28 Şubat 2011 Pazartesi

"Olay Rusya'da geçiyor"

Geçtiğimiz hafta duyurduk, Etgar Keret !f'in davetlisi olarak İstanbul'a geldi, kısa öyküsü Kneller'in Mutlu Kampı'ndan beyazperdeye uyarlanmış olan Wristcutters (Bilekkesenler) filminin gösterimine katıldı ve Sundance danışmanları Bill Wheeler ile Wesley Strick'in de katıldığı bir senaryo yazım panelinde konuştu. Panele dışarıdan katılım da oldukça fazlaydı, konuşmacılar kendi senaryo yazma tekniklerine ve tecrübelerine değinerek fazla derinlemesine olmasa da ilginç bir sohbet yürüttüler. Haliyle bir şeyi yapmanın tek bir değil türlü yolu var; ortak bir noktada buluşmasalar da konuşmacıların hemen hepsi günlük hayattan, kulaklarına çalınan diyaloglardan, yolda yürürken gözlerine takılanlardan, yani hayatın kendisinden ilham aldıklarını ve ilham almaksızın yazmanın güçlüğünden bahsettiler. Keret, her zamanki gibi formundaydı ve esprili anektodlarıyla paneli tabiri caizse epey ısıttı. Zihnine asılı kalan imgeleri, tam olarak önem ve anlamlarını kestirememişken ancak yazarak çözümleyebildiğini ve şekillediğini anlatan Keret, otobüs durağında kolunun altında sıkıştırılmış bir gazete ile beklerken kahvesinden aldığı her yudumda gazetesi aşağı doğru kayan bir adam imgesi tarif etti ki sanıyorum ancak mahir bir hikaye anlatıcısı bu denli basit ve durağan bir resim karşısında hissettiği üzüntüyü böylesi bir ustalıkla dinleyenlerine aktarabilirdi... Keret'in henüz ülkemizde yayımlanmamış son hikaye kitabı Kapı Birden Çalındı'nın İsrail'de bir numaraya çıktığını ve çoksatanların piri sayılacak Dan Brown'u dahi alt ettiğini belirtelim bu arada; yeni Keret kitapları da yolda, öykünün ne kadar dinamik ve çarpıcı bir form olduğunu inatla yadsıyanları ikna etmek için sıra sıra raflara inecekler.

Hazırlıklarını sürdürdüğümüz bir diğer kitap, David Foster Wallace'dan İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler de yakında raflarda olacak... Çok sevdiğimiz Zadie Smith, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i en favori kitapları arasında sayıyor ve şöyle diyor: "Wallace herkese göre değil. Ben insanların sevme biçimlerine dair birkaç şey biliyor olabilirim ama nefret, psikoz ve zalimliğe dair pek bir şey bildiğim söylenemez. Wallace iğrenç adamlara, iğrenç kadınlara ve onları üreten bu iğrenç kültüre dair mükemmel gözlemler yapıyor..." Gerçekten de üzerine bir bardak soğuk su içilmesi gereken bir metin İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler ve önümüzdeki ay karşınızda olacak.

İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'in bir beyazperde uyarlaması da mevcut. Sundance Film Festivali'nin 2009 resmi seçkisinde yer alan film, blog yazarınızın uyarlamalara karşı hassas olan bünyesine hafiften ters düşmüş olsa da metnin bir okuması olarak değerlendirildiğinde ilgiye şayan. Bu noktada bir parantez açalım ve Elif Batuman'ın New York Times için yazdığı From The Critical Impulse, The Growth of Literature'ın girişindeki Tolstoy anektoduyla bitirelim yazıyı - Batuman makalesine Tolstoy'un Anna Karenina hakkında görüşlerini bildiren eleştirmen Strakhov'a yazdığı bir mektuptan alıntıyla başlıyor: "Yorumunuz... doğrudur ama tamamı değil. Yani, sizin dedikleriniz doğrudur, ancak ifade ettikleriniz benim kastettiklerimin tamamını içermiyor. Söylenebilecek ve geçerlilik sahibi olacak şeylerden biri sadece. Romanda söylemek istediğim şeyleri kendim ifade edecek olsaydım, bu defa aynı romanı yeniden yazmam gerekirdi." Woody Allen'ın meşhur esprisi geliyor akla; hızlı okuma tekniği öğrendiğinden bahsedip ardından, "Savaş ve Barış'ı bu teknikle okudum. Olay Rusya'da geçiyor," diyerek lafı bağladığı... Her okuma kişiye özgüdür ve metinler, iyi ki de, biricik...

Yazının görselindeki çalışma, Paris St. Lazare tren istasyonu dışında yer alıyor ve heykeltıraş Arman'ın imzasını taşıyor - unutmamak gerek, durmuş saatler bile günde iki kere doğru zamanı gösteriyor. İyi haftalar.

25 Şubat 2011 Cuma

Yemek Savaşları

Lev’le oturmuş çocuk kanallarına doğru zaplarken ekranda Roswell göğünde o güne dek gördüğüm her şeyden daha büyük bir şey belirdi. Yanında duran birkaç kişinin ellerinde kocaman bir mezura vardı ve etraflarını sevinç çığlıkları atan bir düzine kadar insan sarmıştı. Orta Doğu tuhaflıklar okulundan mezun biri olarak soğukkanlılığımı yitirmeden Bebek Kanalı’nın huzurlu ve aklı başında ortamına doğru ilerledim. Fakat dört buçuk yaşında olan Lev, humus tabağına dönüp üzerinde neden bu kadar çok humus bulunduğunu, dahası insanların neden bu kadar sevindiklerini izah etmemi istedi.

