24 Mart 2016 Perşembe

Dünya

Trenim dörtte kalkıyordu; onlarla birlikte son bir yemek yiyecek kadar zamanım vardı. Geminin zamanında yola çıkmayacağından emin olan Durrell beni kalmaya ikna etmek için epey diretti. “Bu lanet ülkede hiçbir şey zamanında gerçekleşmez,” dedi. İçten içe bir şeylerin ters gitmesini ve kalmama neden olmasını umuyordum. Gemiyi kaçıracak olsam bir aydan önce bir gemi bulamayabilirdim, o arada İtalya Yunanistan’a savaş ilan edip beni Akdeniz’de mahsur bırakabilirdi ve bu pek güzel olurdu. Yine de gitmeye hazırladım kendimi. Artık kadere kalmış, dedim kendi kendime. Durrell ile Nancy Epidauros’a, oradan da Olympia’ya gidecekti. Ben cezaevine dönecektim.

Fayton kapıda beni bekliyordu. Durrell ile Nancy basamaklarda durup el salladı. Çıngıraklar ötmeye başladı, yağmur ve gözyaşlarından oluşan yoğun sisin içinde yol aldık. “Tekrar ne zaman buluşacağız?” diye sordum kendime. Amerika’da değil, İngiltere’de değil, Yunanistan’da değil, diye geçirdim içimden. Hindistan’da ya da Tibet’te belki. Tesadüfi bir karşılaşma olacaktı muhakkak yolda - Durrell ile arkadaşının Mistra yolunda karşılaştıkları gibi. Savaş dünya haritasını değiştirmekle kalmayacak, bütün sevdiklerimin yazgısını değiştirecekti. Savaş başlamadan önce de rüzgârlarla dört bir yana savrulmuştuk zaten bizler - birlikte yaşamış, birlikte çalışmış ve her ne yapıyorlarsa ona devam etmekten başka bir şey düşünmeyen insanlar. Savaş sözcüğünü duyunca bile dehşete kapılan, savaş çıksa da çıkmasa da Ulusal Kütüphane’de çalışmaya devam edeceğini söyleyen dostum X Yabancı Lejyonu’na katılmıştı; kelimenin tam anlamıyla pasifist olan dostum Z gönüllü ambulans şoförü olmuştu ve bir daha kendisinden haber alamamıştım; bazıları Fransa’da ve Almanya’da çalışma kamplarındaydı ve biri Sibirya’da çürümekteydi; biri Çin’de, biri Meksika’da, biri Avustralya’da. Bir daha karşılaştığımızda bazıları kör, bazıları bacaklarını kaybetmiş olacak, bazıları yaşlanacak ve saçları ağaracak, bazıları bunayacak, bazıları buruk ve sinik olacak. Dünya belki daha iyi bir yer haline gelecek, belki değişmeyecek, belki şimdi olduğundan bile beter olacak - 
kim bilir? 

(Miller, Henry. Marousi'nin Devi. Çeviren: Avi Pardo.)

23 Mart 2016 Çarşamba

Ayna


“Kitaplar aynalardır, içlerinde yalnızca kendi içindekileri görürsün.”[i]

Bir kitap kapağı ne anlatır? Ya da şöyle sormalı: Bir kitap kapağı, herhangi bir başka metanın ambalajından ne kadar farklıdır? Cevap ne olursa olsun, cilalı vitrinlerin, sıra dışı sunumların, satış stratejilerinin hüküm sürdüğü bir çağ bu içinde yaşadığımız, öyleyse eskilerin görünüşe aldanmama, kitabın “salt kapağına bakarak” hüküm vermeme yolundaki öğütlerinin geçerliliklerini yitirmiş olduğunda uzlaşabiliriz... Bilakis, sunum ve kılıf, ambalaj ve imaj, her zamankinden daha önemli ve daha belirleyici; hatta görünüşle aldatma, şimdi gayet geçerli bir satış prensibi. Tasarımcı Thijs Biersteker ve bağlı olduğu Hollanda kökenli Moore Ajans, kitap kapağının okur üzerindeki etkisini irdeleme amacıyla bir başka sorudan yola çıkmış: Ya kitaplar, onları ilk bakışta yargılayanlara karşı savunmaya geçebilseydi? Biersteker’in buradan hareketle tasarlayıp geliştirdiği kitabın kapağı, okurun yüz ifadesini tarıyor ve fazla heyecanlı yahut burun kıvırmaya meyilli gibi görünen simalar karşısında kilitlenmesini, sayfalarının karıştırılmasına izin vermemesini sağlıyor. Okurun yüz ifadesine göre, kendini ona teslim eden ya da savunmaya geçen bir kapak düzeneğiyle, nötr bir ifadeye sahip olmayan okura karşı kapanan bir kitap bahis konusu burada - okurunu adeta terbiye eden bir nitelik ile donanmış bir kitap. “Hedef kitlesi” tarafından ayrımsanacak bir davetiye, bir çağrı niteliği taşıyan, raftaki diğer kapakların arasından sıyrılmayı amaçlayan kapak stratejilerinin hüküm sürdüğü bir dönemde tersine, fakat ilginç bir girişim.

