2 Temmuz 2019 Salı

Şato!


Günün birinde bütün kitaplar sinemaya uyarlanacak mı bilmiyoruz ama Shirley Jackson romanı Biz Hep Şatoda Yaşadık yeni uyarlamasıyla perdede... Bizim duruşumuz, çok sıra dışı bir olay olmadığı sürece belli: Kitap filmden daha iyi 👊

28 Haziran 2019 Cuma

Kapak


Time dergisinin kapağında, Pulitzer, Arthur C. Clarke ve Amerikan Ulusal Kitap Ödülü gibi pek çok payeye layık görülmüş Yeraltı Demiryolu'nun yazarı Colson Whitehead var - Time, en son on yıl önce, Büyük Amerikan Romanı temalı sayısında Jonathan Franzen'ı kapağa taşıdığından bu yana ilk defa bir edebiyatçıyı kapak yapıyor, yani bu, ender rastlanan ve sevindirici bir olay.

Siren'in sonbahar kitapları arasında yer alan ve yılın en önemli kitaplarından biri olarak anılacak yeni Whitehead romanı The Nickel Boys'a listenizde şimdiden yer açın, bizden söylemesi.

27 Haziran 2019 Perşembe

Daha iyi biri


(...) bütün bunlar bana anlatıldıktan sonra bir karar verdim, artık duygularımı ifade etmeyecek, insani duyguların aracı olmayacaktım. Televizyonda haberleri izledim ve kendimi onlardan ayırmak istedim. Kendi katılımımdan feragat etmiştim. Kendimi insani zaaflardan koparacak, daha iyi biri olacaktım. Sesimi yükseltmeyerek, ağlamayarak, sinirlenmeyerek, üzülmeyerek, içerlemeyerek veya heyecanlanmayarak daha iyi bir insan olacaktım. Geceleri yatmayıp şafağı beklemekten, uyursam ne olacağını, neyin beni öldürmeye geleceğini düşünmekten yorulmuştum.   

(Dave Eggers, Hızımızı Tadacaksınız. Çeviren: Garo Kargıcı. Görsel: Henry Fool 🖤)

25 Haziran 2019 Salı

Günlük!

Önümüzdeki sezonun kitaplarını hazırlayarak geçirdiğimiz şu günlerde bu alana pek uğramıyor gibi görünsem de, buranın da çehresini değiştirecek birtakım yeniliklerle meşgulüm, ilkin onu bildireyim... Son günlerde kendi sessizliğim içinde çok okudum, çok yazdım ve çok çalıştım fakat elime öyle bir kitap geçti ki, burada paylaşmadan duramadım. Bu aralar beni en çok şaşırtan, Ari Folman'ın uyarladığı, David Polonsky'nin resimlediği Anne Frank'in Günlüğü grafik romanı oldu - Folman, bugünlerde, son derece yenilikçi görünen bir Anne Frank'in Günlüğü animasyonunun yapımıyla meşgul; benim elime geçen kitap, gerek çizimleri gerek de adaptasyona dair yaklaşımıyla çığır açan bir yerde duruyor; buradan yola çıkarak Folman'ın animasyonunun, Oscar'a aday olan Beşir'le Vals gibi ses getireceğini varsayıyorum. Grafik romanın güzel yanı, esas metnin uyarlanış biçimindeki incelik; çizimlerin ve içerik düzenlemesinin özgünlüğüne değinmiyorum dahi... Bu bir yaz kitabı tavsiyesi değil fakat bir kitap tavsiyesi, rastlarsanız yaz kış, zaten konusunu biliyorum demeden okuyun ve bir uyarlamanın ne denli yenilikçi, ne denli aslına sadık ve ne kadar derinlikli olabileceğini görün. On beş yaşında, Bergen-Belsen toplama kampında tifodan ölen/öldürülen Anne Frank'in doksanıncı yaş günü 12 Haziran'mış; yetmiş dile çevrilen günlüğü, halen, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da yaşama dair en önemli ve en çok okunan belgelerden biri.

Anne Frank ve Adolf Hitler, aynı yılda (1945) öldükleri için Kavgam ve Anne Frank'in Günlüğü'nün teliften muaf kalarak serbest kullanıma açılmaları eşzamanlı olarak tartışıldı; Anne Frank'in Günlüğü, savaştan sağ çıkan Otto Frank tarafından yayına hazırlandığı ve Otto Frank de yazar sayıldığı için bu metin kamusal alanda değil; Kavgam için durum farklı öte yandan... Belki bir teselli, hep on beş yaşında kalacak bu çocuğun metninin Hitler'in yazdığı kitaptan daha fazla okunması olabilir.