Birkaç dakika boyunca o devasa tabağı seyredip açıklamaları dinledikten sonra oğlumla edindiğim tuhaf bilgileri paylaştım: Son iki yıldır İsrail ile Lübnan arasında dünyanın en büyük humus tabağı Guinness rekorunu elde etme savaşı yaşanıyordu. Bu iki yıl zarfında rekor dört kez el değiştirmişti ve Lübnan 10.452 kilo ağırlığındaki humus tabağıyla rekoru bir kez daha elimizden alıyordu. Lev açıklamalarımı can kulağıyla dinledikten sonra iki soru daha sormakta ısrar etti. Birincisi, rekor neydi? İkincisi, bu kadar çok humus yapan insanların aslında aç olmadıklarını mı söylemeye çalışıyordum?

“Rekor bir şeyi herkesten daha iyi yapmaktır,” diye izah ettim. “Herkesten daha hızlı koşmak, herkesten daha yükseğe sıçramak, herkesten daha çok ezberlemek gibi.”

“Ama humus yapmak öyle bir şey değil,” diye üsteledi Lev. “Bir şeyi çok hızlı ya da yüksek yapmadılar ki. Sadece bir sürü humus yaptılar.”
“Bu doğru,” dedim. “Fakat bir şeyi en hızlı ya da en yüksek yapamayan insanlar da rekor kırmak istiyorlar, bu yüzden Guinness onların kırabileceği rekorlar ekledi.”

“Üzülmesinler diye mi?” diye sordu Lev.

“Evet,” dedim.

Bu yanıt Lev’i Dedektif Ördek Margalit’e dönmeyi kabul etmeye yetecek kadar tatmin etti. Ben de bunu fırsat bilip internette dünya rekorlarının arkasında ne olduğunu araştırmak için gezindim biraz. İsrail ile Lübnan arasındaki yemek savaşının humus sektörü ile kısıtlı olmadığını öğrendim. Bu arada, tabii ki, falafel cephesinde de bir o kadar muazzam ve yağlı bir muharebe gerçekleşmekteydi örneğin. O cephede de Lübnanlılar rekoru elimizden almışlardı.

İsraillilerin yorumları bu saçma sapan savaşın kendisinden bile daha abuk sabuktu. Humus satan restoranları boykot etmekten söz edenler bile vardı. “Lübnan gerçek niyetini belli ettiğine göre açık bir biçimde karşılık verip onlara bir mesaj göndermemiz gerekir,” diye yazmıştı biri. Başkaları İsrail’i ve hükümeti durumu anlaşılmaz bir biçimde hafife almakla suçluyorlardı. İsrail ocak ayında bir önceki rekoru kırdığında iki farklı cepheden saldırıya uğrayacağımızı hesaba katmalıydık görüşü hâkimdi. Ve “Bir Bilen” rumuzuyla yazan biri herkesi İsrail’in pek yakında bir karşı saldırı gerçekleştireceğine temin ediyordu. Yorumları bir kez daha okurken öfke, gurur ve azıcık ironi ile kuşatılmış bir dünyada buldum kendimi. Yazılan her şey samimiyetle yazılmıştı. Sonra odaya Lev’in televizyon programının bittiğini bildiren müzik yayıldı ve beni gerçekliğe döndürdü.

Yatma saati yaklaşmış olan Lev banyoya gitti, fakat sifonu çekeceğine beni küçük bir ziyarete davet etti. “Kakama bak,” dedi, “Büyük görünmüyor mu?”

“Devasa,” dedim kibarca.

“Rekor devasalıkta mı?” diye sordu.

“Olabilir,” dedim telaşla.

“Şu büyük mezuralı adamları çağırtıp ölçtürmeliyiz,” dedi Lev, sifonu çekmeme mani olarak.

Oğlumun büyük bahtsızlığına, çanaktaki su döne döne giderken Guinness Rekor Komitesi orada değildi, fakat biraz gözyaşı döktükten ve özel spor kapaklı bir şişe çikolatalı süt rüşvetini kabul ettikten sonra, dünyanın gayri resmi kaka şampiyonu sakinleşip yatmayı kabul etti. Ben, tabii ki, humus ve falafel rekortmenlerinin dünyasını araştırmaya döndüm.

“Bir Bilen”in gerçekten bir şeyler bildiği ortaya çıktı. Ben oğlumun ölümsüzlük çabalarını baltalarken İsrail, Amerika’nın beklenmeyen yardımıyla, dünyanın en büyük falafel köftesi rekorunu kırmıştı. 40 kilo ağırlığındaki devasa köfte New York’ta, NBA liginde oynayan ilk İsrailli basketbolcu Omri Casspi’nin de katıldığı İsrail yanlısı bir organizasyonda yapılmıştı. Burada da yorumlar, olayın büyüklüğüne uygun bir biçimde, milliyetçi ve ateşliydi. Biri İsrail’in rehavete kapılmadan kendini Lübnan’dan gelecek kalleşçe bir saldırıya hazırlaması gerektiğini söylüyordu.

