29 Nisan 2016 Cuma

N-n-n

Cesar Aira ile başlayalım: "Nihayetinde biyografi, edebiyattır. Ve edebiyatta mühim olan ayrıntı ile atmosfer, bir de bu ikisinin dengesidir. Şeyleri görünür kılan şaşmaz ayrıntılar ile canlı, bütünsel bir atmosfer, ki onun yokluğunda ayrıntılar fragmansı bir envantere dönüşür." Türkçeye çevrilmiş Cesar Aira'lar için sizi böyle alalım - oturduğu sandalyenin altından çekilmesine sinirlenmeyecek olanlara, geleneksel anlatım prensiplerini takip etmeyen bir yazar karşısında heyecan duyanlara, uzun lafın kısası, yenilikten korkmayan, yenilikçi bir yazarla tanışmak isteyen açık görüşlü okurlara öneririm. Heyecan verici.

Taht Oyunları'nın yeni sezonu başladı ve dizi, George R. R. Martin'in kitaplarının 'önüne' geçti bildiğiniz gibi - Ben ne yaptım da kendimi MensJournal adlı bir websitesinde buldum bilmiyorum ama ilgili yazı gayet iyi: En sevdiğiniz Taht Oyunları kahramanına göre okuma önerileri. Mesela Daenerys severlere Ursula K. Le Guin'in Yerdeniz serisi, Tyrion Lannister'ın takipçilerine Lagerkvist'in Cüce'si (bu tartışmaya açık bir öneri esasen), Littlefinger'ın çeviridği dolaplardan haz duyanlara Patricia Highsmith'in Ripley serisi, Brienne'e hayran olanlara Calvino'nun Varolmayan Şövalyesi... Aria'cılara tavsiye edilen Shirley Jackson klasiği We Have Always Lived in the Castle, önümüzdeki aylarda bizim yayımlayacağımız kitaplardan biri, bu vesileyle onun da notunu düşmüş olalım. Kapanışı, Taht Oyunları ve Moleskin işbirliğiyle hazırlanan akıllara zarar kağıt 'hadisesiyle' yapalım: Kağıda dönüşen jenerik.

Prince'in ölümü gizemini halen korurken: Müzik neden bu kadar güçlü? Üzerine, yeri gelmişken diye, bizim bu aralar en çok dinlediklerimiz, parçalıbulut adlı listemiz. (Grooveshark'ın yası sürüyor.)

Bu haftanın notları popüler kültür damarından ilerlediğine göre geçen pazar günü HBO'da yayımlanan 'görsel albümü' ile ortalığı en hafif tabirle sallamış ve tuhaftır, aldatıldığını ifade etme tercihi ile ('Hayat size ekşi limonlar sunuyorsa siz de limonata yapın!' mottosu doğrultusunda) kahraman ilan edilmiş olan Beyonce ve Lemonade ile yapalım: Tamamı değil ama fikir edinmek için yeterli. Üzerine, olası ilham kaynaklarından biri olduğu iddia edilen: Pipilotti Rist ve Ever is Overall. Ardından, Beyonce'nin daha önce atıfta bulunduğu bir edebiyatçı: Chimamanda Ngozie Adichie. Adichie'nin We Should All Be Feminists'i için buraya, en son yayımlanan kitabı Amerikana için buraya buyrun.

Haftanın notları burada biter.

İyi tatiller.

(Görselde Otto Schade ve Ronzo'nun dokunuşuyla duvar. Londra.)




27 Nisan 2016 Çarşamba

Lazarus



“Yaptığım şey bu: Dünyaya yumruk sallamak.”[i]

2016’ın ilk günlerinde parlak bir yıldız kaydı, geriye sevenlerine illa ki bulaşan tozu kaldı: 8 Ocak’taki doğum gününde Black Star adlı yeni bir albüm çıkaran David Bowie’nin, bundan birkaç gün sonra -sesi tüm dünyada yankılanır, albümde de yer alan Lazarus (!) adlı şarkısıyla aynı adı taşıyan müzikalinin Broadway’de sahnelenmesi vesilesiyle posterleri New York şehrinin duvarlarını kaplarken- hayata veda ettiği duyuruldu.