Okurun kendisine tarafsız yaklaşmasında direten bu kitabın yaratıcısı Thijs Biersteker, yeni bir şeylere bakarken duyduğu kuşkunun ya da kapıldığı izlenimin heyecanını engellediğini belirtip şöyle demiş: “Peşin hükümlerimiz, bir şeyleri ilk defa görmenin heyecanını yok etmemeli.”[ii]  

(... Yazının devamı, geçtiğimiz ay bağımsız bir dergiye dönüşen IAN Edebiyat'ın Mart sayısında. Dergi, yalnızca kitabevlerinde satılıyor ve dijital ortamda bulunmuyor, dolayısıyla geç kalmayın, tükenmeden alın - benden söylemesi. Üst görselde, Shoreditch, Londra'da bir arka sokağın duvarı, sanatçının kim olduğunu maalesef bilmiyorum; aşağıda, Mart sayısıyla IAN Edebiyat; kapak çizimi: Yeşim Paktin.) 






[i] Zafon, Carlos Ruiz. Rüzgarın Gölgesi. Çeviren: Mustafa Karabiber.
[ii] Alison Flood, “The book that judges you by your cover.” Guardian; 2 Şubat, 2015.

22 Mart 2016 Salı

Paris!

...

Paris’te Satori, gerçeklere dayalı bir metindir; yazar, ne anlatacağını daha ilk sayfalarda, hatta kitabın adıyla açık eder okuruna. Yazarın gizlisi saklısı olmadığı gibi, aldığı nefesten daha büyük, daha yüce bir iddiası yoktur. Geleneksel anlatının giriş-gelişme-sonuç odaklı -ve yaşam akışından hayli uzak- formüllerine inat, Paris’te Satori’de sonuç girişte yer alır ve lafa özetle başlanır. Bir aydınlanmadır anlatılan ama neye dair değil nasıl olduğu önemlidir, zira Kerouac için mühim olan, vardığı nokta değil, tuttuğu yolun kendisidir: “Paris hakkında yazdığım yeni roman 30.000 kelime kadar ve onu olduğu gibi, kurşunkalemle nasıl yazdıysam öyle bırakacağım.”[i]

Hazırlanmakta oldukları kitapların "mutfak" sürecinden bahsedilmesi sinirime dokunuyor sevgili okur; keza yayımlanacak olan kitaplardan kesitlerin "tadımlık" adıyla sunulması canımı sıkıyor - bir süredir yayına hazırlamakta olduğumuz kitap, Jack Kerouac'ın Paris'te Satori'si, yukarıda ise metnin sunuşundan bir kesit yer almakta; mutfak demek istemediğim için tadımlık adını da vermeyeceğim, zira tadımlık mutfakta.

Paris'te Satori, çok yakında... 




[i] John Clellon Holmes’a mektup; 21 Temmuz 1965.

21 Mart 2016 Pazartesi

Bahar



Bugün Dünya Şiir Günü'ymüş, sevgili blog okuru - gerçi bu metni akşam yazıyorum, ama olsun, yıllar önce bugün, mesela 2012'de, bağlantıda görebileceğiniz üzere şu şekilde kutlanıp haberlere yansımış. Kimi yerlerde bugün, kahve satın alanlardan para yerine şiir alınıyormuş, vs. Bulmaca için güzel malzeme: Harcamakla tükenmeyen şey nedir? Mesela: şiir.

