30 Eylül 2011 Cuma

Yasak

Benden alınma bir kaburgadan yaratılmış olduğunu söylüyor. İnanılır şey değil. Gene uyduruyor. Benim kaburgalarımda bir eksilme olmadı ki...

Mark Twain'in Adem'le Havva'nın Güncesi ile başladık söze; Adem'le Havva'nın Güncesi, Massachusetts'deki Charlton Kütüphanesi tarafından 1906 yılında sakıncalı bulunmuş ve koleksiyona dahil edilmesi yasaklanmış; yasak, 105 yıl sonrasında kalkmış ve kitap böylelikle geçtiğimiz hafta yeniden rafına dönmüş... 24 Eylül-1 Ekim arası, ABD'de kütüphane, yazar ve kitapçı birlikleri ile sansür karşıtı kuruluşların desteğiyle Yasak Kitaplar Haftası vuku buluyor; Yasak Kitaplar Haftası'na global platformda Uluslararası Af Örgütü'nün de destek verdiğini belirtmek gerek. Sözün, fikrin ya da kitabın yasaklanmasını kınamak dışında diyecek pek bir şey yok; Twain'in Adem'le Havva'nın Güncesi oldukça keyifli bir kitap, şiddetle öneririz. (Çeviren: Akşit Göktürk, YKY.)

Kitap içimde büyümeye başladığı için belki. Her gittiğim yere onu da taşıyorum. Karnım burnumda yürüyorum sokaklarda, polisler beni karşıya geçiriyorlar. Kadınlar kalkıp yer veriyorlar bana. Kimse itip kakmıyor artık beni. Hamileyim. Kocaman karnımı dünyanın ağırlığına bastırmış, yürüyorum paytak paytak. (...)

Söyleyecek bir şeyi olan herkes bu kitapta söyleyecek söyleyeceğini – anonim olarak. Çağı tüketeceğiz. Bizimkinden sonra bir kitap daha yazılmayacak – bir kuşak boyunca, en azından. Bugüne dek karanlıkta kuyu kazdık, bizi yönlendirebilecek tek şey sezgilerimizdi. Hayati sıvıyı akıtabileceğimiz bir kanalımız olacak artık, fırlattığımızda dünyayı sarsacak bir bomba. Geleceğin yazarlarına yeterince entrika, dram, şiir, efsane ve bilim sağlayacak malzemeyi koyacağız içine. On bin yıl beslenebilmeli dünya onunla. Görkemiyle muazzam.

Düşüncesi bile beni titretmeye yetiyor.


(Alıntı, Henry Miller, Yengeç Dönencesi. Yengeç Dönencesi, ABD'de 60 yıl boyu mahkeme kararıyla basımı engellenmiş bir metin. Çeviren: Avi Pardo. Önümüzdeki aylarda, raflarda...)

29 Eylül 2011 Perşembe

Bedel

Sotheby's, ekim ayında gerçekleşecek müzayedede F. Scott Fitzgerald romanı Muhteşem Gatsby'nin yukarıda gördüğünüz ilk baskısının kapağını satışa çıkarmaya hazırlanıyor: belirlenen fiyat 150,000 ile 180,000 Amerikan doları arasında. Sert kapaklı basılan kitabın yine ilk baskısının "içi" ise 7 ila 10,000 dolar bedeliyle kapağı alan kişinin olabilir... Kafa karıştırıcı değil mi? Francis Cougat'nın resimlediği bu kült kapakta, arkada ilk baskıya özgü bir hata sonucu Gatsby'nin ön adı Jay küçük "j" ile yazmış ve "j"ler sonrasında el ile düzeltilmiş. Sonraki baskılarda üstesinden gelinen bu hata, şimdi birinci baskının nadir sayılmasına ve bu denli yüksek bir meblağdan satılmasına yol açıyor. Bir de daha şaibeli durumlar var tabii ki; eBay'de History for Sale adlı bir satıcı, özel hayatını neredeyse patolojik ölçüde gizli tutmasıyla tanınan J.D. Salinger'ın ev işlerini gören yardımcısına yazdığı iddia edilen bir notu 50,000 USD'den satışa çıkarmış geçtiğimiz sene; 1989 tarihli notta Salinger, tatile çıkmaya hazırlanan yardımcısına evin işlerini önceden halletmesi ricasında bulunuyor. Tuhaf zamanlar vesselam...