İşte o zaman dank etti: O ana kadar bana dünyanın en aptalca şeyiymiş gibi gelen bu yemek savaşları Orta Doğu’ya barışı getirmenin dâhiyane bir yoluydu aslında. Çünkü biz ve düşmanlarımız stresli, doğrucu, intikamcı olmayı sürdürürsek kutsal ulusal öfkelerimizin kanlı savaşlara yol açacağı apaçıktı. Bütün bu negatif enerjiyi onun yerine mutfak savaşlarına yönlendirebiliriz oysa. Sonra silahlarımızı çatala, mızraklarımızı bezelye ezicisine döndürebiliriz ve ordumuzun dünyanın en güçlü ordusu olmasıyla övüneceğimize, dünyanın en büyük mutfağına sahip olmakla övünürüz. Bu işe yararsa, oğlum 14 yıl sonra askere alındığında tankçı olacağına, yapımında kullanılan bir trilyon yumurtayla bütün rekorları alt üst edip kuzey Afrika diktatörlerini bozguna uğratacak devasa bir tencere şakşuka yapımına katkıda bulunmak üzere Negev’de gizli bir askeri laboratuara gönderilebilir.

Varlığımıza yönelik tehditle birlikte bütün korkunç savaşlar bittikten ve yerine devasa bir pide anıtı dikildikten sonra, dünyanın diğer uygar halkalarını kendimize örnek alarak biz de yüksek kolesterolden ölebiliriz.

(Orijinali Tablet dergisi için yazılmış ve Türkçe olarak ilk kez NTVMSNBC'de yayımlanmıştır. Çeviren: Avi Pardo. Etgar Keret, yarın !F kapsamında The Hall'da (saat 11.00'de) bir senaryo yazım panelinde konuşacak; saat 16.00'da G-Mall D&R'da kitaplarını imzalayacak ve saat 17.00'de yine !F kapsamında gösterilecek olan film Bilekkesenler'i izlemek için orada bulunacak. Keret'in tüm sevenlerini bir merhaba demeye, tanımayanları da bu vesileyle bu ilginç yazarla tanışmaları adına -özellikle imza gününe- bekliyoruz!)

24 Şubat 2011 Perşembe

İnsan eli

Gelişen teknoloji yurtdışında bir süredir bir panik havası estiriyor; geleneksel formatıyla kitapların ortadan kaybolacağı ve her türlü yazı ve paylaşımın elektronik ortamlara kayacağı konuşuluyor. Amazon, geçtiğimiz sene e-kitap satışlarının diğer kitap satışlarını aştığını da duyurdu. Bu tartışmaların ortasında Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser ve Ne Nedir ile tanıdığınız Dave Eggers'a bu konuda ne düşündüğünü sormuş Newsweek, cevap epey olumsuz:

Elektronik bir kitap okuyucuya sahip değilim ve böyle bir cihazda bir sayfa olsun okumadım. Ekran önünde geçirdiğim vakti azaltmak için elimden ne gelse yaparım. E-kitapların yüzde onluk bir pazar payı edindikleri iddiasına da inanmıyorum. Olup olabileceği zaten yüzde 10 ila 15 arasındadır; çünkü cihazlar pahalılar ve ucuzlamayacaklar. Okur burada bir seçimle karşı karşıya; kapağı ve sayfaları olan bir kitaba yapılan yatırımın sizde kaldığı sürece bir geri dönüşü var; elektronik okuyucu üzerinden edinilecek tecrübe ise oldukça steril.

Dave Eggers gibi yenilikçi bir figürün yeni yeni hareketlenmekte olan e-kitap mevzusuna olumsuz bakması aslında şaşırtıcı, ancak yersiz de sayılmaz. Cihazlar gerçekten pahalı - ancak cihaz sahiplerinin 'içerik' ihtiyacı su götürmez. Sanırım rahatsız edici olan, kitap gibi zengin bir tecrübenin içeriğe indirgenmesi fikri ki tam olarak ne yönde gelişeceğini ancak yaşayarak göreceğiz.

Bir başka kitap haberine bu hafta hem yabancı basında hem de BirGün gazetesinde rastladım. Haber Voynich El Yazması hakkında - bu kitap, kimsenin okuyamadığı metin olarak da ün salmış... Kimi çizimler de içeren metnin tüm araştırmalara rağmen kırılamayan bir şifreyle yazıldığı ve tıbbi bir metin olduğu tahmin ediliyor. 10 Şubat itibariyle yapılan testlerden alınan sonuçlar, el yazmasının 1450 ile 1520 yılları arasında yazılmış olduğu yönünde. Kitabın 'insan' eliyle yazılmamış olduğu da iddialar arasında ki şüpheci bir bakış açısına sahip blog yazarınız ben, bu noktada iddiaları iletiyorum sadece, sahiplendiğimden veya 'işte, uzaylı eliyle yazılmış bir kitap!' diye heyecana geldiğimden değil. Her neyse... Voynich El Yazması ilginç bir vaka gerçekten ve şifresinin kırılmasına yönelik araştırmalar sürüyor, haberleri geldikçe ileteceğim.

