18 Ağustos 2016 Perşembe

Uzak

“Çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşayıp bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. Bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz; her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir.” (Christopher McCandless’ın dostu Ron Franz’a yazdığı mektuptan kesit)

Çoğumuzun tatil hayalleri kurduğu ve yazı şehirde geçirmenin zaman zaman işkenceye dönüşmesi ile uzak yerlerde olası hayatların fikriyle avunmaya çalıştığı, bunaltıcı bir dönemdeyiz. Jon Krakauer’in gerçek bir olayın izini sürdüğü Yabana Doğru, bu hayalleri birkaç adım öteye taşıyarak yerleşik hayata tam anlamıyla sırtını dönen Christopher McCandless’ın çarpıcı serüvenini konu alıyor.

Chris McCandless, 23 yaşında banka hesabındaki tüm birikimlerini bir hayır kurumuna bağışladı, arabasını çölün ortasında terk etti ve cüzdanındaki tüm parayı yakarak yola koyuldu. Otostop çekerek, günü birlik işlerde çalışarak ve gezgin bir yaşam sürerek kendisine dayatılan yerleşik hayat modelinden uzaklaşmayı seçmişti. “Büyük maceram” dediği Alaska seyahatine çıkarak doğada mümkün olduğunca az malzeme ile yaşamayı deneyecek ve kendinden başka kimseye tabi olmayacağı bir yaşamın peşine düşecekti. Alaska’ya ayak basmasının ardından dört ay geçtikten sonra cansız bedeni çürümeye yüz tutmuş halde bulundu. Gazetelerde epey yer bulan bu vaka, Yabana Doğru’da detaylı bir sorgulama ve araştırma sürecinin ardından ete kemiğe bürünmüş bir inceleme olarak karşımıza çıkıyor.

Chris McCandless’ın trajik hikâyesini kaleme alan Jon Krakauer aynı zamanda profesyonel bir dağcı. Everest’e gerçekleştirdiği ölümcül tırmanışı konu ettiği Everest Günlüğü’nden sonra uzun bir araştırma süreci ardından yazılan Yabana Doğru’da Chris’in hikâyesi yazarın kendi hayatından yansımalar ve doğaya sığınma dendi mi anmadan edemeyeceğimiz düşünürlerin epigraflarıyla besleniyor. Thoreau, Jack London ve Mark Twain’in yanı sıra Tolstoy’un ve Pasternak’ın sesleri de yankılanıyor bu sayfalarda. Chris’in trajik bir biçimde sonlanan hikayesi, Krakauer’in anlatımı ve pastiş havası veren epigraflar eşliğinde çoklu bir rezonans kazanıyor ve bireysel bir vakanın incelemesi olmaktan çıkıp toplumsal bir değerlendirmeye dönüşüyor. Krakauer, bu gizemli ve hazin öyküyü aydınlatırken bir yandan da insanı insan yapan nitelikleri, yani şartlara meydan okuma güdüsünü, başkaldırıyı ve doğa ile insanın sorunlu ilişkisini gözler önüne seriyor.

Yabana Doğru’nun konu ettiği olayın asıl trajik yanı, seyyah hayata geçtikten sonra kendine Alexander Süperberduş adını veren Chris McCandless’ın ardında bıraktığı ve yokluğunda asla çözülemeyecek bir gizem barındırıyor olması. Yanına yiyecek, pusula ya da harita almadan doğanın en çetin koşullarının hüküm sürdüğü bir bölgede yaşamaya giden birini ölümüne susamış olmakla ya da düpedüz çılgınlıkla itham etmek işin kolayı elbette. Ancak kitabın bütününü ibresi Chris’e dönük bir pusula gibi şekilleyen ve Chris tarafından alınmış notlar ile günlüğünden ve yollarda tanıştığı dostlarına gönderdiği mektuplardan parçalar, bu genç adamın ölmeye değil aksine yaşamın tam kalbinde bir yerlerde doğanın nabzıyla beraberce atmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Jack London’a ve Herman Melville’e gönderme yaptığı yazılama, Chris’in onu ölüme götürecek yolculuğa neredeyse çocuksu bir coşkuyla çıktığının kanıtı: “Atakanının güçlü canavarına selam olsun! Kaptan Ahab’a da! – Alexander Süperberduş.”


Tek ihtiyacımız olanın alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret olduğunu söyleyen Chris McCandless’ın serüveninin genç yaşta ve kendi seçtiği koşullar altında sonlanmış olması düşündürücü elbette. Ancak McCandless’ın çarpıcı öyküsünün, hayatlarını metropollerin puslu ve suni ortamlarına gömmüş ve ezberlenmiş kaçış hayalleriyle avunan bizlere söyleyecek yine de pek çok şeyi var.

(Yazı epey eski, yazdığım tarihte filmin henüz çıktığını ve bunca popüler olmadığını hatırlıyorum. Bugün bu kitaptan bahsedecek olsam çok daha farklı bir açıdan ele alırdım sanırım. Eddie Vedder'ın Society'sini es geçmeyin bu arada, altta.)