Geçtiğimiz yıl yine Sotheby's tarafından satılan bir belge ile kapatalım yazıyı; Robert Castor'un Fitzgerald çizimi altına yazar bizzat, Muhteşem Gatsby'nin kapanış paragrafını ve kendi imzasını eklemiş. Satış fiyatı: 98,500 dolar.

O ümitledir ki şimdi sefer etmekteyiz, biz o akıntıya karşı giden tekneler, durmadan geriye, geçmişe çarpılıp atılsak da ne gam...* Yazıyı Morrissey ile bağlayalım: There is more to life than books you know, but not much more.**

(*Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald. Çeviren: Can Yücel, Bilge Kültür Sanat. **Morrissey imzalı bu beyit, Handsome Devil'da geçiyor; hayatın tuhaflığı karşısında garantili teselli mecrası olarak kitapları öneriyor bizlere... Ne diyelim, destekliyoruz.)

28 Eylül 2011 Çarşamba

Damlalar

Kız arkadaşım Amerika’da birilerinin yalnızlığa karşı bir ilaç bulduğunu söyledi. Dün akşam Gece Hattı’nda duymuş, şimdi de ablasına ona bir kasa yollaması için özel ulakla mektup gönderiyor. Gece Hattı’nda ilacın Doğu Yakası'ndaki bütün eczanelerde bulunduğunu ve New York’ta peynir ekmek gibi sattığını söylemişler. İki türü varmış, damla ya da sprey. Kız arkadaşım damla sipariş etti. Kendini yalnız hissetmesin diye ozon tabakasına zarar vermenin âlemi yoktu.

Damlaları kulağına akıtıyordun ve yirmi dakika sonra kendini artık yalnız hissetmiyordun. Beyindeki kimyasal bir durumla ilgili olduğunu söylemişler radyoda, fakat kız arkadaşım söylenenleri izleyememiş. Tam olarak Marie Curie sayılmaz, benim kız arkadaşım. Biraz aptaldır hatta. Bütün gün oturup onu aldatacağımdan ve terk edeceğimden endişe eder. Fakat onu seviyorum, hem de deli gibi. Postaneden döndükten sonra artık benimle yaşamak zorunda olmadığını söyledi. Çünkü damlaların gelmesi gün meselesiymiş ve artık yalnız kalmaktan korkmuyormuş.

“Beni terk mi ediyorsun,” diye sordum. “Damlalar için mi? Neden?” Fakat onu seviyordum, hem de deli gibi. “Taşın istiyorsan,” dedim ona, “ama bilmeni isterim ki hiçbir iğrenç kulak damlası seni benim sevdiğim gibi sevemez.” Kulak damlaları ona hiçbir zaman ihanet de etmeyecekmiş ama. Öyle dedi bana, sonra da çıktı.

Sanki ben ihanet edebilirmişim gibi. (...)


(Görsel, Joe Sorren. Damlalar, yeni Etgar Keret kitabı Buzdolabının Üstündeki Kız'da yer alıyor. Çeviren, elbette ki Avi Pardo. Buzdolabının Üstündeki Kız, çok yakında...)

27 Eylül 2011 Salı

Gerçek?