Sanatçının gizlediği hastalığından bihaber olanlar için ani ve şaşırtıcı bir ölümdü bu; anlatıda yeni bir dönemeç alınacağı zannedilirken konan nihai nokta. Oysa taşlar, haberin duyurulmasından kısa süre sonra yerine oturmaya başlayacak, yeni albümün sanatçının kendi yok oluşuna yaktığı bir ağıt niteliği taşıdığı anlaşılacaktı. Bir vedaydı bu; sanat yaşamını değişim ve dönüşüm üzerine inşa etmiş bir vizyonerin kendi anlatısına kendince biçim verme, sekteye uğramasına zemin tanımama girişimi – meşum bir hastalığa boyun eğip hikayenin sonunu ona teslim etmektense onu bekleyen ölümü kendi estetiğine yedirme hamlesi... Listelerde bir numara olan Black Star’ın (Kara Yıldız) bir tür kanser lezyonunu betimleyen terim olmasından tutun şarkı sözlerinde geçen, “Yukarıya bakın, göklerdeyim,” dizesine varana değin hikaye, ölümün ışığında yeniden okunmakta ve anlaşılmaktaydı şimdi: Sanatçı, kendi hakikatini, anlattığı hikayede doğrudan ve dolaylı biçimlerde ortaya koymuş, belki de, yaklaşan ölümüyle böyle baş etmişti. Ardında sanat yaşamıyla bağdaştırmayı başardığı şairane bir ölümün gölgesini bırakan Bowie,[ii] bunlar konuşulduğu sırada gizli bir törenle yakıldı ve küller, küllere dönüştü.

Belki tesadüfiydi, belki tam da böyle olmasını istemişti: Gelgelelim Bowie, pek az faninin yapabildiği bir şeyi yapmış, yaşam öyküsünün sonunu kendi mitolojisinin bir parçası haline getirmeyi başarmıştı. Bu ölümün ışığı yahut gölgesinde yıldızlar gerçekten de farklı görünüyordu; öyle ki Mars yakınlarında bulunan ve dış hatları çakan bir şimşeği andıran takımyıldıza onun adı verildiği yolunda bir haber yayıldı, fakat ardından yalanlanarak uzayda Bowie’nin adını taşıyan yegane şeyin bir asteroid olduğu söylendi.[iii] Öyle ya da böyle Bowie, yıllar boyunca kurguladığı anlatının ölümün sakilliğiyle yıkılmasına izin vermemiş ve insanlığın onca zamandır bakıp düş kurduğu aleme ebediyen çekildiği izlenimini perçinlemişti.

(...)


[i] Dyer, Geoff. Bir Hışımla. Çeviren: Seda Ersavcı.
[ii] Dönüşümü sanatının merkezine yerleştirmiş olan Bowie’den ölüm bağlamında bahsetmek -bu ölüm her ne kadar özenle kurgulanmış gibi görünse de- son derece güç. Öte yandan bu güçlük, sanatçının yarattığı aura ile ilgili olsa gerek, zira ölüm haberi karşısında sosyal medya, buna inanamadığını haykıran binlerce mesajla kaynamaktaydı: Sanatçı, her nasılsa sevenleri üzerinde, fani olmadığı yolunda bir izlenim yaratmayı başarmıştı. Anlatının gücü.
[iii] National Geographic’in haberine göre 2008’de keşfedilen bu asteroide David Bowie adı, ölümü sonrasında değil, 2015 yılının Ocak ayında verilmiş.

(Alıntı: IAN Edebiyat'ın Şubat sayısında yayımlanan "Hakikat Perdesinde Hayal Oyunları" adlı yazımın girişinden, görselde Kensington'daki Waterstones mağazasında Bowie'nin seçkisi yardımıyla oluşturulmuş seçki masası - David Bowie'nin sevdiği kitapların ayrıntılı listesi için Koltukname'ye buyrun.)

26 Nisan 2016 Salı

Umut!







Görseller Londra kitabevlerinden, günün alıntısı Etgar Keret'in taze taze raflara inmiş kitabı Domuzu Kırmak'tan gelsin: "Belki, her şeye rağmen, hâlâ umut vardır."

25 Nisan 2016 Pazartesi

Hikaye!