17 Ağustos 2016 Çarşamba

İş

Geçtiğimiz günlerde Twitter'da bir tema dönüyordu; belki siz de rastlamışsınızdır: kullanıcılar, çalıştıkları işleri sıralıyordu ve kimileri oldukça ilginçti. Benzer derlemeler edebiyat dünyası için de belli aralıklarla hazırlanır; mesela Agatha Christie'nin eczacı asistanı, Joseph Heller'ın demirci çırağı olduğunu öğrendiğimiz şuradaki yazıda olduğu gibi; mesleklere şaşıracak halimiz yok, iş iştir sonuçta... Gelin görün ki, tesadüfen, yazarlarımızdan biri hakkında araştırma yaparken son derece ilginç bir veriye rastladım ki paylaşmadan edemiyorum, yaptığı işten dolayı sefalet çeken varsa, bununla avunsun: Jonathan Safran Foer -kendisinin on bir yıllık bir aradan sonra yazdığı yeni roman sonbaharda sizlerle olacak- bir zamanlar bir morgda asistanlık yapmaktaymış. Becomeopedia, bu iş için gerekenleri sıralarken bakın neler diyor: "Bu meslekte başarılı olmak için gerek en önemli şey, çoğu insanın asla görmeyeceği şeyleri izlerken sağlam bir zihin sahibi olmaktır. Eğer buna sahipseniz, bu ilginç alanda ilerlemek için yolun yarısından fazlasını katettiniz demektir."

Sağlam bir zihin hepimize lazım, ama belki bazılarının daha çok ihtiyacı vardır.

(Görselde, heykeltıraş Daniel Edwards, Paris Hilton Otopsisi adlı eserinin başında.)


16 Ağustos 2016 Salı

Algı


Bir şehir hakkında yazacak olursan başına ne geleceği bellidir. Şehir her zaman sayfalara sızmanın bir yolunu bulur. Ona bir kesik atmanın, onu temsil edecek parçayı sayfaya yerleştirmenin yolu da yoktur; sayfa, şehir kadar karışık, şehir kadar hengameli hale gelir. Nihayetinde, şehrin en iyi temsili böylesidir belki de. Meksiko'daki dairemde yaşamaya başladığımda bir bisiklet almıştım, onunla şehri turlamaya, kendi zihnimde haritasını çıkarmaya başladım. Bir Meksiko sakini olmak istiyordum ve bunu yapmanın en iyi yolu, burada bisiklete binmek ve şehir hakkında yazmak gibi göründü. Şehrin tarihini derinliğini hissetmek istemiştim ve araştırmamı bu yöntemlerle gerçekleştirdim.

(...)

Bir yerin yabancısı olmak, bir beklenti halini ve algı açıklığını beraberinde getirir. Bir roman yahut kitap yazmak için en iyi zaman, bir yere yeni gelmiş olduğunuz zamandır, çünkü algının en açık olduğu an o zamandır. En azından bende durum böyle. Kalabalıkta Yüzler için notlar almaya New York'a ilk geldiğimde başladım. Sonra Meksiko'ya yerleştim. Yeni bir aile ortamına katılmışken tekrar romanın üzerinde çalışmaya başladım. Eşimin yaşça büyük iki oğlu vardı ve ben yeni doğum yapmıştım, anlayacağınız, birden yeni bir kabileye katılmıştım, deyiş yerindeyse eğer. Kalabalıkta Yüzler bir ailenin söz oyunlarının işleyişine de eğilir mesela. Aynı zamanda yeni bir yerin haritasını çıkarmakla ilgili kısımları vardır. Anlatıcı, bir yeri şeyler, sesler ve hikayelerle doldurmak değil, boş bir alanda gezmek gibi bir edim olduğunu belirtir yazmanın; o boş alanın hayal gücünün devreye girmesine izin verecek ölçüde deliğe sahip olması ise şarttır.

(Valeria Luiselli, The Bomb söyleşisi. Seda Ersavcı'nın çevirisiyle Kalabalıkta Yüzler'i şiddetle tavsiye ettiğimizi ayrıca söylemeye gerek var mı? O zaman bisiklet!)

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Siren


Üzerinden bir hafta geçti ama söylemeden olmaz, Siren bir yaşını daha doldurdu. Yaşıyor olduğumuza dahi şükretmemizi gerektiren bir coğrafyada, edebiyat yayıncılığı ile iştigal etmeyi sürdürüyoruz gördüğünüz gibi. (Yüzdelerle büyüme oranlarımızdan, yayınladığımız başlıklardan falan bahsedip plaza havaları estirerek sizi bayıltayayım mı? Bence bayıltmayayım.) Siren'e dair ilk notları birtakım kağıtların arkalarına, sonra üzerinde çilek resimleri olan bir deftere karalıyorduk ; kuruluştan önce günbegün 'Yayınevi için Gerekenler' listemizi güncelliyor, hesap-kitap işleriyle boğuşuyor ve başımıza neler geleceğini kesinlikle kestiremiyorduk... O zamandan bu zamana pek çok şey değişti elbette; sıfırdan yarattığımız Siren'le pek çok güzel insanla tanıştık ve kan, ter, kimi zaman da gözyaşı dökerek çalıştık, çalıştık, çalıştık. Yayınevi için Gerekenler, yenilenmiş liste: Direnç.