Eylül ayını devirdik sayılır sevgili okuyucu, günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali... Her neyse, zaman nasıl da çabuk geçiyor temalı hezeyanlara girmenin alemi yok, sizler neler ile meşgulsünüz bilemem ama biz sizin için harıl harıl Etgar Keret'in Buzdolabının Üstündeki Kız'ını hazırlamak ile uğraşıyoruz. Keret'i bu yıl Orange ödülünü alan ve ödülü alan en genç yazar olarak tarihe geçen Tea Obreht'in Kaplanın Karısı izleyecek. Ayrıca Henry Miller'ın Yengeç Dönencesi'ni Avi Pardo'nun şahane çevirisi ile özel bir edisyon olarak hazırlıyoruz, daha önce de bahsettik... Sam Lipsyte'ın ironi/mizah yüklü romanı Talep ve Jedediah Berry'nin postmodern polisiyesi Dedektifin El Kitabı Algan Sezgintüredi çevirileri ile, Jack Kerouac'ın Yolda'nın devamı niteliğindeki kitabı Big Sur Nevzat Erkmen'in Türkçesi ile; DBC Pierre, Colson Whitehead, Salvador Plascencia vs. gibi çağdaş ancak çağa meydan okuyan yazarlardan şahane kitaplar sene sonunda ve yeni yılın ilk aylarında raflarda olacak. Mutfak ekibimiz vızır vızır çalışmakta, bizi takip etmeye devam edin diyorum. Ekim ayında blog yazarınız dünya edebiyat aleminde kaynayan kazanların içindekileri sizlere Frankfurt Kitap Fuarı'ndan da bildirecek; anlayacağınız, geride bıraktığımız yaz sonrasında hareketli bir sonbahar sezonu ile karşınızda olacağız. Sürprizlerimiz de var; 2012 bizler için heyecanlı geçecek ve heyecanımız, umuyoruz ki sizlere de sirayet edecek.

Bizde ne var ne yok temalı girizgahın ardından geçen hafta New Yorker'da işaretlediğim fantastik bir haberi aktararak devam etmek istiyorum sevgili okuyucu: Amber C. Jones, New York şehrini tanıtan bir "kazı-ve-oku" kitabı tasarlamış, ancak kitabı okumakla kalmayıp kokluyormuşsunuz da... New York'u en iyi yansıttığını düşündüğü kokuları seçen Jones, çocuklar için nispeten temiz kokular (pizza, sosisli sandviç vs.) ile bir versiyon ve büyükler için çöp, metroda ter kokusu, at pisliği gibilerini de içeren bir şehir-tanıtım kitabı hazırlamış. Yayıncıların ağırlıklı olarak "güzel" kokuları kitaba alma yanlısı olduğunu söyleyen Jones, bunun dürüst bir yaklaşım olmayacağını, şehrin tarçın ve kakao kokmasını çok istemekle beraber gerçeğe sadık kalmak gerektiğini belirtmiş... Jones, kazı-ve-kokla temalı macera kitapları hazırlamaya devam edeceğini de duyurmuş; dünya dijitali tartışırken farklı bir yaklaşım olduğu tartışılmaz, ancak kitap sayfaları arasında çöp koklama arzusu duyup duymamak size kalmış elbette... Kazı-oku metinlerden bahsetmişken değinmeden geçmeyelim; Kamusal Sanat Laboratuvarı'nın Bienal'e karşı gerçekleştirdiği protesto eylemini duydunuz mu? - Kamusal Sanat Laboratuvarı'nın metni işte burada.

İyi haftalar dileklerimizle...

(Görsel, graffiti sanatçısı Phlegm'in Newcastle'daki işlerinden biri.)