Burada da alıntıladığım bir söyleşide yönetmen Wim Wenders, graffitinin korkunç bir illet olduğundan, şehir sokaklarının sloganlara bulanmış olmasının dehşetli bir vandalizm ortaya koyduğundan vs. bahsediyordu, belki hatırlarsınız... (Esas derdi, filminin arka planını denetleyemiyor olmaktı.) Ben, kendi adıma, şehirlerin duvarlarına atlayan sanattan haz duyuyorum ve bu eserlerin doğrudanlığından, kurumsallaşmaya karşı anonim tavrından vs. etkileniyorum. Londra'da, henüz bir yıl önce karşısında durup nefesimi tuttuğum duvarların bir çoğunda başka işler, başka şeyler vardı mesela; zamanla sürekli gelişen, değişen ve dönüşen şehir panoraması sokak sanatını da kapsamaktaydı. Öte yandan, bir yıl önce şuursuzca bir sokak yanından geçmiş olduğum ROA imzalı dev kirpiyle bu defa karşılaştık - o zaten şaşkındı, ben ondan daha şaşkın... (ROA, sokak duvarlarına şehir sakinleri arasında olan ama çoğu zaman insanların gölgesinde pek görünmeden yaşayan hayvanları/kemirgenleri vs. resmediyor; ilginizi çekerse buradan inceleyebilirsiniz. Şurada da yine çok çarpıcı bir Thierry Noir derlemesi var; belgesel niteliğinde.)

Her neyse, başlı başına birer ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm bu çok sesli duvarlardan bazı kareler aşağıda, fakat arşiv o denli genişledi ki fotoğraflar için bir tumblr sayfası açacağım bir ara, notunu düşerim.

Aşağıda donklondon, cernesto, Zabou, Stik ve Mr. Fahrenheit'a ait birtakım bir şeyler ve tabii bir de konuşan bir şehir var, mırıldanan, bağıran, anlatan - hikayeyi çıkarsamak, her zamanki gibi, okura düşüyor.

İyi haftalar!













22 Nisan 2016 Cuma

N!

Halen Londra notlarımla boğuşmakta olduğumdan bu cumanın tek notu aşağıda, iyi dileklerim sizinle... Hafta sonu kitap okunur, hatta, açık havada kitap okunur!

İstanbul'daysanız şahane: Bugün, yarın ve sonraki gün - Dünyanın fanzini şehirde! Fanzin iyidir, zihin açar; kendi kişisel favorim tarihten efsanevi yaprak olup gelsin, o zamanlar ortalıkta bulunmayıp merak eden sahafları tavaf etsin: Mondo Trasho. Internet'ten önce fotokopi var idi.

İyi tatiller!




21 Nisan 2016 Perşembe

Domuz!


Ben beş yaşındayken yurtdışında yaşayan bir aile dostumuz bizi ziyarete geldi ve abime, ablama, bana hediyeler getirdi. Onların ne aldıklarını anımsamıyorum, ama üç hediye paketinin en büyüğünün benimki olduğunu anımsıyorum. Ambalaj kağıdını yırtıp karton kutuyu açtığımda gülümseyen, pembe, porselen bir domuz gördüm. Adama kibarca teşekkür ettim, ama biraz hayal kırıklığına uğradığımı da itiraf etmek zorundayım. Porselen bir domuz ile ne gibi oyunlar oynanabilirdi ki? Aile dostumuz, yüzümdeki hayal kırıklığını görünce bunun bir domuz kumbarası olduğunu söyledi. “Biriktirmek istediğin paraları,” dedi, cebinden bir madeni para çıkararak, “domuzun sırtındaki yarıktan içeri atarsın ve para zamanla birikip çoğalır.”

(...)

(Alıntı, Domuzu Kırmak'ın -gözlerim dolmadan okuyamadığım- sunuş metninden. Bütün Keret kitaplarında olduğu gibi, bu kitabın da türlü türlü hikayesi var, ama sanırım, en unutulmazı, 'Sunuş'un Hikayesi' olsa gerek - sadece çevirmeni, editörü ve bir iki kişinin bildiği bir hikaye... Baharların en güzeli, yeni Keret öyküleriyle geleni olabilir mi? Domuzu Kırmak, şimdi tüm kitapçılarda.)



20 Nisan 2016 Çarşamba

Londra havası!






