30 Nisan 2010 Cuma

Ateş altında çikolata

Nisan ayının son günü bugün; sürekli hastalanmak suretiyle biraz zorlu bir bahar başlangıcı yaptım denebilir. Ülke gündeminin algı sınırlarını zorlayan gelişmelerinden midir, nisanın zalimliğinden midir artık nedir, bazı şeyleri anlayıp hazmetmekte güçlük çeker oldum. Telaşa mahal yok, burada kişisel algı problemlerimi açacak değilim. Aslında Tim O'Brien'ın Taşıdıkları Şeyler'de bahsettiği tropik çikolatayı anlatan bir yazı yazma niyetindeydim. Öyleyse, başlayalım.


Portakallısından acı biberlisine çeşit çeşit çikolataların durduğu market raflarının önünde durduğunuzda tropik çikolatayı anımsayın isterim. Çok lezzetli olduğundan değil; belirli amaçlara yönelik olarak tasarlanmış ve muasır medeniyetin emellerini yansıtan gölgede kalmış bir gerçeklik olduğundan. Öncelikle şunu söyleyelim; tropik çikolata, "onların" taşıdıkları şeylerden biri; tıpkı konserve açacağı, el bombası, sakinleştirici, kız arkadaş mektupları gibi.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Ne yaptığım fark etmiyor...


Geçtiğimiz yıl Nick Cave'in Bunny Munro'nun Ölümü romanını yayınladık, biliyorsunuz. Bunny Munro'nun Ölümü, bugünlerde İngiltere'de yeni bir baskı ile (farklı bir ebat ve kapakla) okurla buluşmak üzere hazırlanıyor. Cave, BBC Radio 4 söyleşisinde romanın temelindeki baba-oğul ilişkisini vurguluyor; yeni baskıda kapağın da kitabın bu yönünün altın çizecek şekilde tasarlanmış olduğunu belirtelim.

Bu sarhoş ve bencil karaktere sempati duymamızı istiyor musunuz?

Okurun bir noktada tanıdığını hissedeceği bir karakter yaratmak istedim. Bunu başardıysam karaktere sempati duyulmaması imkansız. Anlayış sanırım kastettiğim. Bu yüzden de Bunny’yi sık sık oğlunun gözlerinden görüyoruz. Bunny Junior 9 yaşında ve babasına tapıyor, o yaştaki pek çok erkek çocuğun yaptığı gibi. Bunny’nin neler yaptığını bizler görüyor olsak da onu izlediğimiz farklı bir açı mevcut hep oğlu sayesinde.

Bunny Munro Brighton’da yaşayan bir seyyar satıcı, güzellik ürünleri satıyor. Siz de Brighton’da yaşıyorsunuz - bir Bunny Munro tanıyor musunuz? Tanıdık bir karakter mi bu?


John Hillcoat’la beraber 1970’lerde seyyar satıcılar hakkında bir belgesel izledik – kadın düşkünlüğü, alkol, tüm bu meseleler… John bu karakterlerin bir kısmıyla görüşmeler de yaptı aslında. Ama bu materyaller 1970’lere aitti, bizim karakterimiz güncel elbette.

Kitap baba-oğul ilişkisini konu alıyor. Bunny Junior babasının ayağına dolaşıyor neredeyse. Kitabı çocuğun gözünden yazdığınızı söyleyebilir miyiz?

Çoğunlukla. Oğlan olan bitenden habersiz, babasıyla geziyor ama evlerde olanları bilmiyor. Böylesi bir canavarı yaratmak için ilginç bir mekanizma oldu Bunny Junior.

Daha önce babanızın edebiyatı en yüksek sanat formu olarak gördüğünü ve ilk romanınızı onun için yazdığınızı söylemiştiniz. Bu romanda Bunny Junior karakteri sizden izler taşıyor mu?

Babam Rock and Roll’a fazla değer vermezdi. Onda büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olmalıyım. Beni oturtup bütün klasikleri zorla okuturdu, evet, ama onun yanında olmaktan da zevk alırdım aslında.

Bir romancı olarak oğluyla gurur duyar mıydı peki?


Bu kitabı sever miydi bilmiyorum.

Yaşam tarzınız hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne derler biliyorsunuz, yazarlar ümitsizlik içinde yazarlar çoğu zaman. Aradan geçen yıllarda yaşam tarzınız geleneksele yaklaştı ama romanınızda ya da müziğinizde bunun izlerini görmüyoruz.

Bir noktada anladım ki ne yaptığım fark etmiyor, bana dair algı zaten oluşmuş. Yapabileceğim bir şey de yok bu konuda. Bu bir yandan can sıkıcı ama öte yandan da beni özgür kılan bir şey. Bu günlerde ne istersem onu yapabileceğimi hissediyorum. Başarılı olup olmaması fark etmeyecek benim için.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Öykü gerçekliği


Dobra olma zamanı.