David Polonsky'nin bir başka işi içi bkz. Domuzu Kırmak, Etgar Keret. 

Günlük nedir, nasıl yazılmalıdır gibi sorulara kafa yoruyorsanız eğer, buraya da bir bakın: Annem Sen Misin, Alison Bechdel. Bechdel'den bahsetmişken, pek faydalı Bechdel testi için de bir bağlantı bırakalım, erkeklerin çekip erkeklerin oynadığı filmler, diziler, tartışma programları vs'den bıkıp usansalar da esas meseleye hâlâ parmak basamayan birileri kalmışsa diye. 






12 Haziran 2019 Çarşamba

Kurtulmak


"Fakat şu da doğru; hikâyeler bizi kurtarabilir."

(Tim O'Brien, Taşıdıkları Şeyler. Çeviren: Avi Pardo.)

11 Haziran 2019 Salı

Burada

Bir oda dolusu insanın karşısında dikilip onlara bir hikaye anlatmak... David Grossman, bir stand-up komedyeninin gösterisine odaklı Bir At Bara Girmiş'te, tüm klişelere inat sahneyi hikâyenin zemini olarak örüyor. Grossman, Cumhuriyet Kitap söyleşisinde bu arka plana dair şöyle diyor:

S: Metnin tamamı, Dovaleh G.’nin sahnedeki stand-up gösterisinin akışına odaklı... Komedyen esprilerle söze başlarken anlatı yavaştan aksi yöne doğru kayıyor ve öykü, izleyiciyi rahatsız eden şahsi bir tını kazanmaya başlarken kalabalık isyana koyuluyor. İzleyici ve göstericinin arasındaki bu hoyrat ilişkiyi nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum; sizce bizler birbirimizin acılarına, çektiği dertlere ne denli duyarlıyız?

Grossman: Sefaleti, acıyı, çileyi görmezden gelmekte ustayız; kötü olduğumuzdan değil çoğu zaman; daha ziyade yorgun, bıkkın olduğumuzdan, dört bir yandan üzerimize üşüşen imge ve taleplerle karşı karşıya olduğumuzdan, vs. Ve bir başkasının yarasına dikkatlice bakacak olursak duruma dahil olma ihtimali doğuyor, biz de bundan kaçınıyoruz, sadece ne olup bittiğine çabucak bir göz atıp oradan uzaklaşmak istiyoruz. Uluslararası medya bu damarı feci biçimde besliyor aslında, olup bitene dahil olmadan, başkalarının acılarına şöyle kısaca bir göz atmamızı sağlıyor. Mesele tam olarak bu. Kahramanın çabası bundan; o, öyküsünü anlatırken izleyicilerin çoğu masalarından kalkıp gidiyorlar ama onu izleyen, gösterinin bitimine kadar kalan küçük bir grup var. Azınlıktalar belki, fakat oradalar; sefaletten, üzüntüden kaçmayan, derinlemesine bakmaktan çekinmeyen ve göstericiyi, böylesine mahrem ve acı dolu bir hikayenin anlatılmasını sağlayacak ölçüde sarıp sarmalayan birileri... Onlar orada.

(Sahi, kimler burada?)


-->

31 Mayıs 2019 Cuma

Dinlemeni isterim



(...)

“Bir podcast yayını açsam rahatsız olur musun?” diye sordu Jacob. Hem başka şeylerle ilgilenmek istediği hem de Julia’dan izin alması gerektiği için utanmıştı. 
“İyi fikir,” dedi, nedenini bilmese de Jacob’ın utandığını hisseden Julia. 
Yayın başladıktan birkaç saniye sonra Jacob, “Bunu daha önce dinlemiştim,” dedi. 
“Başka bir tane aç o zaman.”
“Yo, gerçekten çok iyi. Dinlemeni isterim.”

(Buradayım, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Begüm Kovulmaz. Buradayım, Foer'in en muazzam yapıtı olabilir, bu roman, aynı zamanda podcast dinlemeden uyuyamayan bir kahramanı, Jacob'ı karşımıza çıkarıyor... Podcast demişken, blogla kan bağı olan Kitap, Kaşık ve Diğer Gerekli Şeyler'in bağlantısını -bir kez daha- şuraya bırakıyorum; programın bu ilk sezonunda çevirmenler ve editörler kendi hikayelerini, kendileri için önemli olan kitapları anlatıyor, kitap odaklı profesyonel ortamdan hayli kişisel ve hayli samimi ayrıntılarla bir bakıma zamanın manzarasını çiziyorlar. Görsel: Moonrise Kingdom.)