Geçen hafta burada biraz sessizlik istedim, zira insan, kesif karanlıklar karşısında edebiyata, sanata ya da kitaba sığınsa da, bunlardan bahsetmenin yersiz olacağını hissediyor doğal olarak. Sanki bunlar insan yaşamının bunca kolay harcanır, bunca değersiz olduğu bir mecrada lüks sayılırmış gibi... İnsan soluduğu havanın ağırlığıyla ezilir mi? Nefesinden utanacak hale gelir mi?

Biz, bu blogu yıllar önce, hazırlıklarının tüm aşamalarında emek harcadığım kitaplarımızın yayın sürecine dair resmi bültenlerde söyleyemeyeceğimiz şeyleri söylemek, altını çizdiğimiz satırları ya da belli kitapların yapım aşamalarında dinlediğimiz müziği paylaşmak, en çok da konuşan (ve durmaksızın böbürlenen) logolarla dolu bir dünyada kendi şahsi/samimi/doğrudan alanımızı yaratmak amacıyla açmıştık. Bugün, 'Alışmayacağız' nidalarıyla 'Hayat devam etmeli' histerisi arasında herkes gibi kendi dengemizi bulmaya çalışırken tanıklık ettiğimiz onca şeyin yükünün ağırlığını hissetmeden yaşamak kolay dersem yalan olur. Kolay değil, ama şart yine de.

Bugün, kitaplardan, edebiyattan ve sanattan başka bir şeyden bahsetmeyi amaçlamadığım bu mecrada umarım son defa konu dışı bir şeylerden bahsetmişimdir.

Harcamakla tükenmeyen bir başka şey, mesela, umut olabilir mi?

(Görselde İstiklal Caddesi, İstanbul'un kalbi, ofisimizin bir nevi arka bahçesi... Bir pazartesi sabahı, saat on bir sularında tüm ıssızlığıyla bahara uzanıyor.)

18 Mart 2016 Cuma

Çizgi

(Hafta boyunca bir şeyler yazdım ama paylaşmadım; bugün de, notlarımı değil, Marousi'nin Devi'nden bir alıntıyı paylaşmak niyetindeyim. Gerizekalılar ve filozoflardan oluşan bir düzlem bizimkisi, kimin kim olduğunu seçmek kişinin kendisine kalmış durumda, malum...)
...

Dünya hem genç hem de yaşlıdır; birey gibi o da kendini ölümle yeniler, sayısız doğumlarla yaşlanır. Her aşamada tatmin olasılığı vardır. Barış yolun herhangi bir noktasında olabilir. Bir süreklilik halidir bu ve çizgi nasıl noktaların dizimiyle gösterilemezse bu süreklilik de sınır çekerek gösterilemez. Bir çizgi oluşturmak varlığın, iradenin ve hayal gücünün bütünlüğünü gerektirir. Çizgiyi neyin oluşturduğu metafizik bir alıştırmadır ve sonsuza dek bu konuda fikir yürütebilirsiniz. Gelgelelim bir geri zekâlı da çizgi çizebilir ve bunu yaparken çizginin yapısını bütün idrakin ötesinde bir gizem olarak gören bir filozofa denktir.

(Miller, Henry. Marousi'nin Devi. Çeviren: Avi Pardo.)

9 Mart 2016 Çarşamba

Bahar

Malumunuz, üçüncü cemre (toprağa) geçtiğimiz cumartesi düştü, artık bahar kapıda... Ben ise, pek çokları gibi, bahara uyum sürecinin biraz gerisinden gelmekte, bu ılık ve ışıltılı şartları henüz pek benimseyememekteyim; neyse, mavi dönemlerimden birindeyim, zira bahar bir sürü insan için neşe ve sevinçle eşdeğerse bir sürüsü için de alerjiye, kederli hallere denk gelmekte. Bu gibi mevsimsel hezeyanların ardından kişi genelde, kozadan çıkan kaplanlar ya da gökyüzünde taklalar atan ejderhalar gibi şen olur - ha, belki o kadarı benim avuntum sadece, emin değilim, zaten sonrasından kime ne. Şimdilik, mavinin sularında usul usul yüzme vakti ama baharla paralel giden ve asla kesişmeyen bu çizgide, belki bu satırları okuyanlar arasında da aynı "mavilikten" mustarip birileri vardır diye şöyle bir bağlantı ekliyorum -> Salvador Dali ve Alice Cooper'ın bu fotoğrafları, gamlı gönüllere deva olmuyorsa da bir süreliğine beyin uyuşturuyor, bahar sıkıntısına birebir.