İlk kurulduğumuz günden bugüne, canla başla, durup dinlenmeksizin çalıştık, çalışıyoruz; kıvanç duyabileceğimiz bir şey varsa o da oranlar, adetler falan değil, ancak budur. Sürç-i lisan ettiysek affola.

Bugün var isek, sizin sayenizde - teşekkürlerimizle. Devamı için takipte kalın.

(Üstteki fotoğraf Zeynep Yılancıoğlu'na ait; Hydra adasından. Alttaki benim bitmek tükenmek bilmeyen Londra arşivimden, daha önce paylaşmış olabilirim, çünkü en sevdiklerimden biri ama bağlam uygun, tekrar olduysa kusura bakmayın. İyi ki varsınız!)


8 Ağustos 2016 Pazartesi

Kafka meselesi



2009'dan beri süren ve Kafka'nın elyazmaları etrafında şekillenen dava ya da yılan hikayesi, İsrail'in elyazmalarını kültürel miras ilan etmesine yol açan kararla son buldu: Kafka, artık İsrail'in. Daha önce parça parça paylaşmışım ama bu vesileyle bu tuhaf hikayeye dair yazdığım ve IAN Edebiyat'ta yayımlanan yazımı paylaşmak isterim, biraz uzun gerçi ama olsun. Yazıyı 2012'de, karar ilk çıktığında yazmışım ama ardından gelen temyiz süreci henüz son buldu ve Kafka, İsrail'in kültürel mirası olarak resmen tanımlandı. Haaretz olayı yeniden, daha detaylı bir biçimde özetlemiş ve kültürel miras etiketinin, yazarın vasiyetine karşı gelme durumunu ortadan kaldırdığını ima etmiş. Bu konu daha çok tartışılır ve kafa karıştırır, malum, Kafka'nın işleri...


“‘Her gün, bu dünyada olmasam diye bir istek duyuyorum içimde,’ dedi Kafka – ‘Ama neden? Eksikliğini duyduğun bir şey mi var?’ – ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok.’” [1]

Boşlukta ne görür insan? Sorunun yanıtı yok ama yirminci yüzyılın en önemli sanat hırsızlıklarından biri olan Mona Lisa’nın Louvre’dan çalınması hadisesinin müzeye ziyaretçi akınına yol açtığı biliniyor. 1911 yılında gerçekleşen hırsızlığın ardından meraklı kalabalıklar, önceden gizemli gülümsemesiyle duvarda asılı duran Mona Lisa’dan arta kalan boşluğu görmeye koşmuş ve portrenin yokluğu, kanıksanmış varlığından daha büyük bir heyecan uyandırmış. Bu tuhaf hadisenin daha da tuhaf tarafı, portrenin ‘yokluğuna’ bakmaya gelenlerin arasında Franz Kafka ve Max Brod’un da olması.

Meraklı kalabalığın içinde Kafka ile Brod’un durduğunu hayal etmek, Kafka’yı böylesine somut bir yokluğun önünde hülyalara dalarken düşünmek çok cazip. O Kafka ki, sonraları, ölüm döşeğindeyken kendinden geriye bir boşluktan fazlasının kalmasını istemeyecek; fakat -Louvre’daki boşluğu paylaştığı- arkadaşı Max Brod, talimatlarını yerine getirmeyerek Kafka’nın ait olduğu yere yönelik yepyeni bir tartışmanın kopmasına sebebiyet verecektir. Mona Lisa’nın boşluğuyla da kesişerek Tel Aviv’e, kedilerle dolu bir apartman dairesinde gizlenen bavula uzanan bir aidiyet öyküsü bu; ancak başından başlamak gerek.

Vatan

Sıradan bir gün sayılırdı, ama bir şeyler eksikti. 1911 yılında, 21 Ağustos Pazartesi günü Louvre Müzesi açıldığında Mona Lisa’nın yerinde olmadığı fark edildi. Portrenin ilkin müze fotoğrafçısı tarafından indirildiği varsayılsa da, galerilerde bulunmadığı anlaşıldığında kızılca kıyamet koptu: Leonardo’nun başyapıtı çalınmıştı. Tarihe geçen bu hırsızlık vakası dolayısıyla Mona Lisa iki yıl boyunca meçhule karışacak, gazetelerin türlü komplo teorileri üretmelerine ve polisin aralarında Pablo Picasso’nun da bulunduğu kimi sanatçıları sorgulamasına, Guillame Apollinaire’i ise beş günlüğüne tutuklayıp ardından salıvermesine yol açacaktı. 1909 yılında yayımlanan Fütürizm Manifestosu, müzelerin mezarlıklardan farksız olduğunu söyleyerek yok edilmesi gerektiğini savunuyordu; manifestoyu benimseyenler doğrudan zan altındaydı. (“Eski bir tabloda ne bulunabilir ki – rüyasını bütünüyle ifade etme arzusunun önündeki aşılmaz engelleri yıkmaya çabalayan sanatçının gösterdiği zahmetli uğraştan başka?” (Marinetti, 1909.)[2]) Tablonun nerede olduğu bilinmezken rivayetler katlanarak artıyordu. Boşluk, tablonun ‘yokluğuna’ bakmaya gelen binlerce ziyaretçiyi müzeye çekiyordu.[3]