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Umut!


Hakikatın aşıldığının iddia edildiği bir devirde ilhamını gerçeklerden alan ve çağımızın meselelerine odaklanan kurmaca dışı kitaplardan oluşan yeni bir seriye başladık: Yaşadığımız Dünya. Serinin ilk kitabı, Şeyda Öztürk'ün çevirisiyle, yazar ve aktivist Rebecca Solnit imzasıyla Karanlıktaki Umut. Solnit, yakın geçmişin siyasi manzarasını ele alarak çok temel ve çok mühim bir sorunun yanıtını arıyor: Dünyanın her köşesinde bunca savaş, bunca adaletsizlik ve bunca organize kötülük varken -ve çağın gereği olduğu üzere biz hepsinden, her şeyden haberdar oluyorken- umutlu olmak mümkün mü? Solnit, umudu, göklerden yağarak bereket getirecek bir sağanak ya da büyük ikramiye kazanacak bir piyango bileti olarak değil, etkin bir eylem biçimi olarak değerlendiriyor ve okuruna -tarihsel gerçekler zaman zaman insanı yanıltsa da- en karamsar zamanların umut için en uygun zeminler olduğunu gösteriyor. Umuda dair düşünmeye ve umudu bir eylem zemini haline getirmeye en çok şimdi, bu devirde ihtiyacımız var.

Halihazırda ABD'de temsilciler meclisinde yer alan en genç kongre üyesi olan ve bu ülkenin geleceği en parlak siyasetçileri arasında anılan Alexandra Ocasio Cortez, geçtiğimiz günlerde sosyal medyada kendisine bu devirde nasıl umutlu olunur diye soran bir takipçisine Solnit'in kitabını salık vermiş; yanıtı da Karanlıktaki Umut'u özetler nitelikte... Tünelin ucunda bir ışık var mı diye kuşkuya düşenler için, Cortez'in mesajı aşağıda.

"Umut sizin kendi eylemlerinizden doğar. Eğer umutlanmak için haberlerden medet umarsanız, asla umutlanmazsınız. Umut için bekleyemezsiniz -umudun kendisi haline gelmeniz gerekir. Haberlerin kendisi haline gelmeniz - bu da öğretmen veya aktivist olmak ya da değişimi sağlayacak yerel bir hareketin parçası haline gelmek demektir. Ağaç dikmek, insanların kapılarını çalmak, davranışlarınızı değiştirmek, yeniden kullanılabilir bardak /çatal-bıçak/ torbaları tercih etmek, merak ettiğiniz konulara dair bir şeyler okumak; kendinizi eğitmek ve öğrendiklerinizi başkalarıyla paylaşmak.

Siyasi bakımdan umuda dair müthiş bir kitap (var) Rebecca Solnit'ten Karanlıktaki Umut. Uzun değil. Onu okuyun - okuyun ve en sarsıntılı dönemlerin aynı zamanda en büyük umutlara gebe olduğunu görün.

Vakit şimdidir! Bir şeyleri düzeltmek, değiştirmek için şimdiden daha iyi bir zaman olamaz. Ama bunun için üzerimize düşeni yapmamız gerekecektir."




6 Mayıs 2019 Pazartesi

Uyarlama



*** Sürprizbozan içerebilir ***

Shirley Jackson’ın romanı Tepedeki Ev, 1959 yılında yayımlandı. Bugün yazarın başyapıtı sayılan bu roman, 1960 yılında, Philip Roth ve Saul Bellow gibilerinin eserleri ile birlikte Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne aday gösterilecek ve değeri pek sık teslim edilmeyen gerilim janrının da edebiyata dahil olduğunu vurgulayacaktı. Jackson, o dönemde büsbütün azan agorafobisi yüzünden romanından sinemaya uyarlanan filmi (1963) izlemek için evinden güç bela çıkmış ve bir arkadaşına yazdığı mektupta kendi eviyle kurduğu sancılı bağdan bahsederken şöyle demişti: “Kendimi de evin içine tıkılmış halde yazmışım.”