Şifre demişken, Jonathan Safran Foer'in Tree of Codes (Şifre Ağacı) isimli kitabına da yeniden değinelim; Dave Eggers'la benzer çizgide yer aldığı söylenebilecek olan Foer'in bu kitabı da, elektronik ortama aktarılamaz olması dolayısıyla Eggers'ı destekleyen bir duruş sergiliyor. Şifre Ağacı, burada daha önce değindiğimiz üzere yazarın Bruno Schulz'un metni Krokodil Sokağı'nı oyarak, kimi yerlerini örtüp kimi yerlerini açıkta bırakarak, kısacası Schulz'un kelimeleri yardımıyla Foer'in kurguladığı bir öyküyü anlatıyor ve başlı başına bir sanat objesi olarak kabul görüyor. İnsan eliyle yazılmış ancak dijital ortama gelemeyen bir kitap, işte budur.

Yazıyı kapatırken hatırlatmamızı tekrar yapalım, Etgar Keret !F İstanbul için yeniden şehre geliyor ve cumartesi günü bir dizi etkinlikle sevenleriyle buluşuyor. Tha Hall'da gerçekleşecek senaryo yazım panelini, G-Mall D&R'daki imza gününü ve Bilekkesenler'in (Wristcutters) gösterimini kaçırmayın deriz. Bu arada laf lafı açmışken ekleyelim, bu gece Edwyn Collins Bant organizasyonuyla Ghetto'da bir konser verecek ve sanatçının en sevdiği üç kitap şu şekilde sıralanmış: 1. Zamanımızın Kahramanı - Lermontov 2. Çavdar Tarlasında Çocuklar - J.D Salinger (Gönülçelen bana kalsa ama neyse, bu adla analım) 3.Amerika'da Alabalık Avı - Richard Brautigan. İlginç bir üçlü, Lermontov'dan Brautigan'a uzanıyor olması kayda değer. Yazıyı kapatırken temennimiz, hangi formatta olursa olsun kitaplardan ırak düşmemeniz yönünde! Yukarıdaki görsel Nam June Paik'in işlerinden, aşağıdakiler ise Voynich El Yazması'nın gizemli sayfaları... Kaynayan bir kazana bir çok kadın atılmış gibi durmuyor mu?


23 Şubat 2011 Çarşamba

Pes

Henry Miller klasiği Yengeç Dönencesi, Avi Pardo çevirisiyle yakında raflarda olacak - haberi geçen hafta vermiştik. Yengeç Dönencesi bir kenara, bu büyük yazarın Kara İlkbahar metni hakkında Random House'dan aldığı editör mektubunu okuyalım bir ve iki gündür bu mecrada gerçekleştirdiğimiz yazı işleri temalı tavsiyelere bir tanesini de biz ekleyelim: Yazdıklarınızın bir yayınevince kabul görmemesi, değersiz oldukları anlamına gelmez. Pes etmeyin.

Sayın Bay Miller,

Ne yazık ki Kara İlkbahar'ı reddetmek zorundayım. Yazma yeteneğinize saygı duymakla beraber bu kitaptan hiç hoşlanmadım. Bana kalırsa Amerika'da ticari anlamda başarı sağlama şansı çok düşük. Sizin için tek umudum bir başka yayıncının bu kitap hakkında farklı düşüncelere sahip olması ve benim haksız çıkmam yönünde.
İlk sefer olmayacaktır!

Hatırlatmamızı yapalım, Etgar Keret bu cumartesi günü The Hall'da !f İstanbul ve Sundance işbirliğiyle gerçekleşecek bir panelde senaryo yazımı hakkında konuşacak.(Saat 11.00'de.) Aynı gün saat 16.00'da G-Mall D&R'da kitaplarını imzalayacak ve saat 17.00'de Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü isimli kitabında yer alan Kneller'in Mutlu Kampı öyküsünden uyarlanan kült film Bilekkesenler'in (Wristcutters) yine !f kapsamındaki gösterimine katılacak.

Bu şahane yazarla tanışma fırsatını kaçırmayın deriz.

22 Şubat 2011 Salı

Yazı kalır

Palahniuk'un yazı yazanlara tavsiyelerine kaldığımız yerden devam:

7.Bilmemek esastır. Hikayenin kendi kendini şekillemesine izin vermek gerekir. Sıradaki hamlenizi bilin ve ötesinin kendi kendine gelişmesi için çabalayın. Her şeyi bilirseniz, yazması da çok sıkıcı olur. (Cehalet mutluluktur - çok eskilerden günümüze uzanan ve göründüğü üzere Palahniuk tarafından da kucaklanmış bir düstur.)

8.Hikayeye daha fazla özgürlük tanımak istiyorsanız karakterlerin adlarını değiştirin. Karakterler gerçek değiller ve sizi de temsil etmiyorlar. İsimlerini rastgele değiştirmek, karakterlere dilediğiniz gibi işkence yapabilmek için onlarla aranıza gereken mesafeyi koymanızı sağlar. Hikayenin ihtiyacı varsa, karakteri öldürmek de mübahtır. (Ev işleriyle başlayan tavsiyeler birden vahşi bir boyut kazanıyor ve maddeler biraz canlanıyor böylelikle. Karakterleri öldürün veya hikayenin kaderini değiştirmek için adlarını değiştirin!)