26 Eylül 2011 Pazartesi

Taş-kağıt-makas

Bir haftaya daha başladık sevgili okuyucu, bir yandan yeni kitap ve fuar hazırlıklarımız sürüyor, ancak blog yazarınız sizin için dünya kitap gündemini takip etmeye tüm koşullar altında devam ediyor. Geçen hafta İngiltere'de yer yerinden oynadı desek yalan olmaz; sivri kitaplarıyla tanıdığımız Canongate yayınevi (kendileri Nick Cave'in de yayıncısıdır) yıl başında astronomik bir meblağ ödeyerek yaşam öyküsünü basacağını gururla duyurduğu Julian Assange ile deyim yerindeyse papaz olmuş ancak kitabı, yaşam öyküsü konu edilen Assange'ın izni olmaksızın yayınlamakta beis görmemiş - geçtiğimiz perşembe günü yayımlanan kitabı henüz inceleme fırsatı bulmuş değilim; ama kitap üzerinden kopan fırtınayı ilgiyle takip ettim; özetlersek durum şöyle: Hayalet yazar diye bir mefhum var, biliyorsunuz -bu hayalet yazar konusuna ayrıca bir blog yazısında değineceğim- Canongate ve ABD'den Knopf 930,000 sterlin ödeyerek Wikileaks'in arkasındaki isim Julian Assange ile bir kitap yazımı konusunda anlaşıyorlar. Canongate'in beyanına göre Assange hayalet yazar Andrew O'Hagan'ın sorularını cevaplıyor, elli saati bulan bu kayıtlar üzerinden Assange'ın yaşam öyküsü "kendi ağzından" metne dökülüyor. Hazırlanan dosyayı okuyan Assange -ki kendisi bu çalışma için 500,000 sterlinlik bir avans almış- kitaptakilerin hakkında görülmekte olan mahkemede aleyhinde delil olarak kullanılabileceği sanısıyla anlaşmayı iptal etmek istediğini belirtmiş; ancak sözleşmedeki birtakım boşluklar nedeniyle, kitaba devasa bir yatırım yapan Canongate'in baskısını engelleyememiş. (Avansı geri de ödememiş.) Knopf kitabı yayımlamaktan vazgeçtiğini açıkladı; ancak Canongate geri adım atmadı. İzinsiz Otobiyografi altbaşlığıyla yayımlanan kitabın yazarı; itirazlarına ve hayalet yazarın imzasına rağmen Julian Assange olarak geçiyor. Ayrıntılarını The Guardian'dan takip ettiğim bu kargaşa ile ilgili haber yapan Haberturk, 'Assange'ın otobiyografisi sızıyor' başlığıyla olaya kısaca değinmiş. Kitabın Assange hakkında tecavüz iddialarına yol açan olaylar ile başladığını ve metnin çok da sağlam olmadığını iddia eden bazı yorumlar okudum, ancak bilinmez elbette... Peki, bütün bunlar kitaptan daha çok söz ettirmek adına tasarlanmış bir danışıklı dövüş olabilir mi? İşte orasını asla bilemeyiz sevgili okuyucu.

Her şeye rağmen, aydınlık günler dileklerimizle... Bu kadar İngiltere haberi verdik madem; aşağıda, Britanya'dan çıkmış en iyi şeylerden biri olan Pulp, pazartesi sendromuna Glastonbury'den nostalji eşliğinde meydan okuyor. Yarın bizden haberler ile haftaya devam.

23 Eylül 2011 Cuma

Heykel

Yoğun bir haftayı bir süre önce İskoçya'da baş gösteren ve gizemli biçimde orada burada belirmeyi sürdüren kitap heykelleri ile kapatalım. Bu fenomen Mart ayında Edinburgh'de ortaya çıkıyor; görünüşe bakılırsa ismini ve kimliğini gizlemeyi seçen bir sanatçı, İskoçya Şiir Kütüphanesi'ne kitaptan yapılma bir heykelcik ve kütüphaneleri desteklediğini söylediği bir not bırakıyor... Ulusal İskoçya Müzesi, Ulusal Kütüphane, Film Arşivi gibi noktalara da uğrayan gizemli şahıs, kimileri biraz ürkütücü görünse de her bir heykelinin yanına kütüphanelere destek verdiği mesajını iliştirmekten çekinmiyor. Yukarıdaki görsel, ABD'de yaşayan sanatçı Daniel Lai'e ait; aşağıdakiler İskoçya'dan kareler. Malzeme: kitap.

İyi tatiller dileklerimizle.