Tepedeki Ev, 1963 yılındaki uyarlamadan sonra 1999 yılında bir kez daha beyazperdeye uyarlandı. İlkine kıyasla başarısız kabul edilen bu uyarlama Liam Neeson, Catherine Zeta Jones (Theo) ve Lili Taylor (Nell) gibi doksanların gözde oyuncularına yer verse de bilhassa romana kıyasla zayıf kalmıştı. Bu filmi doksanlarda, bugün artık yerinde olmayan Emek ’te* izlediğimi anımsıyorum; herhangi bir hayalet/perili ev hikâyesi olarak, oysa roman bundan çok daha fazlası.

Şimdi, yeni bir yorum ile Netflix’te karşımızda Tepedeki Ev. Mike Flanigan imzalı bu işin, kullandığı özgürlükler ve romandan uzaklaşma mesafesi şaşkınlık uyandırsa da göbek bağına, yani evin kendisine yönelik sadakatiyle yaratıcı bir uyarlamanın nasıl olabileceğini göstermesi bakımından ilham verici bir yanı olduğu kesin. Günümüzün gerilim gurusu Stephen King -ki kendisi, büyük bir Shirley Jackson hayranı olmasının yanı sıra en önemli eserlerinden The Shining’de doğrudan bu romandan yola çıkmış, “ışıyan” bir otelin içinde geçen dehşetli bir hikâye kurgulamıştır- bir twit atmak suretiyle Flanagan’ın dizi filmini dahice diye nitelemiş ve Jackson’ın da bu uyarlamanın arkasında duracağını söylerken, “gerçi kim tam olarak bilebilir ki,” diye şerh düşmüş… Bu kısmı ilginç bana kalırsa, zira Stephen King,  halen, The Shining’i sinemaya uyarlayan Stanley Kubrick’e** sayıp sövmekle meşgul, en son, Indiewire’da yer alan bir makalede, bu filmi motoru olmayan bir Cadillac’a benzetmiş – şahsen, kendi yapıtları hususunda bu derece hassas olan King’in, Shirley Jackson’ın gıyabında konuşarak orijinalden bu denli uzak bir uyarlamayı övmesini tuhaf bulduğumu söylemeliyim. 

Jackson’ın diziyi beğenip beğenmeyeceği tartışmaya ve haliyle spekülasyona açık; Tepedeki Ev’in Flanagan’ın tahayyülünde icadı, yenilikleri ve özgün metinle kurduğu bağlar ile gerçekten de yenilikçi – deneyim odaklı eğlence endüstrisi, Cadılar Bayramı arifesinde bundan daha iyisini yapamaz, klasik bir perili ev hikâyesini bunca dehşet, ailelere özgü -ve pek tanıdık- bir işlevsizlik manzarasını bunca sefalet ile bundan daha iyi bir biçimde betimleyemezdi … Öte yandan, özellikle son bölüm -sonuç- kısmının romandan sert bir biçimde koptuğunu ve Jackson’ın kurgusunda yeri olmayan notalara kayarak (yeni) çağa özgü bir tını kazandığını (“Sevgi her şeyin üstesinden gelir!”) unutmamak gerek. Flanagan’ın en güzel buluşu, kahramanlarını bahtsız bir ailenin üyeleri olarak yeniden icat ettiği anlatısında karşımıza kahramanlardan biri olarak Shirley’i çıkarması, kendini eve hapsetmiş, evinden çıkamayan yazarın trajedisini onun en büyük eserinden yapılan bu uyarlamaya böyle bir gönderme ile eklemesi olsa gerek. Yazarın otobiyografisini hikâyeye böylelikle dahil etmesi.

II.

Korkunun karşıtı nedir? Sevgi olabilir mi? Peki sevgi, her şeyin üstesinden gelir mi? Jackson’ın bize tanıdık gelecek bu pek sevilen yeni çağ söylemlerine kafa yorduğunu hiç zannetmemekle beraber; edebiyatından yola çıkarak korkuya ilişkin öngörülerinin daha gelişmiş olduğunu varsaymak olası. Uyarlamanın zayıf kaldığı ve yazarla uzak düştüğü nokta, tam da bel bağladığı bu (bayat) söylem.

III.