21 Şubat 2011 Pazartesi

13

Burada sık sık yazı işleri temalı blog yazılarına yer veriyoruz; bu haftaya da merhaba derken Chuck Palahniuk'un yazı yazanlara tavsiyelerini ileterek girelim dedik. 13 maddelik tavsiye listesini sizler için özet geçiyoruz:

1.Yazmaya oturmak konusunda sıkıntı çekiyorsanız mutfak saati kullanın. (Yumurta ya da diğer süreli pişen yemekler için kullanılan ve zaman dolunca çınlayan cihazlardan biri kastettiği.) Cihazı bir veya yarım saat sonunda sinyal verecek şekilde ayarlayıp masanın başına geçerseniz sinyal duyulduğunda çoğu zaman işinizi bırakmayacak denli gömülmüş halde bulacaksınız kendiniz. Bu araç yerine çamaşır makinesinden de faydalanabilrsiniz, bir yıkamalık zamanı ölçek olarak kullanarak yazıya oturabilirsiniz. "Hikayenin nasıl devam edeceğine dair bir fikriniz yoksa, tuvaleti temizleyin. Çarşaflarınızı değiştirin. Bilgisayarınızın tozunu alın." (Bu biraz kafa karıştırıcı bir durum, çalar saat ne güne duruyor? Bu husus karanlıkta kalmış - ev işleri ile yazı arasında özel bir ilişki olduğu mu ima edilmekte?)

2.Okur, yazarın sandığından daha zekidir; özellikle günümüz okuru sinemanın geldiği nokta dolayısıyla sofistike anlatım biçimlerine aşina ve aç. (Doğru söze ne denir? Yazıya dair bir tavsiyeden çok, okura dair bir saptama.)

18 Şubat 2011 Cuma

Yıkılmaz bir kale

Onlar vırakladıkça hayat daha gerçek oluyor. Avukatlar, rahipler, doktorlar, siyasetçiler, gazeteciler – hayatın nabzını tutan bütün ördekler. Sürekli bir felaket ortamı. Harikulade. Barometre hiç değişmemiş, bayraklar hep yarıya indirilmiş gibi. Cennet fikrinin insan bilincinde filizlenmesine şaşmamak gerek, bütün dayanakları alınsa da serpilmeye devam ediyor. Her şeyin rastgele fırlatıldığı bu bataklıktan başka bir dünya da olmalı. Neye benzediğini tasavvur etmek güç insanların düşünü kurdukları bu cennetin. Bir kurbağa cenneti, şüphesiz. Miyazma, pislik, nilüfer çiçekleri, durgun sular. Bir nilüfer çiçeğinin üzerine otur ve vırakla sabahtan akşama kadar. Böyle bir şey olsa gerek. Olağanüstü iyileştirici bir etkisi var tashihlerini yaptığım bütün bu felaketlerin. Tam bir bağışıklık durumu tahayyül edin, memnuniyet verici bir hayat, mikrobik bir ortamda güvenli bir yaşam.

17 Şubat 2011 Perşembe

Esin perisi



Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın ana karakteri Oskar Schell, icatlar yapmayı durduramazken Bilinmeyen'de Joshua Ferris, karşımıza yürüme episodlarının önüne geçemeyen bir karakter çıkartıyor. Zihninde icatlar yapmaya sonsuza dek devam edeceğinden korkan Oskar, yüzmeyi bıraktıkları takdirde ölen köpekbalıklarını anımsayarak kendinden endişe ediyor; Ferris'in Bilinmeyen'inde Tim, tamamen mekanik bir sorunla boğuşmakta: kriz benzeri yürüme episodları geçiriyor ve her seferinde ailesinden, evinden ve hayatın kendisinden biraz daha uzaklaşıyor. Yürümeyi bıraktığında başına ne geleceği, en az hareket halinde olmaya mahkum köpekbalıklarının durumu kadar karanlık. 1974 doğumlu yazar Ferris, Bilinmeyen'le kendisini Ve İşimiz Bitti'yle tanıyan okuru biraz şaşırttı denebilir; Ve İşimiz Bitti'nin kara mizah eşliğinde ortaya koyduğu çalışan insan çilesi, bu ikinci romanda yerini kapkara bir dünyada yapayalnız insanlara bırakıyor. Romanını nasıl tanımladığı sorulunca şöyle diyor Ferris:

16 Şubat 2011 Çarşamba

İcat


Sevgili Oskar Schell,

Geçen iki yılda bana yolladığın bütün mektupları okudum. Karşılığında sana, günün birinde mektuplarının hak ettiği yanıtı verebilme umuduyla şablon mektuplardan yolladım. Ama sen daha fazla yazdıkça ve kendinden daha fazla verdikçe zorunluluğum daha çok gözümü korkuttu.

Bu mektubu senin için yazdırdığım şu anda, bir arkadaşımın çiçek bahçesine bakan armut ağacının altında oturuyorum. Son birkaç günümü burada, beni hem ruhsal hem bedensel açıdan çok yoran bir tedavinin etkilerinden kurtarmak için harcadım. Sabah hayıflanıp kendime acırken imkansız bir soruna basit bir çözüm bulduğum geldi aklıma: bugün, beklediğim gündü.