22 Eylül 2011 Perşembe

Kumsal taşın altında

Geçtiğimiz hafta sonu Milliyet gazetesi Filiz Aygündüz'ün Murathan Mungan ile söyleşisine yer verdi; söyleşinin ekseninde Mungan'ın yeni evi, tüm detaylarıyla anlatılmaktaydı. Evmiş, dekormuş, tadilatmış; bunlardan fazla anlamam sevgili okuyucu, dolayısıyla mevzu bahis olduklarında çok da ilgimi çektiğini söyleyemem. Ancak yazarların evleri, yazara atfedilen gizem arttıkça giderek daha çok ilgi çekiyor gibi. Yanılmıyorsam Guardian'da, Roald Dahl'ın öykü ve romanlarını yazdığı kulübenin satılacak olduğu ve ailesinin yazarın sevenlerinden destek istediğini okudum - kulübeyi içindekilerle birlikte Roald Dahl Müzesi'ne taşımak için 800,000 $ gibi bir meblağ gerekiyormuş. Yazı, halihazırda Dahl'ın telifleriyle geçinen ailenin taşıma masraflarını üstlenmiyor olmasını eleştiriyor ve yazar evlerine yönelik turistik turlardan bahsediyordu. Bugünlerde incelediğim bir başka kitap, A Skeptic's Guide To Writers' Houses (Şüphecinin Yazar Evleri Rehberi diye aktaralım, biraz tuhaf gelse de kulağa) benzer bir damardan yola çıkıyor ve hacca gidercesine sevdikleri yazarların yaşadıkları yerleri dolaşan insan güruhları peşinde bir seyahate koyuluyor. Böyle bir fenomen mevcut gerçekten; yazarı, içinde yaşamış olduğu yerin somut gerçekliğini tanıyarak anlamaya çalışmak adına insanlar seyahatlere çıkıyorlar; bir de şehirlerle özdeşleşen yazarlar var elbette, yolu Prag'a düşen biri için Kafka'nın evine uğramak, Çek birasının tadına bakmak kadar gerekli bir turistik aktivite sayılıyor. Yazar evi ziyaretlerinin animizme dokunan bir yanı da var gibi; o evi, o masayı, o iskemleyi gördüğünüzde yazardan bir parçayı da görmüş kadar olduğunuz yanılsaması, bu tarz turlara yönelik ilgiyi canlı tutuyor. Geçen hafta Orhan Pamuk'un Saf ve Düşünceli Romancı'sından bahsetmiştik; kitabı yeniden anımsatalım ve ekleyelim - manzara kitabın içinde sevgili okur, yazarın eşyaları arasında ya da yaşadığı yerlerde değil; yazarın izini sürmek için yollara koyulup yaşadığı yerleri gözden geçirmek elbette mümkün, ama bunu yapmadan, salt yazdıklarına bakarak da yazarın manzarasından bir kesit, hem de daha zengin bir kesit elde edilebilir. Mühim olan, nihayetinde yazarın evi mi yoksa metnin kendisi mi? Oyum evden yana değil. Bilakis, davet edilmediğim bir evin içinde dolaşmanın röntgenci bir yanı olduğunu düşünüyorum... "Kafka'yı hep bir pencerenin gerisinde, ellerini cama dayamış, hayatın içine bakarken düşünüyorum. Yaşadığı sırada bile, ölüm tarafından buraya bakıyormuş gibi."*

(*Alıntı David Grossman'dan, Paris Review söyleşilerinden biri. Grossman'ın yeni romanını önümüzdeki sene, Dilek Şendil çevirisiyle okuyacaksınız. Aşağıda, Kafka'nın yazı masası.)