Flanagan’ın kurguladığı, bir aile evi; Jackson’ınki ise içinde yaşandığı bildirilen paranormal olaylar dolayısıyla birtakım gönüllülerin inceleme amaçlı olarak içine girdiği bir yapı. Mekânların, tıpkı insanlar gibi hafızası olması, içinde yaşananların gölgesini taşıması ve yeni sakinlerine ruhundan parçalar sunması hem romanın hem de dizinin çıkış noktasını oluşturuyor. Ev, pek çok yüze sahip ve sakinlerine farklı yüzleriyle yaklaşıyor; iki eserde de başrolde olan bu yapı, öylesine baskın karakterde ki, Flanagan’ın baştan yarattığı kahramanlarla bile özgün metne olan göbek bağının muhafazasını sağlıyor. Kahramanlar ya da faniler, evin kapısından içeri girip çıkan ya da ilelebet orada kalan ruhlar sadece ve tek hakikat var: Evin baskın ve habis varlığı. O varlık ki birilerinin yaşamına mal oluyor, birilerini yaşamları boyunca damgalıyor ve her birini, dünyadan -sorunlu, yaralayan, mutsuz dünyadan- uzak, kendi çatısı altında, fakat farklı bir alemde barınmaya çağırıyor; bu da, yine Jackson’ın tahayyülüne damardan bağlanan Flanagan’ın yorumunda esas aldığı, romanla paralel unsurlardan biri. Yine de Flanagan’ın evinin bir enstrüman, Jackson’ınkini ise başlı başına bir kahraman olduğu söylenebilir. Jackson, annesinin ezici varlığından yeni kurtulmuş Nell’i bir grup maceraperestin arasından sıyırıp kendi deliliğinin, kendi travmalarının pençesinde ve evin insafına kalmış halde resmederken Flanagan çok daha şefkatli, çok daha duygusal bir noktadan yaklaşıyor ve ailenin kırık ve arızalı bir yapı olarak ev ile -kapsayıcı- hesaplaşmasına odaklanıyor; hesaplaşmasına ve yaralarına rağmen kendini onarıp yaşama devamına – işte bu, Flanagan’ın korkudan sevgiye doğrusal olarak çektiği çizgi, Jackson’ın ruhuyla en çok ters düşen dokunuş haline geliyor… ne ki zamanın ruhuyla, çağın talepleriyle örtüşüyor. Çağ, bu masallardan, efsanelerden, mitlerden çıkma söylemi sahipleniyor, sevginin sihirli ve onarıcı gücünden bahsetmeyi seviyor. Jackson’ın kurguladığı ev, böyle kolay bir açıklamayı kaldıracak bir yer değil oysa; temel bir sağ kalım refleksi olan korkunun zıddı, sevgi falan değil, illa bir karşıtı olacaksa bu, ancak ölüm olabilir. 

Gelgelelim Tepedeki Ev, ölüm dahil fani dünyaya özgü her tür kavramı çarpıtması ve bozması ile meydan okuyor her şeye. Korkuyu sevgi ile tedavi etme fikri, ancak bir hayal, (yeni) çağa özgü bir arzu şimdi... Bu, korkuyu tanıyıp irdeleme değil, kendine bakma, kendini iyileştirme/şifalandırma, kendini her koşulda sevme çağı. 

Sen yeter ki iste çağı bu; ama ya yetmiyorsa?

IV.

“Korkularımdan zevk alıyorum.” – Shirley Jackson.


* Emek geçmişte bir hayalet değil, hafızada bir boşluk şimdi sadece.

** King'in Kubrick’in tahayyülündeki Shining’e temel itirazı, filmin ana kahramanı Jack Torrance’ı cinnetinden ibaret bir adam gibi göstermesi ve insani niteliklerinden soyutlayarak salt canavara çevirmesi yönünde. King, eşiyle beraber bir süre kaldığı otelde geçirdiği vaktin ardından, kişisel deneyiminden hareketle yazdığını söylüyor bu romanı, anlatılanın kendi hikâyesi olduğunu, o otelin içinde kendisinin olduğunu… Yazar, 1997’de, bu romanın televizyona uyarlanmasına önayak olmuş, projede bizzat yer alarak Kubrick’in uyarlamasında kaybolan bazı unsurları yerine koymaya çalıştığını belirtmiştir. 

*** Konuyla alakasız sayılır ama not düşmeden geçmemeli; Flanagan'ın uyarlamasında anne Olivia Crane'i canlandıran Carla Gugino, TV ve sinemadaki pek çok işinin yanı sıra doksanlarda, yine bu dönemin öne çıkan TV dizilerinden birinin, Felicity'nin yıldızı olan Keri Russell ile bir Bon Jovi videosunda yer almıştı. (Doksanları anımsayanlara selamlarımla...)





26 Nisan 2019 Cuma

Tesadüf eseri




Soru: Askere gidinceye kadar yazar olmayı düşünmemişsin. Nasıl oldu? 