Mona Lisa’nın Louvre’daki yokluğu, iki yılı aşkın bir zaman dilimine yayıldı. 1912 yılının aralık ayında, Louvre’daki boşluğa nihayet Raphael imzalı bir başka resim asıldı. Umutlar tam kesilmişti ki Vincenzo Peruggia isimli bir adam, portreyi Floransa’da bir antika simsarına satmaya çalışırken yakalandı.  İtalyan sanatçının eserinin ait olduğu yerde, vatanında bulunmasını istemiş olduğunu söyledi Peruggia. Suç işlediğini düşünmüyordu. Leonardo’nun başyapıtının her nasılsa Napolyon tarafından çalındığına inanıyor, ceza çekmektense ödüllendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Çıktığı mahkeme, işlediği suçun kökeninde yurtsever duyguların yattığı ve kimsenin zarar görmediği hükmüne vardı. Peruggia üç yüz seksen günlük hapis cezasına çarptırıldı. Mona Lisa, 1913 yılında Louvre’a iade edilmeden önce kutlamalar eşliğinde sergilendi İtalya’da. Leonardo’nun eseri, Napolyon’un doğumundan yüz yıllar önce tabloyu Fransa Kralı 1. François’ya satılmıştı ama İtalyan milliyetçiliği, tarihi gerçekler neye işaret ederse etsin, Napolyon’a –tabiri caiz ise- geç kalmış bir gol atmış sayılıyordu. Yüz yıldan fazla zaman geçmiş olsa da, eserin yerinin neresi olduğu tartışmaları halen sürüyor: İtalya’da ‘Mona Lisa’yı Geri Verin!’ temalı imza kampanyaları düzenleniyor; ancak Fransız yetkililer talepleri dikkate almamakta ısrarlı.[4]

Mona Lisa’nın boşluğu, Franz Kafka ve Max Brod’u da müzeye çekmişti. Ya da şöyle demek daha doğru belki de: Kafka ve Brod, olaydan kısa süre sonra Paris’e gitmiş, bu seyahatte Louvre’da bulunup portrenin yokluğuna şahit olmuşlardı.[5] Günlüklerine baktığımızda Kafka’nın Louvre’daki kalabalıktan bahsettiğini görüyoruz, fakat anlatım muğlak; Paris’e ve haliyle Louvre’a gidilmiş olsa da salt Mona Lisa’nın yokluğu uğruna gidildiğini kanıtlamak güç. Kafka’nın Mona Lisa’nın ardında bıraktığı boşluğun önünde dururken imgesi o denli güçlü ki, bu anekdot da, Kafka hakkındaki pek çok anekdot gibi, yazara dair mitolojinin bir parçası şimdi. Orada mıydı Kafka? Oradaydı. Boşluğun önünde durdu mu? Durdu. Bilhassa boşluk için gidip gitmediğini kendi notlarına bakarak doğrulayamasak da önemi yok, zira Kafka, türlü boşluğa sığacak denli engin... Öylesine engin ki, yazarın üzerinden bir başka kültür muharebesine uzanmak olası. Kafka’nın ardındaki boşluk, hakkındaki mitolojiye cuk otururcasına derin ve düşündürücü. Ama bu hikâye için tarihte farklı bir sayfa açmak ve Kafka’nın vasiyetinden başlamak gerek.

Vasiyet

“Sevgili Max, son arzum: Geride bıraktığım her şey... Günlükler, elyazmaları, mektuplar (bana gelen ve benim yazdığım mektuplar) çizimler ve benzer şeyler, okunmadan yakılmalı.” Kafka dostu Max Brod’a bu ricada bulunduğunda, verem vücudunu çoktan ele geçirmiş, onu elli kilonun altına düşürmüştü. 1924 yılında, bir sanatoryumda öldü.  Ölümü ardından iki ay geçtikten sonra Max Brod, diğer Kafka eserleriyle birlikte yakmak üzere sahiplendiği Dava, Şato ve Amerika’nın yayımlanması için birtakım sözleşmeler imzalamıştı bile.[6] Kafka’nın vasiyetinden bahsettiği Dava’nın önsözüne, şu notu düşmüştü: “Eğer Franz bu arzusunun gerçekleşmesini isteseydi, beni değil bir başkasını görevlendirirdi.”

Kafka’nın gerçekte ne istediği ve isteklerini gerçekleştirme hususunda hangi dolambaçlı yolları takip ettiği, Louvre’a bilhassa boşluğa bakmak için gidip gitmediği meselesi kadar karanlık. Bilinen gerçeklerden biri şu: Kafka, sevgilisi Dora Diamant’tan da onda bulunan ve sayısı yirmiyi bulan defterleri, yazışmaları ile birlikte yakıp yok etmesini istemiş, ancak Diamant, bu isteği yerine getirmemişti. Söz konusu defterlerin, 1933 yılında Diamant’ın Berlin’deki dairesini arayan Gestapo’nun eline geçtiği biliniyor bugün.[7] Kafka’nın yazdıklarının yakılmasına dair arzusunun, ölümünden yıllar sonrasında, üç kız kardeşini ve pek çok dostunu gaz odalarında katledecek Nazilerce gerçekleştirilmiş olma ihtimali, sıkça -ve anlamsızca- nitelendiği üzere Kafkaesk[8] falan değil, son derece dokunaklı.  

