30 Ekim 2014 Perşembe

Loş




Bu aralar hayat, yukarıdaki görselde yer alan, Dylan Thomas'ın odası gibi biraz; loş, dağınık. Kağıtlar masaların üzerlerinde beni bekliyor.

Thomas'ın yüzüncü doğumgünü, geçtiğimiz pazartesi günü, 26 Ekim'de çeşitli etkinliklerle kutlandı dünyada.

"Saatlerin tıkırtısıyla içinin sıkıntısı arasında bir ilgi vardır sanki." (Yusuf Atılgan, Saatlerin Tıkırtısı. Bütün Öyküleri, YKY.)

23 Ekim 2014 Perşembe

Manzara

Frankfurt serisi, kitapçı raflarından manzaralar ve Merianplatz civarındaki sokak kitaplığı ile son buluyor - sokak kitaplığı demişken, Bağcılar belediyesi, otobüs duraklarına benzer kitaplıklar kurmuş, ilgili haberi burada okuyabilirsiniz.





22 Ekim 2014 Çarşamba

Ödül

Kolektifler bir birey kadar aptal, hatta bazı durumlarda, daha da aptal olabilirler. Bir kişinin çok sayıda kişiden daha akıllı olduğu noktayı belirlemenin mümkün olup olmadığı ilginç bir soru.

(Alıntı, John Brockman editörlüğünde, Ferhat İyidoğan'ın çevirisiyle Alfa'nın Bilim serisinde yayımlanmış Kültür: Önde Gelen Bilim İnsanları Toplum, Sanat, İktidar ve Teknolojiyi Tartışıyor adlı kitapta yer alan Jaron Lanier makalesinden. Lanier, bu yıl, Frankfurt Kitap Fuarı'nda, geçmişte Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Susan Sontag ve Chinua Achebe'nin de layık bulunduğu Alman Yayıncılar Birliği Barış Ödülü'nü aldı. Lanier'ın kitapları, henüz Türkçeye çevrilmiş değil. Aşağıdaki fotoğraf, ödüllerden bir başkasının, Nobel Edebiyat Ödülü'nün Patrick Modiano'ya verildiği açıklandıktan hemen sonra, yayıncısı Gallimard'ın standındaki kargaşa/sevinç anından... Basit, sade, mutlu bir an - şaşaadan uzak, elde bir kitap ve mutlu bir gülümseme sadece.)


21 Ekim 2014 Salı

Zincir




Frankfurt'un paralel yansımalarına devam:

Herkesin okuması kendine elbette; ancak yukarıdaki yerleştirmeyi, yere zincirlenmiş sandelye ile masayı gördüğümde, fuarın yoğunluğunun da etkisiyle olsa gerek, endüstrinin yazar üzerindeki baskısının konu edildiğini düşündüm; oysa, Frankfurt Modern Sanat Müzesi'nde sergilenmekte olan bu çalışmada, sanatçı Sudoph Gupta, Hindistan devlet dairelerinde hüküm süren bürokrasiyi ele almış. Hindistan devlet dairelerinde memurlar, üzerlerine zimmetli eşyanın çalınmasını önlemek için, demirbaşları yere zincirlerle sabitlemek zorundaymış...

Bir bürokrasi masalı.

Aynı imge, farklı yorumlar... Günün birinde zincirleri kırmak temennisiyle.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Tuhaf




Geçen hafta, onca yorgunluğun, koşturmacanın arasında, yoğun geçmiş bir kitap fuarının hemen ardından iki tuhaf haber biraz gülümsememi sağladı. Haberin birinde, California'da kaybolan papağanın, deri altındaki çip yardımıyla dört yıl sonra bulunup sahibine kavuştuğu ancak artık İspanyolca konuştuğundan bahsediliyordu. Papağanın macerası füg durumunca mı, yoksa başka türlü mü karşılanır bilinmez ama Sendak'ın Vahşi Şeyler Ülkesinde'sinden Alice'e uzanan bir bağlamda, bir tür tavşan-deliğinden-aşağı öyküsü gibi değerlendirilebilir elbette. Diğer haberde ise, Londra'da, Waterstones kitapçı zincirinin Trafalgar şubesinde üst katta kitap incelemekte olan bir adamın çalışanların mağazayı kapatmasıyla içerde saatlerce mahsur kaldığı ve ancak sosyal medyada yaptığı çağrılar, mahpusluğunun 'canlı yayını' sonrasında 'kurtarıldığı' söyleniyor, Waterstones'un adamı dışarı çıkarttıktan sonra bir tweet atarak şahsın 'özgürlüğüne kavuştuğunu' paylaştığı belirtiliyordu. Adamın Waterstones'un kitap rafları arasında geçirdiği saatler, papağanın kayıp olarak geçirdiği dört sene gibi meçhul ve karanlık değil gerçi, ama bu hikayede de, akla tavşan-deliğinden-aşağı yuvarlanan Alice'i getiren unsurlar mevcut. Işıkları sönmüş, birkaç katlı, kitap raflarıyla dolu bir binada, rafların arasında kısılı, bir başına kalmak... Olasılıklar kişiye göre değişir elbette, ama hayali, vaatleri, olasılıkları güzel.