Etgar Keret: Askere en iyi arkadaşımla aynı zamanda gittim. Aslında o benden önce gitmişti, onun birliğine nakil olmamı sağladı. Çok zor geçiyordu askerliğim. Moralim çok bozuktu. Benim disiplin sorunum vardı, bir birlikten ötekine postalanıyordum. Başımı sürekli üstlerimle belaya sokuyordum. (...) Arkadaşım beni kendi birliğine naklettirdiğinde hayatım kurtuldu, çünkü feci bunalımdaydım. Arkadaşımın bilgisayar eğitimi almışlığı vardı, benim yoktu, ama o benim bir bilgisayar dâhisi olduğumu söyleyip beni oraya naklettirdi. Neyse ki yapılması gereken iş çok karmaşık değildi. Bir bilgisayarın karşısında oturman ve bir sorun çıktığında halletmen gerekiyordu, fakat hiç sorun çıkmıyordu. Görevin adı ‘Quasimodo’ydu, ki kulağa hiç hoş gelmiyor. Bir odada tek başına oturuyordun. Yerin beş kat altındaydı, pencere falan da yoktu. O göreve kimse talip olmak istiyordu, çünkü çok sıkıcıydı, ama biz yapmayı sürdürdük. Sonra arkadaşım çok ağır bir bunalım geçirdi. O sıralar astımım olduğu için nöbet görevimden kaytarıyordum. Fakat o gün sırf arkadaşımla birlikte olabilmek için göreve talip olmuştum. Yom Kipur’du ve birlikteydik. İyi görünüyordu. Sonra benden yan odadan bir şey getirmemi istedi ve dışarı çıktığımda kafasına sıktı. Çok zordu benim için. ‘Nimrod Çıldırışları’ son derece otobiyografik bir öyküdür aslında. Ben 19 yaşında kalmaya devam ettikçe arkadaşımın da benimle olacağına dair bir inancım vardı. Büyüdüğüm anda kaybolacaktı, oysa 35–36 yaşımda bile 19 kalabilirsem onunla ilişkimi sürdürebilecektim. Böyle düşünüyordum.

Soru: Öyküyü ne zaman yazdın? 

Etgar Keret: 97’de. Fakat arkadaşım kendini vurmadan çok önce intihardan söz etmeye başlamıştı. Bir keresinde beni annemin evine bırakmıştı, arabada otururken ona, “Kendini öldüremezsin. Sen benim arkadaşımsın. Canına kıyarsan ben üzülürüm,” dediğimi hatırlıyorum. O da bana şöyle demişti: “Bana senin için yaşamaya devam etmem gerektiğini söyleyemezsin. Ben kendim için yaşamaya devam etmeliyim, fakat yaşamaya devam etmek için bir neden bulamıyorum. Bana yaşamaya devam etmemi gerektiren bir neden söylersen, kendimi öldürmeyeceğim.” Sabahın biriydi. Arabada oturuyorduk. Söyleyecek bir şey bulmaya çalıştım, fakat bulamadım. Dört saat oturduk arabada. Hiç konuşmadan. Radyo falan da yoktu. Hayatımın en uzun saatleriydi. Arabadan inersem bir şey söyleme şansımı yitireceğimi biliyordum, yine de söyleyecek bir şey bulamadım. Sonunda kapıyı açıp ona veda ettim. 

Soru: Bir neden bulamadın mı? 

Etgar Keret: Onu ikna edebilecek bir şey bulamadım. Hiçbir şey diyemedim. Yazdığım ilk öykü olan ‘Borular’ ona yazılmış bir cevap niteliğindeydi, bir çıkış yolu bulmak zorunda olduğuna dair. Benim için çıkış yolu öykü yazmaktı, fakat o gün onunla arabada otururken kendi çıkış yolumu bilmiyordum. Ben askerde çok mutlu olduğumdan değil. Ben de onun kadar mutsuzdum askerde. Ona, ‘Bir yol olmalı’ demiştim, başka bir şey söyleyememiştim ama. O zamandan beri yazıyorum. 

Soru: ‘Borular’ öyküsünü arkadaşının ölümünden ne kadar sonra yazdın? 

Etgar Keret: İki hafta sonra. 

Soru: Kendini öykü yazarken bulmak seni şaşırttı mı? 