Hüküm

“(...) Zaten gülme denen şeye hep yakın hissederiz kendimizi; sürdürdüğümüz yaşamın onca rezilliğine karşın, hafif bir gülüşü dudaklarımızdan hiç eksik etmeyiz.”[9]

Kafka’nın ölümünden on beş yıl sonra, Nazi işgalinden kaçan Max Brod, 1939’da Tel Aviv’e gelir. Yanında Kafka’nın elyazmalarıyla dolu olan bir bavul vardır: mektuplar, öykü taslakları, İbranice alıştırmaları, romanların orijinalleri, çizimler ve kimbilir daha neler neler... Brod’un 1968 yılındaki ölümü sonrasında bavul, sekreteri Esther Hoffe’nin olur. Brod Kafka’ya ait belgelerin İsrail’de veya yurtdışında, kamuya açık herhangi bir arşivde sergilenmesini istediğini belirtmiş, ancak net bir yol çizmemiştir. Tıpkı Brod’un Kafka’ya yaptığı gibi, Esther Hoffe de Brod’un arzusuna riayet etmez. Esther Hoffe’nin 2008 yılında, 101 yaşında hayata veda etmesinden sonra ise, bavul Hoffe’nin kızları Ruth ve Eva’ya kalır. “Kızlar,” seksenli yaşlarda olup Tel Aviv’de, kedilerle dolu bir dairede yaşamaktadır. Ellerindeki hazinenin değerinin farkındadır Ruth ve Eva. Başlarına gelecekleri kestiremeseler de, bu değerli belgeleri İsviçre bankalarının kasalarında gizlemeyi akıl ederler. Ne var ki Eva Hoffe, daha sonra, İsrail’i temsil eden avukatlar kasaları incelemek üzere bankaya gittiklerinde peşleri sıra koşup, “O benim! O benim!” diye çığlık atmasıyla tarihe geçecektir.[10]

Olaylar gelişir. Bavulun Hoffe’lerde olduğu süreçte, kimi mektuplar çeşitli açık artırmalar vasıtasıyla satışa çıkar. İsrail hükümetinin, Brod’un vasiyetnamesinin geçersiz olduğu savıyla Esther Hoffe’ye açtığı ilk dava, 1974 yılında Esther Hoffe’nin lehine sonuçlanır. Hoffe, birkaç ay sonra, Ben Gurion Havaalanı’nda elyazmalarını yurtdışına kaçırdığı iddiasıyla yakalanır, ancak çantasından elyazmalarının bazılarının fotokopilerinden başka bir şey çıkmaz. Dava’nın orijinal elyazmasının 1988 yılında Sotheby’s vesilesiyle, 2 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında Marbach Alman Edebiyatı Arşivi’ne satılması ise, İsrail’de müthiş bir öfke uyandırır.[11] İsrail, Marbach Alman Edebiyatı Arşivi’nin Dava elyazmasını iade etmesini istese de, talep reddedilir. Dava sürer. Marbach, Hoffe’lerle anlaşmış ya da anlaşmak üzeredir; ancak bavulda kalanların kime ve nereye ait olduğu tartışması henüz karara bağlanmamıştır. Elyazmaları kime aittir nihayetinde? Kafka’yı sahiplenen Hoffe’ler, onu sahiplenen İsrail’le savaşmakta, İsrail ise Hoffe’ler üzerinden Almanya’nın Kafka’yı sahiplenmesine ateş püskürmektedir. Hoffe’ler belgeleri Almanya’ya satarak İsrail’e ihanet etmiş midir? Ya Kafka’ya ihanetten bahsetsek... nereden başlamak gerekir? Kafka, Brod, Hoffe’ler, Dora Diamant ve Gestapo bir yana, İsrail’in savı Kafka’nın eserlerinin şahıslar üzerinde ve Yahudi kültürel mirasının bir parçası olduğu yönündedir.

Ekim 2012’de çıkan mahkeme kararıyla, elyazmalarının, dolayısıyla Kafka’nın mirasının resmi ‘sahibi’ İsrail oldu. Kafka’nın bu son ‘davası’ sonucunda İsviçre’deki kasalar boşaltıldı, ancak belgeler henüz halka açık değil. Kamuya açık dijital bir arşiv oluşturulması planlanıyor ve yayımlanacak metinlerden Hoffe’lere telif verilmesi karara bağlandı.

Kafka kime, nereye ait? Boşluk, tam karşımızda şimdi.

Yazarın anısı eşliğindeki biz fanilerin elinden, bu boşluğun dibine bakıp aidiyeti düşünmekten fazlası gelmiyor ne yazık ki.

Şimdi Mona Lisa, Louvre’daki yerinde hüzünle gülümsüyor olmalı.

(Görselde Mona Lisa'nın bıraktığı boşluk, Salon Carre, Louvre.)