Kitap fuarının ardından, Frankfurt'tan Türkiye'ye dönerken uçakta, Murakami'nin Aralık ayında yayımlanacak Tuhaf Kütüphane'sini okudum bu arada. Uzun bir öykü esasen, ancak Almanya, illüstrasyonu bol, sert kapaklı bir edisyon hazırlamış. Waterstones'da unutulan adamın öyküsüyle paralel bir öykü bu; kahraman, kitap okumak üzere gittiği kütüphanenin bodrumunda, 'tuhaf' olduğunu söylemekle yetineceğim bir figür tarafından esir alınıyor, olaylar biraz Alice, biraz Sendak, biraz da, Murakami usulü fantastik detaylarla örülü olarak ilerliyor.

Ve evet, hayat da denen tuhaf kütüphanede, bir yerden sonra tüm öyküler okurun zihninde birbiriyle kesişmeye, üst üste binmeye başlıyor.

Hoş geldin papağan.

(Yukarıdaki görselde Frankfurt Modern Sanat Müzesi'nin merdivenleri, aşağıda Dom Römer metro çıkışında yer alan 'Keine Kunst' (Sanat Değil) serisinden nasibini almış bir duvar; PicFX yardımıyla.)






16 Ekim 2014 Perşembe

Gotik!


Büyülü düşünmenin romanı - Zaman Kitap, İsa Darakçı.


"Timsah Park, özellikle Tim Burton'vari manzaralarıyla gotik yazını seven okuyucunun ilgisini çekecek, keyifle okunacak bir roman." - Sabit Fikir, Selçuk Uygur

(Görselde, Ahmet İltaş'ın şahane illüstrasyonuyla bu ayki Sabit Fikir'de yer alan Selçuk Uygur değerlendirmesi yer alıyor.)

14 Ekim 2014 Salı

Devam



Geçen hafta, Frankfurt Kitap Fuarı dolayısıyla blog yayını kesildi, yarın kaldığımız yerden devam...

6 Ekim 2014 Pazartesi

Yarışma

Tom Perrotta'nın romanı Kalanlar'dan uyarlanan The Leftovers, nihayet, 7 Ekim Salı günü Digiturk Sci-Fi'da izleyicisiyle buluşuyor. RaniniTV, ilk bölüm şerefine bir yarışma düzenlemiş: The Leftovers İyi Seyirci Yarışması. Katılmak ve kitap kazanma fırsatı için buradan buyrun. 


2 Ekim 2014 Perşembe

Güvende


“Doğan her şey ölmek zorundaydı ki bu da hayatlarımızın gökdelenlere benzediği anlamına geliyordu. Duman farklı hızlarda yayılıyordu ve bizler içlerinde sıkışıp kalmıştık.”*

(...)

Foer, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da temel olarak iletişimsizliği konu ediyor. Ve iletişimsizlikten yola çıkan bu romanda, fotoğraflar, dizgi oyunları, boşluklar ve üst üste geçmiş metinler yardımıyla, alışılmış düzyazı formuna kimi yerlerde aykırı bir sembolizm kurarak, içinde yaşadığımız dünyanın dehşetini ve güzelliğini paylaşmakta ne denli beceriksiz olduğumuz gerçeğini gözler önüne seriyor. Romanı roman formu dışında, Oskar’ın “Başıma Gelen Şeyler” defteri benzeri bir mantıkla neredeyse bir insanlık tecrübesi kaydı olarak tasarlayan yazar, söylenmemiş sözleri, satır aralarını ve anlaşmazlıkları; dizgi oyunları, görseller ve boş sayfalar üzerinden anlatıya ait temel parçalar haline getirmeyi başarmış. Kimi zaman sözün yetersiz kaldığı, yaşamın ağırlığının tüm gücüyle insanı ezdiği ve büyük katliamlar ya da kayıplar atlatanların suçluluklarından asla kurtulamadığı bir dünyada, Foer, bir küçük çocuğun merak ve çaresizlikle dolu yaşam duruşu ve sıradışı anlatım teknikleri yardımıyla ince ince, dantel gibi işlenmiş bir insanlık tecrübesini anlatısını oturttuğu ana zemine dönüştürüyor.
 
İletişimsizlik, olan bitene şahit olmakla yükümlü olduğumuz dünyada belki de insana verilmiş cezaların en büyüğü. Roman, Oskar’ınkiyle paralel olarak anlatılan Dresden Bombardımanı’ndan kurtulmuş yaşlı çiftin öyküsüyle de bu temanın altını şiddetle çiziyor. Bombardımandan kurtulduktan sonra konuşmayı bırakıp sadece yazı yazarak iletişim kuran adam ile ona adeta bir akrabalık bağıyla tutunan kadın, içinde bir türlü var olamadıkları ortak hayatlarında, yaşam alanlarını yavaş yavaş “hiçbir şey” yerlerine dönüştürüyorlar. Eski yaraların yerine yenilerini ekleyerek yaşamla uzlaşmaktansa, hayatta kalmış olmalarını reddedercesine kendi sessizliklerine ve boşluklarına gömülüyorlar. Suskun adam her gece üzerinde uyudukları çarşafları yazılarla doldururken; kadın, aylarca oturup yaşam öyküsünü yazdığı kâğıtları adamın önüne koyuyor: bomboş olarak.