Etgar Keret: ‘Borular’ı bitirdiğimde öykü olduğundan emin değildim. Tanıdığım birkaç kişiye sordum, öykü için çok kısa olduğunu söylediler. Kimseyi ilgilendireceğini düşünmediklerini söylediler. ‘Fena değil,’ dediler, ‘ama biz arkadaşın olduğumuz için sevdik, arkadaşın olmasaydık yine sever miydik bilemeyiz.’ Ben öykü yazmayı sürdürdüm, fakat onların öykü mü, yoksa bir kaçış yolu mu olduklarını bilemiyordum. Yayınlatmak için hiçbir çabam olmadı. 

Soru: Yayınlatmaya ne zaman karar verdin? 

Etgar Keret: Askerden sonra üniversitede okumaya başlayınca. Burslu okuyordum. Sabahları erken kalmakla sorunum vardı, bu yüzden sabah derslerini kaçırıyordum. Rehber öğretmenim bana, ‘sabah derslerine girmediğin için bursunu iptal etmeyi düşünüyorlar. Geceleri yaptığın bir iş olduğunu iddia edebilirsen, siyasi eylemci falan olduğunu söylersen, bunu mazeret olarak kullanabiliriz,’ dedi. Ona öykü yazdığımı söyledim. ‘Güzel,’ dedi, ‘onları edebiyat profesörüne veririm, üzerine öykülerin postmodern ya da yıkıcı olduklarına dair bir not yazıp onlara verir’ Ben de kabul ettim. Öykülerimi edebiyat profesörüne verdi, o da aynı dediği gibi bir mektup yazdı. Bursu kurtardım. Bir sene sonra o profesör beni aradı ve ‘Hatırlıyorsan, bir sene önce senin için burs komitesine bir mektup yazmıştım, şimdi bir yayınevinin başına geçtim, başka öykülerin olup olmadığını merak ediyorum?’ dedi. Ona birkaç öykü götürdüm, hepsini kabul etti. 

Soru: Onları kitap olarak mı yayınladı? 

Etgar Keret: Evet. Benim başıma her şey tesadüf eseri gelir. Oysa hayatım boyunca çok matematikseldim.

(Etgar Keret'in klasik sayılacak Believer söyleşisinden geldi, sene 2006, tamamı için buraya... Görsel, Keret'in önceki yıllardaki ziyaretlerinden birinden. Seviyoruz.) 

25 Nisan 2019 Perşembe

Ne istediğini bilmek





S: Yani sence bu ortam iyi edebiyat doğurabilir ve bu da, (bütün bunlarla) baş etmek için bizlere yardımcı olabilir, öyle mi? 

Etgar Keret: Şöyle söyleyeyim, çelişkili bir biçimde, zor dönemler insanların yaşıyor olduklarının farkına varmalarını sağlar, bir şeyler tehdit altındaysa veya elinden alınmışsa, neden var olduğunu ve tam olarak nasıl bir hayat istediğini bilirsin, öyle ki mesela ben, ne istediğimi düşünerek şımardığım uzun yıllar geçirdim, ama sonra yaşadığım yerde radikaller iktidara gelip bana ait şeyleri almaya niyetlendiğinde hayat zorlaştı, evet, ama ne istediğimi bilmek son derece kolay oldu.


(Etgar Keret ile Uç Artık vesilesiyle bir podcast yaptık, dinlemek isterseniz linki burada. Bu fotoğraf, Keret'in ilk İstanbul ziyaretinden; burası ofisimizin bulunduğu hanın avlusu; Keret, bir derginin söyleşisi için poz verirken havaya zıplayan bir kişinin fotoğraflarda asla kötü çıkmayacağını da iddia ediyordu ki evet, kendisi burada bir ninja gibi çıkmış adeta; fotoğraf çekiminin fotoğraflarını ben çekmişim; çok heyecanlı ve eğlenceli bir gündü; anısı burada kalsın.) 

15 Nisan 2019 Pazartesi

Evren


Etgar Keret'in Uç Artık adlı son kitabı hazır henüz raflara inmişken, zaman içinde farklı Keret kitaplarının edisyonlarına bir göz atalım dedik... Kırkı aşkın dilde okunan yazarın öykü evrenine dair tahayyül, yazar ile hiç tanışmamış okura ipucu veriyor. (Görsele tıklayarak inceleyebilirsiniz.)

9 Nisan 2019 Salı

Bir at...





Bir adam bara girer ve sahnede tek kişilik bir gösteri yapan komedyeni izlemeye koyulur. Komedyen kaba saba esprileri, kendine tokat atması, havaya yumruklar savurmasıyla izleyiciyi huzursuz etmektedir; onu izlemek üzere kapıdan içeri giren adam da çıkıp gitmek ile kalmak arasında bocalayan, neredeyse çökkün bir tavır içindedir. Komedyenin monoloğu uzadıkça, eğlence amaçlı gibi görünen bu gece komediden trajediye doğru kayarak bir tür kişisel sorgulama, bir iç dökme eylemi haline gelir.