Yurda dönüşüm, yazı yazıyor olmamdan da tahmin edebileceğiniz üzere gerçekleşti, sevgili blog okuru; Londra Kitap Fuarı, içinde bulunduğum ruh halinden midir bilinmez ama aşırı hareketli ve heyecanlı geçti. Öncelikle bir hususu açığa kavuşturalım: Londra, tıpkı Frankfurt Kitap Fuarı gibi sektör içi bir telif fuarı; yani İstanbul, İzmir vs. gibi perakende satışa odaklı bir fuar değil, okur gelip de kitap satın almıyor, burada kitap değil, telif satılıyor. Kabaca özetlersek: Yayımlanmış ya da ağırlıklı olarak yayımlanacak kitapların haklarını temsil eden ajans, yayınevi ya da bağımsız kişiler, genellikle dünyanın dört bir yanından gelmiş yayıncı ya da editörlerle fuar kapsamında yarım saatlik görüşmeler yapıyor ve telif satışına yönelik olarak kataloglarında yer alan metinleri tanıtıyor, teklifler veriliyor, pazarlıklar gerçekleşiyor, bol bol (haliyle kitap odaklı) dedikodu dönüyor, tüyolar veriyor, anlayacağınız, koskoca salonlarda masalara oturmuş binlerce kişi, durmaksızın kitaplardan bahsediyor. Böyle romantik betimlediğime bakmayın; sonuçta ihaleli, çekişmeli, rekabet dolu bir sektörden bahsediyoruz; yine de kişinin neyi, niçin yaptığını bilmesi, hangi amaçla nasıl adımlar attığının farkında olması şart elbette... Her neyse, bu fuar, geçen yılkinden daha cazipti bana göre, bir süredir hüküm süren 'kıyıda köşede kalmış klasikleri bulup çıkarma ve yeniden yayımlama' dalgası bir nebze hafiflemiş ve yeni yazarlar, çıkış romanlarıyla yeniden kataloglarda arz-ı endam etmeye başlamışlardı - klasiklerle bir alıp veremediğim olduğundan değil, bilakis, klasik klasiktir ve tartışmaya açık değildir, (bunu yazmak dahi abes) öte yandan yeni seslere zemin tanımayan bir yayıncılık mecrası (bana göre) çok da heyecan verici değil, dolayısıyla, son birkaç yıldır ağır basan temkinli ve muhafazakar yaklaşımların bir kenara bırakıldığını ve yeni yazarlara yeniden alan açıldığını görmek umut vericiydi. Siren için en heyecan verici olan şey ise, on bir yıllık bir aradan sonra yazdığı müthiş romanı Here I Am'i sene sonunda yayımlayacağımız Jonathan Safran Foer ile bir akşam geçirmekti kuşkusuz - Jonathan Safran Foer, Londra'da yayıncıları ve editörleriyle biraraya geldi ve on beş, on altı kişilik bu grup, sonbaharda yayımlanacak yeni kitabın şerefine fuar bitiminde bir kutlama yaptı, böylelikle yeni kitabın ilk okuyucuları yazar ile birlikte bir akşam geçirme fırsatı yakaladı. Çok ses getirecek bu müthiş romanın yayımlanması için şimdiden sabırsızlandığımı söyleyeyim, uzun zamandır okuduğum metinlerden hiçbirinin beni bu denli sarsmadığını ekleyeyim ve roman yayımlanana kadar hakkında başka bir söz söyleyemeyeceğimi belirteyim - biraz bekleyin, gerçekten değecek.

Özetle: günde yirmi kilometre yürünmeyen fuar fuar değildir prensibiyle bu sene de hem fuar alanında hem de sokaklarda epey taban tepildi, fuar sonrasında şehrin kitabevleri adeta saha araştırması yapılırcasına didik didik edildi ve nihayet, yılın geri kalan zamanlarında mıhlandığımız masaların başına geçildi - heybede pek çok kitap ve tasarı, elbette ki bolca ilham ile.

Duyuruları zamanı gelince yapacağız, biz, şimdilik, iyi ki kitaplar var diyelim sadece.

İyi ki!


14 Nisan 2016 Perşembe

Soluk



Romanlar uzun solukludur. Romancılar öyle olmasını ister. Kimse tam olarak ne anlama geldiğini bilmez ama herkesin dilindedir işte: uzun soluklu. Bir bebeğim ve ortanca bir oğlum var. Nefes aldırmıyorlar bana. Benim yazdığım her şey kısa soluklu - öyle olmak zorunda. Soluklanacak yer az burada.

(Kalabalıkta Yüzler. Valeria Luiselli. Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde, İstanbul metrosunun en sevimli ve gizemli sakinlerinden biri, treni uğurluyor.)

