak sessizlik, ardından rüzgâr, ardından güneş, ardından sesler.

Hayatta olmanın ağırlığı.


(Taşıdıkları Şeyler, Tim O'Brien; çeviren: Avi Pardo.)

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Yazı İşleri


'Yazı İşleri' blogumuzda sık sık yer verdiğimiz bir tema, biliyorsunuz. Çok sevdiğimiz yazarlardan Haruki Murakami'nin The Believer'dan Sean Wilsey'le gerçekleştirdiği söyleşi, tam da bu meselelerden, yazma uğraşının kişisel ayrıntılarından yola çıkıyor. Murakami'nin kitapları ülkemizde Doğan tarafından yayınlanıyor, İngilizce olarak okumak isteyenlere Hard Boiled Wonderland and the End of the World (kendi romanları arasında en sevdiği de buymuş) ile şahane öykü kitabı The Elephant Vanishes'i de öneririz.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Kayıp Zamanın İzinde - Anıkolik


Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde’de, Küçük Madlen adı verilen bir keki çayına batırıp geçmiş günlere yoğun bir sarhoşluk içinde geri dönerken ‘‘Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir,’’ diyor.

Pagan Kennedy’nin Anıkolik isimli romanında bu kudretli nesne, Mem adı verilen bir hap. Proust'un Madlen’i gibi ufacık ama gücü aşkın. Bu hap, kullanıcısını geçmişinin en pırıltılı anlarına geri götürüyor, aradan geçen zamanın körelttiği, yitmiş mutluluklara dair anıları yeniden yaşamayı sağlıyor. Unutulmuş heyecan ve coşkuları, geleceğin önümüzde umut yüklü, uçsuz bucaksız bir olasılıklar ülkesi gibi uzandığını hissettiğimiz anları… Anıkolik'in ana karakteri Win Duncan, bu hapın, Mem'in yardımıyla kendi kayıp zamanlarının peşinde. Gerilerde bir yerlerde yitirdiği umutlu benliği üzerinden bugünkü hayatını yeni baştan kurgulama niyetiyle, çekici olduğu kadar tehlikeli bir maceraya atılıyor. Fanzin yazarlığı ve The Village Voice gibi muhalif yayınlardan tanıdığımız Amerikalı yazar Pagan Kennedy, Douglas Coupland'ın yirmili yaşlarında Kaliforniya çöllerinde yaşama sırtlarını dönmüşken bıraktığı X Kuşağını kırklı yaşlarında hayatıyla baş edemeyen Win Duncan’ın çehresinde yakalıyor. Şimdiye tahammül etmek adına geçmiş zamanlardan medet uman Win Duncan'ın içinde yaşadığı dünyayla uyumsuzluğu, yaşantısını onu mutlu edecek şekilde yeniden inşa etme konusundaki acizliği Coupland’ın karakterleriyle arasında bir akrabalık bağı olduğunun göstergesi.