Komedyen Dovaleh G. diye tanıtır kendini. O gece, o barda onu önceden tanıyan iki kişi vardır: bizzat davet ettiği fakat kırk yılı aşkı süredir görüşmediği eski arkadaşı Avishai Lazar ve tesadüf eseri orada bulunan, eskiden komşu olduğu bir kadın. Bu kadın, sahnedeki adam için karakter tanığı görevi görür. Avishai Lazar emekli bir hâkimdir; komedyen, kendisini izlemesini özel olarak rica etmiştir. Avishai’a düşen, komedyenin ricası üzerine sahnede gördüğü şeyi anlatmaktır; sahnedeki adamın özünü, içinden taşan ışığı. Metnin anlatıcısı da olan Avishai -ki bir komedi kulübüne adım atmayacak kadar ağır başlı ve sert mizaçlı, ayrıca kendi yaşamına ait bir trajediden dolayı hüzünlü bir tiptir- sahnedeki gösteriyi yansıtan bir ayna olmakla kalmayıp onu yorumlamakla da yükümlüdür.

Anlatılan hikâyeye suçluluk duygusu sinmiştir. İzleyicilerin bir kısmı maruz bırakıldıkları kasvetli öykü karşısında sayıp söver, hatta kalkıp giderken kalanlar, empati dinamiği doğrultusunda ister istemez kendi vicdanlarını yoklamaya koyulur. Seyirci eğlenmeye gelmiştir ama sahnedeki adam acı çekmektedir. Seyircinin eğlence ihtiyacı, göstericinin sağalma ihtiyacının yanından gölgede kalmıştır şimdi. Kalabalık, karanlık bir komedi kulübünde, bir başkasının yarasıyla yüz yüzedir. Hikâye ilerledikçe, anlatılanın gerisinde bütün bir yaşam, bir yara gibi açılır önümüzde. Zaten her yaşam, kendi içinde çoğalan yaralarıyla birlikte sessizce uzanıyordur ölüme.

Büyük romancı David Grossman’ın komedi klişeleri ve stand-up’a özgü aralıklı monolog biçemiyle derinlikli bir şahsiyet anlatısına çevirdiği Man Booker Uluslararası ödüllü romanı Bir At Bara Girmiş, görmeyi bilen gözler için incelikli bir metin. Grossman’ın kaleminde sahnedeki kahraman acısını öylece ortaya döken bir sanatçı olarak yükseliyor ve dehşetli bir anıyı temize çekerken yaşamın katlanılmaz yükünü sayfalara döküyor. Boğazımızda bir yumru, sırtımızda bir yük olarak taşıdığımız, aile de denen travma yuvası, bu performans esnasında sözcüklerle yeniden icat edilir. Gelgelelim bu, çift taraflı bir durumdur; Dovaleh G. sahnede kendi hüzünlü geçmişinin sayfalarını yeniden açarken izleyicisi Avishai da kendi kayıpları ve ıssız hayatıyla yüzleşecek, spot ışıklarının altında durup anlatma cesareti sergileyen adama baktığı sırada kendi içine bakacaktır.

Başkasının acısına nasıl bakılır? Grossman’ın Bir At Bara Girmiş’ini toplumsal bir alegori, iç içe yaşadığımız onca soruna karşı takındığımız kolektif kayıtsızlığın, iflah olmaz yalnızlığımızın bir resmi olarak görmek mümkün. Haberdar olup da merak bile etmediğimiz, hızla uzaklaştığımız trajedilere, ötekinin çilesi karşısında ne denli kolayca başka tarafa döndüğümüze dair sarsıcı ve vurucu bir anlatı; sanatın yaratma ve sağaltma gücünü, hakikat anlatısının çoğul olabileceğini anımsatan bir metin.

(Bu aralar, bir kitaptan bahsederken spoiler vermeden, sürprizlerini açık etmeden nasıl yazılır meselesine kafa yoruyorum sevgili blog okuru... Bu, Bir Gün gazetesinde yayımlanmış bir yazı; kitabı anlatmasına rağmen okurun kendiliğinden keşfetmesi gerekenleri açık etmediği kanısındayım; burada dursun bu bağlamda. Görseldeki iş, Deborah Butterfield imzalı.)