15 Şubat 2011 Salı

Sürgün

"Sürgün hakkında bir konuşma yapmak için davet edildim buraya. Elime geçen davetiye İngilizceydi ve ben İngilizce konuşmam. Konuştuğumu sandığım bir dönem olmuştu ya da en azından bir zamanlar, ergenliğimde, İngilizcemin İspanyolcam kadar iyi ya da o kadar kötü olduğunu sanırdım. Üzgünüm ama o günler geride kaldı. İngilizce okuyamıyorum. Mektuptan anladığım kadarıyla, burada sürgün hakkında konuşmam gerekiyor. Edebiyat ve sürgün hakkında. Ama tamamen yanlış anlamış olabilirim ki düşündüğümde bu işime de geliyor, çünkü sürgüne inanmıyorum, özellikle de edebiyat kelimesiyle yan yana geldiği zaman." (Roberto Bolano, Between Parentheses. Viyana, Avusturya Edebiyat Cemiyeti Konuşması.)

14 Şubat 2011 Pazartesi

Şşşt!


Sayın Arada Ormanda Gezer Primatolog Bayan,

Şşşt! Korkma güzelim. Oku lütfen. Berbat maymun yazısına takılmayıp kalbimi okumaya çalış. Aslında sana bunları söylememem lazım; söylememeyi gerçek anlamında kullanıyorum; çünkü bırak yazmayı, dil kullanma becerisini bile edinemedim, hiçbirimiz edinemedik. Ama kim takar şimdi dili? Konuşmam lazım. Bir daha bu ormana hiç dönemeyebilirim. Bir daha ırmak kıyısındaki kampına hiç uğramayabilirim, bitkinmiş gibi yapıp senden zorla kazandığım güvene de dayanarak beni kucağına almana, saç derimdeki pıtrakları ayıklamana ve bana vermiş gibi göründüğün “Ari” ismiyle seslenmene izin veremeyebilirim. Böyle olursa, eğer dönemezsem, bilmeni isterim ki Ari, nehir kıyısında geçirdiğimiz akşamüstlerini çok özleyecek. Gerçek adımın Mike olması kimin umurunda?

11 Şubat 2011 Cuma

Doğum günü

Dün, doğum günümdü. Bugün, on dördüncü yaşımın ilk günü. İnsanın sadece bir kez on üç yaşında olabilmesi ne tuhaf… Aynı şekilde, sadece bir kez on iki, on bir, on yaşında oldum, bir daha da hiç olamayacağım. Kendimi pek farklı hissetmiyorum ama geçen yazdan beri boyum uzadı. Bu kadar hızlı uzamama çok şaşıracaksın. Yakında seni geçeceğim.

Son buluşmamızın üzerinden altı hafta geçti, tam 43 gün hatta. Sabahın erken saatlerinde Kahire havaalanına yaklaşırken boğazıma nasıl yumruk gibi bir şey oturduğunu, ağlamamaya verdiğim sözü tutmak için zorlandığımı hatırlıyorum. Neden bütün kötü şeyler sabahın köründe olmak zorunda? Ayaklarımda hâlâ yazın giydiğim sandaletlerin yanıkları duruyor. Ama şimdi hava o kadar soğuk ki, iki çift çorabı üst üste giyiyorum, parmaklarım yine buz kesiyor.

Haklısın; İngiltere, cildimin rengini sarmısağa çeviriyor.


(Üç Harfli Kelime Aşk - Hisham Matar. Çeviren: Sıla Okur. Görsel Damien Hirst'ün turşulanmış düşsel yaratığı, blog içeriğinden bağımsız bir not olarak eklemeli - bugün blog yazarınızın doğum günü. 3 Harfli Kelime Aşk, bizlere sürekli pompalanan iç kıyıcı aşk şablonlarına ters, aşka muhalif bir aşk mektupları derlemesi; Hisham Matar, burada yer alan yazarlardan sadece biri. Güzel bir haftasonu geçirmeniz dileklerimizle...)

10 Şubat 2011 Perşembe

Korkuyu yadsıyamazsın...



Tepedeki Ev ve Shirley Jackson'dan çokça bahsettik bu sayfalarda; hatta bu kült kitabın 2 defa sinemaya uyarlandığını da belirttik. Fedakar blog yazarınız olarak edebiyat eserlerinin sinema uyarlamalarından çoğunlukla hazzetmesem de sizler için ya da bu yazı uğruna bu uyarlamaların ikisini de oturdum seyrettim. 1999 tarihli uyarlamayı önceden izlediğimi anımsıyorum ancak filmden aklımda pek bir şey kalmamış. Jan De Bont'un yönettiği ve Liam Neeson ile Catherine Zeta Jones ve Owen Wilson gibi oyuncuları barındıran kadrosuyla film, hem kitaptan epey uzak hem de klasik Hollywood mantığıyla kurgulanmış, her şey biraz karikatürize gibi. Yalnız güzel bir sürprizi var filmin: Lili Taylor. Eleanor rolüne cuk oturduğu gibi, kendisinin yer aldığı ve ilgiyle izlemediğim bir film bulmaya çalıştım ancak bulamadım; yani sırf Lili Taylor hatrına dahi izlenebilir. 1963 yılında yapılmış ilk uyarlama daha çok ilgimi çekti; hem metne daha sadık, hem de siyah beyaz olması ve görsel efekt teknolojilerinin fazla gelişmiş olmamasına rağmen izlerken insanı epey geren bir yapım. Filmin posterinde bir ev, gözlerini fal taşı gibi açmış bri kadın ve bir de spot yer alıyor: "Hayaletlere inanmasan da korkuyu yadsıyamazsın." Ha, dersiniz ki 1963 yapımı siyah beyaz filmi neden izleyeyim; Zeta Jones'a da ayrıca bayılıyorum, o zaman sizin kaleminiz daha sonra çekilen uyarlama olacatır. Yalnız altını tekrar çizelim, 1999 yapımı film romanın bazı temel unsurlarını günümüz izleyicisini memnun etmek kaygısıyla yok saymayı uygun görmüş. Her neyse, tüm bunlar bahane, Lili Taylor şahane.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Buğday tanesi