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da ses teması da oldukça önemli. Ses, birebir yaşamın içinden yükseliyor ve söylenmemiş sözler, yaşam akışına zıt çıkmazlara vesile oluyor. Bir yanda konuşmamayı ve çevresiyle iletişimini bir yerlere karaladığı cümlelere ve avuçlarına yaptırdığı “evet” “hayır” dövmelerine indirgemeyi seçen yaşlı adam, diğer yanda Oskar’ın Black soyadlı kişileri tararken tanıştığı ve duyma cihazının düğmelerini yıllar önce kapatarak etrafındaki seslere duyarsız yaşamayı seçen, yüz yaşını devirmiş adam… Bu iki karakter de, yaşama sesle dahil olmayı ya da yaşamın sesini duymayı reddettikleri çözümsüz noktalarda, akıp giden hayata karşı kapattıkları kapıları roman akışı içinde farklı biçimlerde aralamaya teşebbüs ediyorlar. Kimi yerlerinde satırların üst üste bindiği, anlatılan kadar anlatılamayanın da anlatının bir parçası haline geldiği bu romanda, Foer’in duruşu umuttan ve insancıl olandan yana.

Sözün bittiği yerde, üst üste binen satırlar, boş sayfalar ve akıllardan ne yapılırsa yapılsın silinemeyecek resimler öyküyü destekliyor ve söylenebilenlerin yoğunluk derecesini artırıyor. Oskar’ın babası olduğunu hayal ettiği, alevler içindeki İkiz Kuleler’den atlayan, gökten düşen adam resimleri gibi. Durmaksızın icatlar yapan Oskar, kuşyeminden bir gömlek icat ediyor mesela, yanan bir gökdelenin içinde hapis kalarak hayatından kaybolan babasını hayallerinde kurtarabilsin diye. O zaman, işte o zaman, sözün bittiği, tüm çözümlerin tükendiği bir yerlerde, yanan bir binadan atlayıp yere çakılmaktansa göklere yükselmek mümkün olabilirdi... Ya da düşüşü belgeleyen fotoğraf karelerinin sırasını sondan başa doğru dizerek… İşte o zaman, Oskar’ın da dediği gibi, “Güvende olurduk.”

Foer’in becerisi, Hiroshima’dan Dresden’e ve 11 Eylül saldırılarına dek uzanan bu geniş açılımlı romanda insancıllığı ön planda tutarak yaşamın dehşetini ve güzelliğini bir arada ve iç içe geçmiş şekilde yansıtabilmesi. Konu aldığı insanların hayatlarındaki teğetlerin, çıldırtıcı tesadüflerin ve kan bağı ile kurgulanmamış akrabalıkların ötesinde, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yaşama sevinciyle dolup taşan bir roman. Birdenbire havalanıp, Oskar’ın tabiriyle aşırı gürültülü bir şekilde ve inanılmaz yakından geçerek doludizgin kanat çırpan bir kuş sürüsü misali, yaşamın insanı alıp önüne katan, tüm yaraların ötesinde kendi döngüsü içerisinde kanatlanmaya zorlayan ışığı, formlara meydan okuyan bu anlatıda sayfalardan dışarı taşıyor. Ve aydınlattığı yerde insanlık tarihi boyunca tanık olunmuş büyük kötülükler, derin acılar ve onulmaz yalnızlıklar; masallar, hayaller ve icatlarla buluşarak, hiçbir şeyin siyah ve beyazdan ibaret olmadığını, tüm karanlıklara rağmen yaşamın ise gölge oyunlarında ne denli becerikli olabileceğini gösteriyor.  

(Yazının tamamı, Varlık dergisinin 2008, Aralık sayısında yayımlanmıştır. Bir nevi zaman kapsülü niyetine.) 

1 Ekim 2014 Çarşamba

Rüya

Geçen hafta notlarımı düşmemişim; bu cuma kaldığım yerden devam edeceğim, fakat o zamana değin, cumanın kaosuna sıkışmasın istediğim birkaç bağlantıyı paylaşma niyetindeyim.

Richard Naples'ın Smithsonian'da yarattığı harikalardan daha önce bahsetmiştim; aşağıdaki bağlantılarda, Naples'ın ilham kaynaklarını bulacaksınız. Yürüyüp gidiveren kitap sayfaları ve diğer görsellere dair çeşitlemeler.

Büyülü fenerden zoetrop'a - Richard Balzer.

Eski resimlerle dijital kolajlar - James Kerr.

Animasyonun yüz elli yıllık tarihi.

Charles Dickens ve Büyülü Fener.

Renkli, hareketli rüyalar dileklerimle.