13 Nisan 2016 Çarşamba

Ayna



Dediğim gibi, bu satoriye nasıl ulaştığımı bilmiyorum ve tek yapabileceğim, en başından başlayarak anlatmak, işte, belki o zaman aradığım yanıtı hikayenin can damarında bir yerlerde bulabilir ve mutlu mesut sonuna varabilirim, sırf muhabbet olsun diye hikaye anlatmak edebiyatın bir başka (ve benim en sevdiğim) tanımıdır, muhabbet olsun ya da dini bir ders çıkarılsın, gerçek dünyaya dair dini değeri olan bir şeyler öğretilsin diye, kaldı ki (burada olduğu gibi) edebiyatın o gerçek dünyayı yansıtması gerekir. 

Bir başka deyişle -bunu da söyledikten sonra konuyu kapatacağım- şöyle olsaydı ne olurdu ACABA diye gelişen uydurmaca öykülerle romantik anlatılar, çocuklara ya da hasta, yaralı, akşamdan kalma veya çıldırmış oldukları anlarda aynaya bakmaktan korkmakla kalmayıp kendileriyle bir kitapta 
karşılaşma olasılığından da çekinen beyinsiz yetişkinlere göredir.

(Paris'te Satori, Jack Kerouac. Çeviren: Zeynep Akkuş. Kerouac, hakikat diye haykırıyor.)

12 Nisan 2016 Salı

Dergi




Bu ayki IAN Edebiyat'ta, ahir zamanlarda yazmak ve yaşamaya dair bir şeyler yazdım. Yakılan kitaplardan yazılanlara, hatta böğrümüze saplanan bıçaklara uzanan bol dipnotlu bir hadise oldu - Fakat benim yazım bir yana, IAN Edebiyat'ın her sayısı, özgün içeriğiyle bir öncekinin çıtasını aşıyor, şiddetle tavsiye ederim - dergiyi tüm kitabevlerinde bulabilirsiniz.

(Görselde, Art Basel Miami'de gerçekleşen tuhaf olaydan kareler, kaynak: ArtNet.)

8 Nisan 2016 Cuma

N-n-n



Notlara başlangıç uyarlamalarla:

Elijah Wood, BBC'nin Douglas Adams uyarlamasında yer alacak: söz konusu seri Kutsal Dedektiflik Bürosu için buraya. Ardından, bana sorasanız şaşırtıcı bir uyarlama haberi: Nicholas Cage, Joyce Carol Oates uyarlıyor; Rape: A Love Story, Vengeance: A Love Story adıyla ve Cage'in yönetmenliğini yapıp başrolünü oynadığı bir filmle sinemalara geliyor. Son uyarlama haberi bizim kitaplarımızın birinden: Dave Eggers'ın Kral için Hologram'ı, Tom Tykwer'in yönettiği, başrolünde ise Tom Hanks'in yer aldığı uyarlamasıyla 22 Nisan'da sinemalarımızda olacak. Lost in Translation'ı sevenler, bunu da sever diye düşünüyorum, benzer bir damardan ilerliyor. Tykwer'in Prenses ve Şövalyesi, uzun zaman önce izlediysem de unutamadığım filmlerden biri, ben de merakla bekliyorum.

Bana böyle haberlerle gelsinler: "Hırsız kedi enselendi!" Üzerine, yazarlar ve kedileri: "İnsan kediyle melezlenebilseydi bu insanın hayrına olur, kediyse bu işten zararlı çıkardı."

Adamın biri, kitaplarından kuleler yapıp kamusal alanlara yığmaya ve insanların nasıl tepkiler verdiğini gözlemeye başlamış... Neden mi? İşte! Anı yaşamak için.

Kağıda basılamayacak kitapları 'deneyimlemek' için yeni uygulamalar - oldukça ilginç bir yazı. Bu bağlantıyı tasarımıyla öne çıkan matbu bir kitap vesilesiyle yapılmış söyleşi ile eşleyeyim - Murathan Mungan ve Birhan Keskin, Mungan'ın bugün çıkan kitabı Solak Defterler'den bahsediyor.

Kapanışta, bu hafta okuduğum yazılar arasında en sevdiklerimden biri: Elif Bereketli, Mitos Boyut Yayınları'nın başındaki T. Yılmaz Öğüt ile söyleşiyor - Mitos Boyut'un kitapları için buraya. Tiyatro bir yana, oyun okumak çok güzeldir, insanın zihnini parlatır - ben söylemiş olayım, ama belki siz, zaten okuyorsunuzdur.