21 Eylül 2011 Çarşamba

Gerçek

Sonbaharla birlikte yeni ve ilginç kitaplar da yavaş yavaş boy göstermeye başladı sevgili okur, kimilerini yeri geldikçe burada paylaşacağım. Amerika, uzun zamandır Haruki Murakami'nin Japonya'yı kasıp kavuran dev romanı 1Q84'ü bekliyor ve geri sayım başladı sayılır. Yukarıda tanıtım filmini gördüğünüz kitaptan bir bölüm, yazarın facebook sayfasında paylaşıma açıldı bile - tek yapmanız gereken, yazarı "beğenmek," ardından kitabın girişini okuyabiliyorsunuz. Dostoyevski, Kafka ve Raymond Chandler'ı beğendiğini söyleyen Murakami, Aki Kaurismaki filmlerinden hoşlandığını ve animasyona katlanamadığını belirtiyor. Çeviri de yapan yazar, gerçekçi yazarları (Carver, Fitzgerald, Irving) tercih ettiğini, DeLillo, Barth ya da Pynchon'a bulaşacak olsa kendi deliliğinin onlarınkilerle çakışacağını belirtiyor. Paris Review söyleşilerinden birinde (2004) yarattığı karakterlerin olay akışı esnasında gelişen tuhaf olayların farkında olmaları, hatta okurun dikkatini bunlara çekmeleri üzerinden yöneltilen soruya ise şöyle cevap veriyor:

Sanırım dünyanın biraz tuhaf olduğu gerçeği benim kendi gözlemim. Karakterlerim yazdığım sırada benim tecrübe ettiğim şeyleri tecrübe ediyorlar - okur da bunları tecrübe ediyor aynı zamanda. Kafka ya da Marquez, klasik anlamda edebiyat yapıyorlar. Benim anlattıklarım daha güncel, daha çağdaş, postmodern tecrübeyi biraz daha fazla kapsıyor. Film seti gibi düşünün -tüm dekor, raftaki kitaplar, raflar- her şey sahte. Duvarlar kağıttan yapılmış. Klasik anlamda büyülü gerçekçilikte duvarlar ve kitaplar sahte olmaz. Ama benim yazdıklarımda sahte bir şey var ise, altını çizmem gerekir. Gerçekmiş gibi davranmam.

(...)Yaşadığımız bu dünyanın, bu şehir hayatının bir tür komedi olduğunu düşünüyorum. 50 kanallı TV'lar, hükümetteki aptal adamlar-komedi hepsi. Ciddi olmayı deniyorum ama ne kadar uğraşırsam o ölçüde komik hale düşüyorum. Ben 19 yaşındayken hepimiz ölümüne ciddiydik, 1968'de, 1969'da. Ciddiyet gerektiren zamanlardı ve hepimiz çok idealisttik.

İdealizm ve ciddiyet bir yana, kurgu eserler yazan bir yazarın gerçek ve sahte kavramlarını bu şekilde kullanması oldukça ilginç. Yöneltilen sorunun, yazarın büyülü gerçekçilik üzerinden kendini nerede gördüğünü irdelediğini de belirtmek gerekiyor sanırım, perspektif adına.

1Q84'ün İngilizce çevirisi, 25 Ekim'de yayımlanacak. Türkçesinden henüz ses seda yok, bekliyoruz.