[1] Max Brod, Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk. Çeviri: Kâmuran Şipal; Cem Yayınevi, 2000.
[2] (Der.) Ali Artun, Sanat Manifestoları: Avangard Sanat ve Direniş. Çeviri: Kaya Özsezgin; İletişim Yayınları, 2010. 
[3] Simon Kuper, “Who Stole the Mona Lisa?” The Financial Times, 5 Ağustos 2011.
[4] Michael Day, “We want our masterpiece back – Italians petition France to return Mona Lisa to Florence.” The Independent, 8 Eylül 2012.
[5] Rick Gekoski, Lost, Stolen or Shredded: Stories of Missing Works of Art and Literature (Profile, 2013) adlı kitabında Mona Lisa’nın çalınması olayına eğilirken Kafka ve Brod’un Mona Lisa’nın boşluğu önündeki imgesiyle başlıyor söze ve yazarın bilhassa boşluğu görmek üzere müzeye gittiğini belirtiyor. Ancak Gekoski, daha önceden kaleme aldığı ve yazmakta olduğu kitapta başvurduğu verilerin doğrulanması ile ilgili sorunlara değindiği makalede (Guardian, 9 Eylül 2011) Brod ve Kafka’nın şehre İtalya seyahatlerinden dönüş yolunda uğradıklarına, dolayısıyla kendi çelişkisine işaret etmiş.
[6] Elif Batuman,Kafka’s Last Trial.” The New York Times, 22 Eylül 2010.
[7] Rainer Stach, Kafka: Kavrama Yılları. Çeviri: Sezer Duru; Sel Yayıncılık, 2013.
[8] Kafkaesk terimi ironiyi de kapsıyor. Nazilerden bahsederken ironiye yer yok.
[9] Franz Kafka, “Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu,” Hikâyeler. Çeviri: Kâmuran Şipal; Cem Yayınevi, 2000.
[10] Elif Batuman,Kafka’s Last Trial.”
[11] Christoph Schult, Die Erbschaft.” Der Spiegel, 26 Eylül 2009.

5 Ağustos 2016 Cuma

N-n-n

Bir tuhaf yaz oluyor sevgili blog okuru... Gördüğüm kadarıyla, birtakım dehşetli olaylar gerçekleşirken muhakkak ki travmatize olan bizler, menemen soğanlı mı yoksa soğansız mı olur gibi mühim hususlarda tartışıyor, Stranger Things'i sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye ayrılıyor ve Instagram Snapchat'leşince Snapchat ne yapacak onu falan konuşuyoruz. Bu haftanın notlarını, bir başyapıt olduğunu iddia etmeyeceğim ama yine de kendisiyle güzel vakit geçirdiğim Stranger Things'den ilhamla (bu arada menemen tabii ki soğansız olur) seksenler temalı, serbest çağrışımlı şeylere ayırıyor ve bunları art arda yığıyorum.

Yazı tipi ile başlayalım çünkü nerd'lük: ITC Benguiat; Star Trek'ten Stephen King'e ve günümüze. Yazı tipi demişken, Tektura ve seksenler gözüyle bir fütürizm ve vizyonsuzluk hikayesi. Bu bahsi kaparken: Rubik Kübizm.

Bir labirentin içinde sıkışıp kalmışız ve ya avcı ya yem olacağız... Kahrolsun oral fiksasyon, yaşasın Pac Man. Gelgelelim Pac Man dündü, bugün günlerden Pixels. Ben henüz izlemedim, ama Pac Man hayranlarından bazıları, filme saydırıyor. (Hep öyle değil mi zaten, hayranlık küfür ve kıyameti de içermiyor mu?) Ardından, pek sevdiğim bir graffiti sanatçısı gelsin: Invader ve uzaylı karakterleri.

Neyse, Stranger Things ile dönem dışında alakası yok ama en sevdiğim seksenler filmi olabilir: St. Elmo's Fire. Bunu izlediyseniz yolunuza Rumble Fish ya da Outsiders ve muhakkak Sixteen Candles ile devam edip kapanışı Dirty Dancing ve Flashdance ile yapın - derdi tasayı unutacak, reel anlamda nükleer savaş tehdidi altında yaşayan insanların birbiriyle slow dans ederek flörtleştiği bir çağa dair -varsa- anılarınız canlanacak, -yoksa- algınız açılacak. Tabii birkaç bölüm Fame izlemenin -Goonies'miş, ET'miş, Stranger Things'in gaddar bilim adamı Matthew Modine'in gençliğini tetkik edebileceğiniz Birdy'ymiş, hepsi olur- ve çağı eşelemenizin önünde bir engel yok, malum, seksenlerin vatka ve kabarık saçtan ibaret olduğunu sanan kuşaklar yetişiyor, ne demişler, eğitim şart. Stranger Things ile lafa başlayıp Dirty Dancing'e varmak biraz tuhaf oldu, öyleyse direksiyonu kıralım ve diziden hazzedenlere Dean R. Koontz klasiği Nöbet'i anımsatalım - türlü türlü nöbet var, bu o dönemi anımsayanlara tanıdık gelecek ve biraz dehşetli bir tanesi... Neyse, yazı tipi üzerinden Stephen King bağlantısıyla girdiğimiz yazıyı en sevdiğim Stephen King romanıyla kapatayım da bari Dean R. Koontz'u anıp onu anmamak olmasın: O.