İyi tatiller!

(Görselde, Fanakapan'a ait bir iş, Brick Lane civarından. Kişisel bir not düşeyim: Haftaya Londra Kitap Fuarı'nda olacağım, bağlantı ve vakit bulabilirsem oradan notlar paylaşacağım.) 


7 Nisan 2016 Perşembe

Yangın

...

“Bazı şeylerin yitmesini, kararmasını ve değişmesini görmek özel bir zevk veriyordu.”[i]

Geçen haftanın alevler içindeki siyasi gündeminde haliyle pek ilgi görmedi ama Rusya’da, kendilerine ‘Pagan Kütüphaneciler’ adını veren bir grup genç, Youtube’a yükledikleri kitap yakma videosuyla adlarını duyurdu. Pagan Kütüphaneciler, kuşkusuz ki bu devirde internette paylaşılmaksızın gerçekleşen her tür icraatın anlamsız olduğunun bilincindeydi. Etrafında dans ettikleri “şenlik” ateşine Henry Miller kitapları atarken bir video çekmeyi ihmal etmemiş, yorum kutusunda da yazarın eserlerinin “ahlaken çürümekte olan Batı dünyasının arketipi” olduğunu belirtmiştiler. Pagan Kütüphaneciler, vurgulamak ve lanetlemek istedikleri bu çürümeden, bu yozlaşmadan uzaklaşmak için Henry Miller imzalı kitapları toplayıp yok etmek gerektiği hususunda ısrarlıydı.

Dünya, onlarınkinden daha gaddar, daha dehşetli kitap yakma girişimlerine tanık olmuştu gerçi. Eserleri mahkemelerce yargılanmış, kendi ülkesi dahil pek çok ülkeye senelerce sokulmamış olmasına rağmen çağdaş edebiyatın klasikleri arasında anılan Henry Miller’ın, bu saatten sonra, bu çığırından çıkmış dünyada böyle bir girişimle yıpratılacak değildi tabii. Kitap yakan kütüphaneciler, ifadenin ortaya koyduğu çelişkiyle, olsa olsa, itfaiyeci olarak geçmesine rağmen görev tanımı kitap yakmayı gerektiren kurmaca kahraman Guy Montag’ı[ii] anıştırmaları dolayısıyla ilgi çekebilirdi. Gelgelelim dünyanın siyasi gündemi, bunun da uzun uzadıya tartışılmasına izin vermedi. Pagan Kütüphaneciler, gündemin bağırsaklarından usulca geçip öğütülüverdi.

...



[i] Bradbury, Ray. Fahrenheit 451. Çevirenler: Zerrin Kayalıoğlu, Korkut Kayalıoğlu.
[ii] bkz. Fahrenheit 451.

(Yazının tamamı, IAN Edebiyat'ın Nisan sayısında. Dijitali yok; kitapçınızdan isteyiniz.)

6 Nisan 2016 Çarşamba

Satori!


Sonda söyleyeceğini en başta haykıran bir metin: Paris'te Satori. Bir yol anlatısı, evet, ama fazlası; bir aydınlanma hikayesi, evet, ama fazlası; bir arayış öyküsü, evet, ama fazlası - hepsininin toplamı ve daha azı. Yaşamla eşzamanlı ve yaşama saygılı.

Kerouac, Paris'te Satori'de, kökenini araştırma amacıyla çıktığı Fransa seyahatini anlatıyor... Gerçeklere dayalı bir metin bu; yazar, ne anlatacağını daha ilk sayfalarda, hatta kitabın adıyla açık ediyor okuruna. Gizlisi saklısı olmadığı gibi, aldığı nefesten daha büyük, daha yüce bir iddiası da yok... Geleneksel anlatının giriş-gelişme-sonuç odaklı -ve yaşam akışından hayli uzak- formüllerine inat, Paris’te Satori’de sonuç girişte yer alıyor, lafa özetle başlanıyor. Bir aydınlanma anlatılan ama neye dair değil nasıl olduğu önemli zira Kerouac için mühim olan, vardığı nokta değil, tuttuğu yolun ta kendisi: “Paris hakkında yazdığım yeni roman 30.000 kelime kadar ve onu olduğu gibi, kurşunkalemle nasıl yazdıysam öyle bırakacağım.”[i]

Paris'te Satori, şimdi tüm kitapçılarda.







[i] John Clellon Holmes’a mektup; 21 Temmuz 1965.