Fyodor Mihailovich Dostoyevski, 1881 yılında bugün, 60 yaşındayken hayata veda etti. Öldüğünde kucağında bulunan kitap İncil'di. Cenazesine kırk bin kişinin geldiği söyleniyor.

Mezar taşında yazanlar, Karamazof Kardeşler'in epigrafıyla aynı ve İncil'den alıntı: "Size doğrusunu söyleyeyim, buğday tanesi toprağa düşüp ölmedikçe yalnız kalır. Ama ölürse, çok ürün verir."

(Çeviri Ayşe Hacıhasanoğlu'na ait, Karamazof Kardeşler'in Can Yayınları edisyonundan. Ergin Altay'in çevirisiyle İletişim Yayınları edisyonunda ise biraz daha farklı yer alıyor bu ibare: "Gerçeği söylüyorum size, gerçeği: Buğday tanesi yere düştükten sonra yok olmazsa, bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün verir." Hacıhasanoğlu, İncil'in Türkçe versiyonunda yer alan ifadeyi tercih etmiş gibi görünüyor.)

Görseller, Moskova Dostoevskaya tren istasyonundan. Burada daha önce bahsetmiştik.

8 Şubat 2011 Salı

Uğursuz bir biçimde*


"Gözlerim kapalıyken tanıdık bir kitaba uzanıp kokusunu içime çekerdim. Bu, beni mutlu etmeye yeterdi." - Haruki Murakami

Joe Meno (Lanetlilerin Saç Stili, Ayrıntı 2009) The Late American Novel adlı derlemede yer alan makalesinde kitapların insanların hayal etme ihtiyacından doğduklarını ve bu ihtiyacın bu zamanda her zamankinden daha baskın olduğunu söylüyor. Meno'nun makalesi, her kitapseverin hassas noktalarına dokunacak şekilde kurgulanmış; okuduğu ve onu sarsan kitapları, okuması gerektiğini düşündüğü için okuduklarını ve hoşlandığı kadının okuduğu kitaplardan yaptığı çıkarımları samimiyetle anlatıyor ve hangi formatta olursa olsun 'kitabın' başlı başına bir alan olduğunu ve bizleri etken biçimde hayal kurmaya, kelimeleri birleştirip olayları gözümüzde canlandırmaya ve gözümüzde canlananları kendi anı, hayal ve ideallerimize bağlamamıza yardımcı olduğunu hatırlatıyor. Bu açıdan biricik bir tecrübe sunuyor her kitap okuruna; öyle ki bunu betimlemeye çabalamak, kitabın formatını tartışmaktan daha saçma. Her neyse.

Tüm dünya ile birlikte Mısır'da olan biteni takip ettiğimiz bir hafta geçirdik. İskenderiye Kütüphanesi'ni yağmacılardan korumak için el ele verenleri gördünüz mü peki? Borges'i ve insanlar yeryüzünde yaşadıkları sürece yaratıcılıklarının envanteri olan Kütüphane'nin yıkılamayacağını, defalarca yok edilse bile yeniden ve yeniden doğacağı iddiasını anmadan olmaz sanıyorum. Günümüz İskenderiye Kütüphanesi 2002 yılında Mübarek'in desteğiyle kurulmuş ve öncülünün anısını yaşatıyor, kendi varlığının yanında elbette. Liderler gitse de kitaplar kalıyor. Borges'i anarak bitirelim; dünya, uğursuz bir biçimde gerçek ve kitaplar iyi ki var. İyi ki.


7 Şubat 2011 Pazartesi

Korkarım...

 

"Aslına bakılırsa, eğer seçme hakkım olsaydı yazmak yerine mutlu olmayı tercih ederdim. Kitaplarımda yeni bir şey yok benim. Üzerime çöken o korkunç mutsuzluktan kurtulma arzusuyla yazıldılar öncelikle. Daha çocukken acıyı kelimelere döktüğüm zaman hafiflediğini keşfettim; kelimelere dökülen acı gerisinde biraz melankoli bırakarak uçar gider... Melankoli, sefalet içinde olmaya yeğdir. Tıpkı bir Katoliğin günah çıkarması ya da psikanaliz gibi."

Yukarıdaki cümleler edebiyatın ağır melankolik kalemlerinden Jean Rhys'e ait. Hüzünle beslenen, karanlık bir yazar Rhys; tıpkı Shirley Jackson gibi hayatın sıkıntılarını kendi karanlığında boğmaya yeltenenlerden. Romanlarından Geniş Geniş Bir Deniz'le Karanlıkta Yolculuk'u özellikle öneririz. Shirley Jackson'ın ana karakteri Eleanor nasıl bir evin 'büyüsü' ile sürüklenip gidiyorsa, Rhys'in karakterleri de hayatın akışında savruluyorlar dört bir yana.