Ben birkaç gün kaçıyorum sevgili blog okuru, ancak sizleri şu ara nedense ısrarla izlediğim bir video ile baş başa bırakıyorum: Haim ve Hazy Shade of Winter. Hangimiz, bir yaz günü kışı aramadık ya da kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, kız kardeşlerimizle birlikte, delice karaoke yapma arzusu duymadık ki?

Deli gibi sevmekler...

4 Ağustos 2016 Perşembe

Parçalı - Son

VII

“Artık (her açıdan) başka şeylere geçmenin zamanı geldi.”[1]

Eleştirmenler uzlaşamamış olabilir ama A Little Life’ın okur nezdinde başarılı olduğunu ve büyük ses getirdiğini yadsımak mümkün değil; acının, kederin ve çilenin tüketicisi halen çok dünyada. Hanya Yanagihara, çağın gereklerince, belki de ardı arkası kesilmeyen eleştirilerle baş etmek üzere kaleme aldığı bir yazıda kitabı okumamış olanlara pek çok şeyi ele verecek, okumuşlara ise pek bir şey ifade etmeyecek biçimde hikayenin zihninde gelişme sürecini anlatmış[2] – görsellerden, zihninde imgeler tetikleyen sanat eserlerinden, hatta degrade kumaşlardan ve Prada’nın 2007 Sonbahar/Kış koleksiyonundan bahsederek... New York şehrinin en gözde mekanlarındaki parlak ışıkların altında başlayıp izbe motellerin çaresizlik kokan loş odalarına uzanan, ardından bodrum katlarının ve tarifsiz acılar çeken bir kahramanın kendi karanlığına gömülen bu romana sahip çıkmanın, onu onatmanın bir yolu bu belki de: Kurmacaya iliştirilen gerçeklerle kurmaca gerçekliğinin inşası.

Gözyaşları gerçek olduktan sonra gerisi hikaye.





[1] Calvino, Italo. Kesişen Yazgılar Şatosu. (Çeviren: Semin Sayıt.)
[2] Yanagihara, Hanya. “How I Wrote My Novel: Hanya Yanagihara’s A Little Life.” The Vulture, 28 Nisan, 2015.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Parçalı 3

V

 “… giderek kitaplara sığınır oldum, ciddi ya da önemli kitaplara değil de bana kendimden kaçma fırsatı sunanlara (…)”[i]

Patricia Highsmith, Becerikli Bay Ripley’yi yayımlattığında sene 1955’ti: O günden bugüne dünyanın çehresi, oldukça değişti. Bu soğukkanlı, steril denecek denli duygusuz ve hesapçı, fakat okurunu kaşla göz arasında ele geçiriverip kendi safına ustalıkla çekebilen kahramanı bugünün dört bir köşesine güvenlik kamerası dikili, parmak izlerinden retina fotoğraflarına varana değin türlü araçla herkesi gözetim altında tutan dünyasında, hele de bir başkasının hayatına ‘çökerken’ hayal etmek güç. Bizler, her daim geride bıraktığımız izlerle ilerledikleri zeminde sümüksü izler bırakan salyangozlardan farksızız şimdi; malum, girdiğimiz her oda, açtığımız her pencere, tıkladığımız her bağlantı birtakım algoritmalar yardımıyla depolanıp türlü amaca hizmet edecek şekilde işleniyor, bu doneler birilerine satılıyor ve o satışlar sonrasında her birey, -çoğu zaman bir katilin değil ama- bir projenin hedefi haline geliyor. İşte, tam da bu dengeleri değiştirmek amacıyla yola çıkan Sanatçı Jennifer Lyn Morone, şahsını tescilli bir markaya[ii] dönüştürmüş ve bir internet sitesi kurup bir de sergi düzenleyerek yaşadığımız bu olağan dehşet ortamına dikkat çekmiş: Morone, kendi verileri üzerinde yegane söz sahibi olduğu iddiasıyla, yüz sterlin karşılığında hayatıyla ilgili tüm verileri bir dosya haline getirmiş ve satışa çıkarmış. Dekontlar, laboratuvar sonuçları, faturalar, adresler, karneler, akla gelebilecek her şey... Sanatçı, eğer birtakım şirketler insanın sırf var olması hasebiyle biriken veriler üzerinden kazanç sağlıyorsa, aynını verilerin gerçek “sahibinin” de yapabileceğini söylüyor ve bireyin toplum nezdinde değerini ‘ölçüp biçme’ derdinde olduğunu belirtiyor. DOME[iii] adını verdiği bir veritabanı kuran Morone, hakkındaki her şeyi, dijital ortamda bıraktığı her türlü izden maddi dünyadaki adımlarına değin tüm bilgileri burada depoluyor - her ne kadar bu girişimiyle Google, Facebook ya da Amazon gibi dev yapılarla aşık atamayacak olsa da, verdiği mesajla kendi “hikayesine” sahip çıkıyor.[iv] Eğer böyle bir şey mümkün ise...