Doğru, kırk üç yaşındayım; bir yazarım şimdi ve uzun süre önce piyade asker olarak Quang Ngai Eyaleti’nin içinden geçtim.

Bunun dışında neredeyse her şeyi uydurdum.

Oyun değil ama bu. Biçem. Şimdi, şu anda, kendimi kurgularken, bu kitabın neden bu biçimde yazıldığına dair size söylemek istediğim şeyleri düşünüyorum.

23 Nisan 2010 Cuma

Öldürdüğüm adam


Çenesi gırtlağının içindeydi, üst dudağı ve dişleri gitmişti, tek gözü kapalıydı, öteki gözü yıldız biçiminde bir delikten ibaretti, ince kaşları bir kadınınki gibi yay biçimindeydi, burnu zarar görmemişti, bir kulağının memesinde hafif bir yırtık vardı, temiz siyah saçları kafatasının arkasına doğru inek yalamış gibi uzanıyordu, alnı hafif çilliydi, tırnakları temizdi, sol yanağının derisi üç şerit halinde geriye doğru sıyrılmıştı, sağ yanağı pürüzsüz ve kılsızdı, çenesine bir kelebek konmuştu, boynu omuriliğine kadar yarılmıştı ve oradaki kan yoğun ve parlaktı, ölümüne o yara neden olmuştu. Sırtüstü yatıyordu patikanın ortasında; zayıf, ölü, neredeyse zarif bir genç adam. Bacakları kemikli, beli ince, parmakları uzun ve biçimliydi. Göğsü göçük ve kassızdı - bir öğrenci, belki. Bilekleri bir çocuğun bilekleriydi...



Bir gözü yıldızdı şimdi.


(Taşıdıkları Şeyler, Tim O'Brien. Çeviren: Avi Pardo.)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü

Etgar Keret; blogumuzda daha önce de bahsettiğimiz, genç, yetenekli ve söyleyecek çok şeyi olan bir yazar. Yıldızı hızla yükselmekte olan Keret'in sesine aşina değilseniz eğer, Parantez'den çıkan Nimrod Çıldırışları adlı kitabını ve Samir El Youssef ile ortak projesi Gazze Blues'u okumanızı şiddetle tavsiye ederiz.

İlk sayısı geçtiğimiz ay yayınlanan yeni edebiyat dergisi Sıcak Nal'da Nil Pınar Arın, Gazze Blues'a yönelik kapsamlı bir eleştiri dosyası hazırlamış ve Keret'in yine büyük ilgiyle takip ettiğimiz dergilerden The Believer'la yaptığı söyleşinin bir kısmına yer vermiş. Arın, "Kuralsız bir dünyada dolaşırken bir tanıdığa rastlamak," gibi bir etki bıraktığını söylemiş Keret'in. Gerçekten de Keret'i okurken bir tanışıklık hissi uyanıyor insanda; sanki 10 senedir görüşmediğiniz ama beraberce pek çok badire atlattığınız bir grup arkadaşla olmadık bir yerlerde bir araya gelmişsiniz gibi bir his... Okuma tecrübesi kişiye özel elbette, haliyle tanımlamaya çalıştığım kişisel bir izlenim, yine de Arın'ın bahsettiği duyguya benzerlik taşıdığı kanısındayım.

Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitabını yine Avi Pardo'nun çevirisiyle önümüzdeki aylarda yayımlayacağız, şimdiden haber edelim.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Kurgu, gerçekler ve sen


Gerçekler kurgudan daha tuhaf olabilir mi? İzlanda'da patlayan yanardağın global yaşam alışkanlıklarına sekte vurmasıyla şimdilik gerçekler kurgu karşısında bir sıfır önde gibi görünüyor. Öyle ya, daha düne kadar adını bile bilmediğimiz (Eyyafyallayöküll, evet, adı bu) bir oluşum hepimizin hayatlarını etkilediği gibi felaket tellallarını (doğruyu söyleyip söylemediklerinden asla emin olunmaz) da kül bulutu, asit yağmurları vs. konularında çeşitli fikirler beyan etmeye teşvik etti. En iyisinin kül bulutu geldiğinde evden çıkmamak olduğu söyleniyor ki bu, domuz gribi paniği koptuğunda da önerilmişti. Hayat devam ediyor ama. Uçakların kalkmadığı ve inmediği Londra şehrinde kitap fuarı bugün başladı örneğin. Gerçekler kurgudan daha tuhaf olabilir mi? Bundan emin olmamız sanırım mümkün değil. Ama günümüz dünyasında yaşamın tuhaf, gerçekten çok tuhaf olduğu tartışma götürmez.