Her biri, yapayalnız.


“Düşünüyordum da,” dedi Eleanor nedense hepsine bir özür borçluymuş gibi hissederek. “Çok sakin olduğumu sanırdım, ama aslında ödüm kopuyormuş, şimdi anladım.” Şaşkınlıkla kaşlarını çatınca devam etmesini beklediler. “Korktuğumda da dünyanın mantıklı, güzel, korku barındırmayan yönlerini gayet net görebiliyorum; koltuklarla masaların ve pencerelerin hep aynı kaldıklarının, etkilenmediklerinin ve özenle dokunmuş halı deseninin kılını bile kıpırdatmadığının farkında oluyorum. Ama korkunca bu şeylerle benim bağlantım kayboluyor. Nesneler korkmadıkları için herhalde.”

“Bence sadece kendimizden korkarız,” dedi Doktor yavaşça.
“Hayır,” dedi Luke. “Kendimizi açıkça, olduğumuz gibi görmekten.”
“Gerçekte ne istediğimizi bilmekten,” dedi Theodora.
Yanağını Eleanor’un eline yaslayınca dokunuşundan nefret eden Eleanor elini hemen geri çekti.

“Ben hep yalnız kalmaktan korkarım.”


(Tepedeki Ev, Shirley Jackson. Çeviren: Dost Körpe. Yazının görseli, kült fotoğrafçı Clarence John Laughlin'e ait.)

4 Şubat 2011 Cuma

Sürtüşme

Son blog yazımızda Etgar Keret'in öykülerinden uyarlanan $9.99'un trailerına yer vermiş ve bunlardan birinden bir fragman yayımlamıştık. Aşağıdaki söyleşide TimeOut New York dergisi Keret'e 'hayatın anlamı'nı soruyor, cevaplar ilginç.

S: İnsanlar neden cevabı olmayan sorulara kolay yanıtlar ararlar?

Keret: Bence film kolay yanıt arayanlar değil de aramaktan vazgeçmiş olanlar hakkında. Bazen arayış da kendi içinde bir anlam taşır. Hayatın anlamını arayan karakterle onu yadırgayan diğerleri arasındaki fark, arayış içinde olanın ne denli naif olursa olsun vazgeçmemiş olduğudur. Buna resmen kafayı takmış. Diğerleri ise bir zamanlar önemsedikleri soruların yanıtlarını bir kenara bırakmış, çoktan hayatları için yaptıkları B ve C planlarına geçmişler.

S: Yaşınız ilerledikçe meylettiğiniz temaların ve tarzınızın değiştiğini düşünüyor musunuz?

Keret: Eskiden beni rahatsız eden şeyler yüzünden halen rahatsız oluyorum; ama artık birilerinin yüzüne bir yumruk patlatma dürtüsü duyduğum söylenemez. Geçmişte yazdığım öyküler hep benimle mutluluğun arasında duran şeylere ve başarısızlığa dairdi. Şimdiyse öykülerim o şeylerle uzlaşmaya ve başarısızlığa dair... Başarının insanı ürküten bir yanı var aslında. Hayatla arandaki sürtüşme paydasını düşürüyor.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Hayatın anlamı, sadece 9.90'a!

Gazeteye şöyle bir göz gezdirmek insan varlığının özünün insanlığa ne denli yabancı olduğunu kavramasına yetiyordu. Bütün o savaşlar, cinayetler, ekolojik felaketler, borsalardaki düşüş – cehaletten doğuyordu bütün bunlar, hayatın asıl anlamını kavrayamamaktan kaynaklanan basit hatalardan. Kolaylıkla düzeltilebilecek hatalardı bunlar, yeter ki birileri dinlesin. Ama kimse dinlemek istemiyordu. Ne akrabaları, ne de arkadaşları; Ronit bile. Bütün hücrelerinde yaşıyordu Nahum hayal kırıklığını. Ama birden, düşük faizli kredi ilanlarının altında, aşina bir yüz gördü – geniş omuzlu, gözlüklü adam. Fakat bu ilânda onu büyük bir dikkatle dinleyen ağırbaşlı bir adama bir şey anlatıyordu bu geniş omuzlu gözlüklü adam. “İnsanlar sizi dinlemiyor mu?” diye soruyordu ilân. “Aile fertleri ve yakın arkadaşlarınız sizi ciddiye almıyorlar mı? Çözümü bizde. 9.90’a size en ilgisiz dinleyiciyi bile kendinize bağlamayı öğretecek harikulâde bir kitapçık yollayabiliriz.” Nahum güçlükle zaptetti heyecanını. Tam umutsuzluğun dibine vurmak üzereyken bir umut ışığı belirmişti. Büyük bir sabırsızlıkla kitapçığın gelmesini beklemeye koyuldu. Geçmek bilmeyen ve beklenti dolu dört günün sonunda pakete ulaştı. Sarhoş edici ilkeleri soluk soluğa okudu, bitirdiğinde bu kez onu dinleyeceğinden emin bir biçimde babasının yanına gitti.