Eskiler kara köpek demiş adına, Rowling Harry Potter'ın ruhemicilerini yaratırken onu düşünmekteymiş, Kurt Cobain onun hırkasını giymiş, Lale Müldür kendisini efendi diye yanına çağırmaktan çekinmemiş... Bu depresif halleri, böyle ruh durumlarında karıştırmayı pek sevdiğim, Sevan Nişanyan'ın Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı'ndaki malihulya bahsiyle noktalayalım - Nişanyan, eskiden, hastalıklı ruh hallerinin kan, balgam, ak safra ve kara safra dengesinin bozulmasından kaynaklandığına inanıldığını söylüyor ve depresif hallerin kara safradan bilindiğini ekleyerek malihulya bahsinde kara ve safra anlamındaki iki Yunanca sözcüğün birleştiğini anlatıyor. Kara safrası fazla olan kişilerin dalgın ve hayalci olduklarına inanılırmış eskiden ve malihülya bu bağlamda kullanılırmış. Nişanyan soruyor: "Acaba etimolojisi bilinse, insanlar çocuklarına "safralı" adını vermeye devam ederler mi?"

Evet, hem de bir bahar gününde safradan hülyaya, hülyadan koleraya, kuruntuya, kara sevdaya...

Kozadan kaplana.

Evet, bahar.

7 Mart 2016 Pazartesi

Aidiyet

Geçen haftanın en tuhaf haberlerinden biriydi, icadı geçen yıl büyük bir tantana eşliğinde ilan edilen siyahların en siyahı nanoteknoloji ürünü vanta siyahının kullanım haklarının sanatçı Anish Kapoor'a satıldığı duyuruldu. Vanta siyahı, daha önce notlarda yer verdiğim bir "hadise," hadise diyorum çünkü kendisi bir renk değil, bir malzeme - daha ziyade yapısı ile dokusu sayesinde diğer siyah tonlarının hepsinden daha koyu, kesif bir siyah burada bahis konusu. Her neyse, Kapoor'un bu malzemeyle çalışma hakkı kazanan, dolayısıyla işlerinde siyahların en siyahını kullanma ayrıcalığı tanınan tek sanatçı olması sanat camiasını sinirlendirmekle kalmadı, bir sanatçının, kendi icadı olmayan bir rengi tekeline alması ağır eleştirilerle karşılandı. Daha önce Yves Klein, kendi yarattığı bir mavi tonunun (Uluslararası Yves Klein Mavisi) patentini almış, Dali ise bir resmini fahiş fiyata satmaya çabalarken boyalarına binlerce eşek arısının zehrini kattığını iddia ederek kullandığı boyaların salt ona özgü olduğunu belirtmişti. (Bu gibi numaralar çekmeye bayılan Dali, yalan söylüyordu, fakat bu iddiası bir Dali efsanesine dönüşerek zihinlere işledi.) Anish Kapoor ise, kendi yarattığı bir pigmente damgasını vurmaktansa bir başkasının keşfini para karşılığında satın almış ve diğer sanatçıları bu malzeme ile çalışmaktan men etmişti.

Sanat dünyası Kapoor'un el koyduğu bu en yeni ve en siyah malzemeyi konuşadursun, edebiyatta sene başından bu yana Anne Frank'ın kime ait olduğu irdelenmekte. 2016'nın ilk günlerinde, yetmiş yıllık telif süresi dolduğu için Fransız bir hukukçu tarafından bedava olarak paylaşıma açılan metnin telifi, Frank'ın 1980'de ölen babasını kitabın yazarlarından biri olarak işleyen Anne Frank Vakfı'nın girişimleriyle otuz beş yıl daha uzatıldı. Bu vakfın, Anne Frank'ın babası Otto Frank tarafından kurulmuş olduğunu da eklemek gerek...

Neyse, Görselde, Anish Kapoor'a ait bir iş - fotoğraf blog yazarınızın, Sabancı'daki sergiden kalma.

Uygar bir hafta geçirmenizi dilerim.








3 Mart 2016 Perşembe

Gazete


Başkalarının yataklarında yatarken derin bir uyku çeker ve ertesi sabah erkenden uyanırdım. Çabucak giyinir, herhangi bir şeye el koyup -güzel kokan havlular ya da beyaz gömlekler favorimdi- neşe içinde kendimi sokağa atardım. Bir yerden kahve ve gazete alır, kendime son derece kamusal bir alan seçip gün ışığının altında gazetemi okurdum. Başka insanların yatağında uyumanın en sevdiğim yanı buydu işte: erken kalkmak, koşarak kendimi dışarı atmak, doğru düzgün bir gazete satın alıp onu güneşin altında okumak.