Devamı tuhaf hayatlarımızın gerçeklerini eşsiz biçimlerde kurgulayan bir ustadan, Don DeLillo'dan gelsin:

16 Nisan 2010 Cuma

Helikopter sesleri


Tim O'Brien'ın çağdaş edebiyatın kült klasiklerinden biri sayılan kitabı Taşıdıkları Şeyler, sonunda tüm kitapçılarda! O'Brien; Taşıdıkları Şeyler'de savaş karşıtı duruşunun yanı sıra, yazma eyleminin kendisini irdeliyor, anlattığı hikayeleri temelinden sorguluyor. Boston Globe; okurken helikopter sesleri duyacaksınız demiş kitap hakkında... Helikopter seslerini bilemeyiz ama derinden sarsılacağınız, olan bitene farklı gözlerle bakacağınız gibi savaşı ya da diğer kişisel ve toplumsal travmaları bir başkasına anlatmanın mümkün olup olmadığını düşüneceğiniz kesin.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Anılar galerisi

Punto’nun ön koltuğunda kamburunu çıkarmış otururken iki şey endişelendirmektedir onu.

Birincisi, annesini hatırlamaya çalıştığında görüntüsünün kaybolmaya devam etmesidir. Eyfel Kulesi’nin hangi tarihte inşa edildiğini hatırlayabildiği halde zihninde annesini canlandırmakta zorlanır, bu da onu üzer. Birlikte yaptıkları şeylerin anılarını bir galeriye dizer gibi dizmeye çalışır. Zamanda donmuş biçimde, dünyaca ünlü Booth Müzesi’nin camekânlarındaki doldurulmuş hayvanlar misali. Fakat annesinin görüntüsü kaybolmaktadır, örneğin annesinin St Ann’s Well Gardens’ın oyun parkında onu salıncakta ittiği günü anımsamaya çalıştığında, kendini havada, bacaklarını sallarken, yüzü kahkahayla capcanlı görebiliyor – ama iten kim onu? Bir hologram kadar eksik ve yavaşça dağılan bir hayalet-kadın. O anda sonsuza dek, inmemek üzere havaya yükselen, insan temasının ve sonuçlarının ötesinde, annesiz bir çocuk olacağını hisseder ve gömleğinin koluyla gözyaşlarını sildikten sonra diğer konuda endişelenir.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Fırlatılan satırlar


Gerçi siz beni tanımıyorsunuz ama benim adım Jane. Başınıza dert açmak için telefon rehberinden aldım isminizi. Şuna inanıyorum ki bugün hepimiz birbirimizle ilişki kurmakta zorluk çekiyoruz. Herkesin hemfikir olduğu bir gerçek bu, aslında öyle bir hemfikiriz ki belki de gerçek bile değil bu bilgi. Belki de gereğinden fazla ilişki halindeyiz, hani bana sorulsa. Yine de ilk varsayım üzerinden hareket ediyorum, yani ilişkilerimiz yetersiz, o yüzden size doğru bu satırları fırlatıyorum. Yakalarsınız ya da bırakırsınız düşer, size kalmış. Ama bana öyle geliyor ki oralı olmazsanız bunun ceremesini çekersiniz. Bu benim kişisel görüşüm sadece, herhangi bir polis gücü yok arkasında. Sizi cezalandıracak durumda da değilim, Bay Quistgaard, dinlemediniz ya da ilgi göstermediniz diye. Bizim toplumumuzda bunun bir cezası yok. Şimdilik. Sadede gelelim.


9 Nisan 2010 Cuma

Konusuz ve biçimsiz?


Oturduğumda, hayatı ve hayatlarımızın nasıl konusuz ve biçimsiz olabileceğini, bunun da kendimizi büyük bir öykünün parçası gibi hissetme zorunluluğu doğurduğunu düşündüm. Sonra yazarları düşündüm, nasıl tüm yazarların kitaplarını nasıl bitireceklerini bildiklerini, son bölümü, son paragrafı, sondan bir önceki cümleyi, son cümleyi yazıp ardından SON kelimesini koymayı planladıklarını düşündüm. Bunun ardından, yazarın beyninde, o son duvara çarpmak üzere olduğunu algıladığında meydana gelen psişik bir sıkışma olması gerektiğine karar verdim. Tüm yazarlar, varlığından bile haberdar olmadıkları bir şeyi sıkıştırmış olmalılar beyinlerine; eser bittiğinde, geride mikroskobik de olsa bir pırlanta parçası kalmalı.

Yürüyerek otoyola döndüm, arabaya bindim ve kütüphaneye gittim. Kurmaca bölümüne girip o küçük arabalardan birini aldım ve rasgele yüz kadar roman seçtim. Fotokopiye götürüp hepsinin son iki sayfasını kopyaladım. Bunları zımbaladım ve eve götürüp okudum.