VI

“Nasıl yazılması gerektiği hakkında önyargın var. Sanki herkes aynı noktadan başlarmış, aynı hedefe gidermiş gibi yargılıyorsun her şeyi.”[v]

Geçen yılın en çok ses getiren kitaplarından biri, bir romandı: Acı Dolu Yaşamlar rafında yer almasa da acının, fiziksel ve ruhsal acı ile travmanın uzun uzadıya irdelendiği Hanya Yanagihara imzalı A Little Life (Bir Küçük Hayat.) ABD’de Ulusal Kitap Ödülü’ne, ayrıca Man Booker’a aday gösterilen bu roman, tuhaftır ki, okuru da ikiye böldü; bir kesim Yanagihara’nın anlattığı hikayenin başlangıçtaki ışıltısıyla büyülenip sayfaları çevirdikçe artan acı ve şiddet dozu karşısında ağlamaktan helak olduğunu belirtiyor, diğer kesim ise yazarın, kitabın odağındaki kahramana çektirdiği bitmek bilmeyen zulmün dozunu komik denecek denli aşırı bulduğunu söylüyordu. New York’ta, aynı üniversiteden mezun dört arkadaşın sanat galerilerinden partilere ya da en revaçtaki lokanta ve barlara uzanan pırıltılı yaşamlarıyla başlayan kitap, kahramanlardan birinin geçmişindeki akla hayale sığmayacak denli dehşetli taciz, tecavüz ve mağduriyet öyküsüne odaklanarak ilerliyor ve aktardığı acının gölgesinde anlatının, inandırıcılık da dahil olmak üzere diğer bütün unsurlarını yavaş yavaş solduruyordu. Elif Batuman, New Yorker’da yayımlanan incelemesinde kitapla inceden inceye dalga geçiyor, London Review of Books’a yazan Christian Lorentzen, kahramanlardan birine gönderme yaparak, “Kim böyle bir romanda hapsolup da uyuşturucuya dadanmaz ki,” yolunda sert bir yorumla incelemesini noktalıyordu. Oysa Garth Greenwell, Atlantic’te yayımlanan makalesinde A Little Life’ın nicedir beklenen “Büyük Gay Romanı” olduğunu söyleyerek olumsuz tepkilerin kalbinde yer alan inandırıcılıktan uzaklaşma, karakterlerde tek-boyutluluk vs. gibi unsurları metnin “queer olarak yaftalanagelmiş” opera, melodram, vs. gibi kaynaklardan beslenmesine yoruyordu. Greenwell, tam da bu yüzden, yani melodrama, mübalağaya ve duygusallığa böyle derinlemesine yer açarak daha mütevazı dışavurum yöntemleriyle ortaya konamayacak coşkun gerçeklerin kağıda dökülebildiği kanısındaydı. Sonu gelecek bir tartışma değildi, zira birilerinin eleştirisine hedef açan unsurlar, başkalarından övgü topluyordu. Romanın yol açtığı tartışmalardan belki de en ilginci, New York Review of Books yazarı Daniel Mendelsohn’un Yanagihara’yı kahramanı Jude’a biçtiği sonu bir türlü gelmek bilmeyen taciz ve acı çıkmazı üzerinden eleştirerek bunun ne insani[vi] ne de sanatsal açıdan adil olduğunu iddia etmesi ve romanın okuru “aldattığını” söylemesi üzerine koptu. Mendelsohn’a yanıt, yine beklenmedik denecek  bir hamle sonucunda kitabın editörü Gerald Howard’dan geldi; Howard, Charles Dickens eserlerini ya da John Williams’ın Stoner’ını emsal göstererek kurmacanın başlı başına bir kandırmaca işi olduğunu, ve bunun, okuru hakiki bir duygu ve estetik zevk boyutuna sürükleyen teknikler sayesinde sahtekarlık niteliği taşımadığını belirtiyordu. Mendelsohn, yanıta daha da alaycı bir cevap vermekten kaçınmadı ve bu defa yazarın kahramanına yaşattıklarının kabalığından dem vurdu.

Kurmacaydı, ama gerçeklikle ilişkisine dair tartışma, bir türlü bitmek bilmiyordu. O esnada güçlü bir sosyal medya kampanyasıyla desteklenen kitabın okurları, sıklıkla, yedi yüz yirmi yedi sayfalık bu koca kitabın nasıl da çabucak, hızla, heyecanla ve okunduğunu söylüyor, gözyaşlarından[vii] bahsetmeyi ise unutmuyordu. Toplu bir ağlama nöbetiydi adeta ve herkes, buna davetliydi.



[i] Greenwell, Garth. What Belongs To You.
[ii] Jennifer Lyn Morone
[iii] DOME: The Database of ME. (Bana Dair Veritabanı.)
[iv] Grgurich, John. “Companies Are Profiting From Your Data. Shouldn’t You?” The Fiscal Times, 14 Temmuz, 2014.
[v] Stoppard, Tom. “Gerçek Şey,” Toplu Oyunları I. (Çeviren: M. Hamit Çalışkan.)
[vi] Kurmaca bir esere ilk defa böyle bir misyon yüklendiğine, böyle bir itham yöneltildiğine tanık oluyorum.
[vii] Mark Twain’e atfedilen o söz geliyor insanın aklına: “Elinde çekiç olana her şey çivi gibi görünür.”