(Kalabalıkta Yüzler, Valeria Luiselli. Çeviren: Seda Ersavcı.)

2 Mart 2016 Çarşamba

Gerçek



Birilerinin Ulmculuğu google'layıp gerçekten böyle bir dinin var olup var olmadığına bakmasını sağlıyorsam -bir açıdan- bunu gerçek bir din haline getirmeyi başarmış sayılırım, öyle değil mi? Roman gerçekliğinde yeri var ve google'lanacak denli gerçek işte. Bunu bir adım daha ileri götürecek olursak eğer - Ulmculuğu google'layıp herhangi bir referans bulamadığınızda bu dinin gerçek olmadığına mı kanaat getirmeniz gerekir peki? Bir şey, eğer google'da yoksa, gerçek olamaz mı? Gerçek olan her şey Internet'te mevcutsa o zaman Internet'te mevcut olan her şey gerçek midir? Gerçek olmayan şeyler de olabilir mi Internet'te? Google'la aranınca çıkan ama var olmayan bir şeyi nasıl kategorize edersiniz? Ya da var olan ama google'da çıkmayan bir şeyi? Siz daha ne olduğunu anlayamadan neyin gerçek olup neyin olmadığını kavrayamaz hale gelirsiniz, hatta bu ayrımın ne olduğunu bile kavrayamazsınız. Kurmaca girişimi oyunlar oynamayı da içeriyor. Dünyayı ciddiye alma çabam da kısmen bundan kaynaklanıyor.

(Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam'da inançsız bir kahramanın din ile sınavını ele alan Joshua Ferris, Paris Review söyleşisinde Google üzerinden varoluşu sorgularken. )


1 Mart 2016 Salı

Uyum


"Trainspotting'in sinema uyarlamasında Danny Boyle ile çalışmak gerçekten hoşuma gitti. Bu tür bir uyuşturucu filminin çok depresif olmaması gerekiyordu. Kahramanların kendilerine özgü enerjileri vardı - kurban değildi hiçbiri. Yoldan çıkmış, bir nebze de deli tipler olmaları gerekliydi, bir de kendilerine ait bir dünyada yaşamaları. Boyle, Shallow Grave'de bu gibi kahramanlar yaratmıştı ve Trainspotting ile aynısını yine başardı.

Çalışma tarzını gözlemlemek müthişti. Pek çok yönetmen monitörün arkasından görür işini ama Boyle ile bir sahne çektiğinizde onun nefesini ensenizde hissedersiniz. Sete taşıdığı coşku bulaşıcıdır. İnsanların en şahane performanslarını ortaya koymalarını sağlar ki ben, aktörlerle aynı saflarda yer aldığı için bunu başardığı kanısındayım. Onlara zaman da tanır ama. İşleri yürütmek ister elbette - ama aktörle aynı sayfada olduğunu hissetmeden harekete geçmez.

Trainspotting dışında en sevdiğim Boyle filmi bilim kurgu olan Sunshine (2007.) 28 Days Later ya da Slumdog Millionaire gibi büyük bir gişe başarısı yoktu ama çektiği en iyi film bu bence. Hayranlıkla izledim ve dehşete kapıldım. Bilim kurgunun en iyi örneklerinde rastlayacağınız üzere hayranlık uyandıran bir vizyon vardı işin içinde, epik bir filmdi.

Uç noktalarda olan şeyleri iyi idare eder Boyle. Uçlarda dolaşan insanlar ya tamamen kafayı yemiş tipler olur ya da tam tersine, kendileriyle barışık ve huzurlu, tıpkı Boyle gibi."

(Irvine Welsh, Telegraph'te Danny Boyle ile çalışmanın nasıl olduğunu anlatmış. Boyle, bugünlerde Trainspotting'in devamı niteliğindeki Porno'dan uyarlama bir film çekmekle meşgul... Doksanlarda geçen Porno'yu bugüne nasıl aktaracağını izleyip de göreceğiz. Görselde Bir Garip Renton, Yoksunluk İçinde; yer: Camcı Fevzi Sokak, Tophane.)