Pırlanta buldum mu? Bilmiyorum.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Sahip çık!

Nisan ayı; yağmurları, erken erken inmeye niyeti olmayan akşamları, serin rüzgarları ve tomurcuklanan ağaçları da aldı, geldi. İstanbul'da yaşayanlar için, nisanın film festivali ayı olduğunu da unutmayalım. Her ne kadar Emek Sineması'ndan yoksun da olsa, festival festivaldir yine de. Kışın pasını geride bırakıp tazelendiğimiz bir mevsimde, ekran başından uzaklaşıp beyazperdenin karşısında düşlerimizi başkalarının düşleriyle kaynaştırdığımız bir zaman dilimi... Sinemanın önce AVM'lere ardından da bilgisayar ekranlarına indirgenmeye mahkum olduğunu, ilerleyen zaman ve teknoloji ile izleyicinin sinema salonlarından kopmasının engellenemeyeceğini iddia eden felaket tellallarına inat; yağmurda yürüyüp Beyoğlu'nda bir kahve içmenin, festivalin sürprizlerini keşfe çıkmanın tam da zamanı şimdi. Her şeye rağmen.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Maskeler, külotlu çoraplar, tüyler


“Son birkaç gündür başka biri gibisin,” dedi. “Hatta aylardır.”

Durum -üstü örtülü de olsa- ancak bu kadar yalın şekilde tespit edilebilirdi...

Annem şu üç çözümden birine başvurulduğu takdirde neredeyse her şeyin çözülebileceğini söylerdi: sıcak bir banyo, sıcak bir içecek, ya da, orada ne yapılacağını hiçbir zaman belirtmemekle birlikte, onun tabiriyle “tuvalete gitmek.” O sırada, çocukluğumda tavsiyesinin işe yaramadığı tek bir hadiseyi bile nasıl olup da hatırlayamadığımı düşünüyordum. Küvetimiz mutfağımızın ortasındaydı, tuvalet ise mutfak lavabosunun hemen diğer tarafında ince duvarlı bir odacıktı. İki oda da elle döşenmiş, aynı siyah-beyaz desenli fayans zemine sahipti. Suyun borulardan akması, kesilmesi veya kaynaması hep işitilirdi.
Rema’nın yürüyüşüne benzer bir ses beni bir saati bile geçmeyen uykumdan uyandırdı, ama bu pek tuhaf bir zaman dilimiydi. Uyandığımda uyuşmuş, karıncalanan sol elim deli gibi ağrıyordu. Rema’nın olmadığına karar verdiğim bir suratın şöyle bir gözüme çalınmasından sonra, mutfak tarafından gelen çoraplı ayak seslerinin iç acıtan aşinalığı sırasında, bekleyip her şey normalmiş pozları takınamayacağıma karar verdim. Gidip hakiki Rema’yı aramalıydım. Bunun ne demeye geldiğini pek bilmesem de -başıma bir şapka geçirecek, bir büyüteç kapacak ve parmak izi peşinde mi koşacaktım?- atılması gereken bir sonraki adım buydu, biliyordum...

Elbette ki zihnimiz bizlere oyunlar oynardı; duygularımıza maskeler, külotlu çoraplar, tüyler giydirirdi.


(Atmosferik Rahatsızlıklar, Rivka Galchen; çeviren: Hira Doğrul.)

2 Nisan 2010 Cuma

Tavşan kaç



Baharın şehre inişinin ardından, şimdi de Paskalya kapıda. Hıristiyan alemi İsa'nın çarmıha gerilmesinin ardından dirilişini kutlayadursun; bu blog, eğer şimdiye değin farkına varmadıysanız altını çizelim, serbest çağrışımlara fena halde açık. Paskalya dolayısıyla akıllarımıza düşen kitap Nick Cave'den Bunny Munro’nun Ölümü oldu. Belki tavşan temasından, belki de yazarın sözlerinden dolayı. Cave, Bookseller söyleşisinde kitabını İncil'e benzettiğini söylemiş; hikayenin finalinde gerçekleşecek olanı okura baştan bildirerek ve ana karakterini kendi akıbetine dair bir farkındalıkla donatarak İsa ile bir akrabalık yarattığını belirtmiş. Sanatçının söz yazarlığında da beslendiği önemli kaynaklardan birinin İncil olduğu düşünülürse bu, Cave açısından şaşırtıcı sayılmaz. Antik Yunan trajedilerini de çağrıştıran görkemli ve çarpıcı bir sonla noktalanan Bunny Munro'nun Ölümü, karakterine ölümünün ardından yarı sembolik, yarı fantezi biçiminde bir yüzleşme alanı da yaratıyor. Bu anlamda ölüm son değil gerçekten de Bunny Munro için, Cave'in şarkılarından anımsayacağımız bir dize gibi, ölüm son değil.