20 Eylül 2011 Salı

Dağıl

Çocukken, adını hatırlamadığım bir çocuk kitabının üzerinde kitap okuyan çocuk görseli olduğunu anımsıyorum; görseldeki çocuk da elinde aynı görselin bulunduğu bir kitap tutuyordu - çıldırtıcı bir şeydi bu sevgili okur, bunun nereye kadar gidebileceğini hayal etmeye çalışıp delirecek gibi oluyordum. Sonsuza dek, kitap içinde kitap! Bu yazının amacı çocukluk travmalarından bahsetmek değil elbette; geçen hafta The Guardian'da rastladığım bir haber, nedense bunu çağrıştırdı. Guardian, Nijerya'lı ünlü romancı Chinua Achebe ile rapçi 50 Cent'in kavgaya tutuştuğundan bahsediyor. Kavganın galibi, ilginçtir ki 80'ini devirmiş olan Achebe olmuş. Achebe, pek çok eseri yanında Türkçede Parçalanma adıyla yayımlanan şahane kitabın yazarı, Afrika edebiyatının en önemli isimlerinden biri sayılıyor. Orijinal adı Things Fall Apart olan roman, bir baba-oğul öyküsü, aynı zamanda sömürgeleştirmeyi merkeze alıp sivri oklar yöneltiyor; Things Fall Apart ise, kitabın girişinde bir epigraf olarak yer alan Yeats şiiri The Second Coming'den bir dize (kitap içinde kitap döngüsü burada başlıyor işte.) Hal böyleyken, rap kişisi 50 Cent, çekmiş olduğu filme aynı adı vermeye yeltenince Achebe'nin avukatları kendisine bunun mümkün olmadığını, bu başlığın Achebe'nin romanıyla bütünleşmiş olduğunu bildirmişler. (Bu noktada Yeats'e ne oluyor? Yeats'in telif hakları serbest, dolayısıyla devre dışı kalıyor.) 50 Cent, Achebe'ye 1 milyon Amerikan doları ödeyerek uzlaşma çabasında bulunmuş ancak Afrikalı romancı, bu kitabın Afrika edebiyatının en çok bilinen romanı olduğunu ve isim haklarını 1 milyar da ödese kendisine devredemeyeceğini bildirmiş. 50 Cent'in filmi, Achebe'den gelen fırça sonrasında, All Things Fall Apart adını taşıyacak. Bu arada, hip hop grubu The Roots'un Things Fall Apart adlı bir albümü mevcut ama Achebe ile takışmış olduklarına dair bir veri mevcut değil. The Roots'un albüme bu adı vermesi, Achebe'ye saygı duruşu olarak kayıtlara geçmiş.
Ne diyorduk? Her şeyin nasıl dağıldığından söz ediyorduk galiba... Bolano'yu bu sayfalarda anmıştık, inatla yeniden analım ve şöyle diyelim: Ve eser, sonsuzlukta yalnız devam eder yolculuğuna.

Komedi olarak başlayan her şey... (Döngü.)

(Görsel, Marlene Dumas.)

19 Eylül 2011 Pazartesi

Cenaze

The Economist, akıllara ziyan bir haber yapmış ve hem yurt dışında hem de burada basın, üzerine atlamış; haftaya bununla girelim bakalım... İki günde bir "Kitap öldü, ölecek," feryatlarıyla ortalığı inleten, matbu kitabı bir an evvel gömüp dijital bir evrene yelken açma niyetlisi bir güruh mevcut, siz de farkındasınızdır. Economist'te yer alan deli saçması iddia, kimilerince delice bir sevinçle karşılandı. E-kitapların yükselişine dair herkes tarafından bilinen birtakım istatistikleri sunan bir makale, sanıyorum yazarın yeni bir şeylerden bahsetmiyor olmasından kaynaklanan bir kaygıyla, İsveç kökenli mobilya mağazası IKEA'nın -mobilyanın Amazon'u sayılır mı? Sayılmaz ama bu yazı için biz de çarpıtalım bakalım: IKEA=Amazon- meşhur (!) kitaplık modeli Billy'nin tarihe karışacağını, üretiminin durdurulacağını çünkü kimselerin rafa koyacak kitabı olmadığını, herkes dijitale geçtiği için kitap raflarına ihtiyaç duyulmadığını iddia ederek lafa başlıyor. Eskiden bulvar gazeteleri böyle oyunlara başvururlardı; diyelim bir sinema oyuncusu, çekilen filmin senaryosu gereği tutuklanıyor olsun - manşet affetmezdi: BilmemKim Hapse Girdi! Hapse giren çıkan yoktu tabii, filmin kurgu karakteri haricinde, onu da manşet altını okuduğunuzda fark ederdiniz... Bu Economist makalesinde de aynı buna benzer bir kafa mevcut -fol yok, yumurta yok kafası- makaleye atlayanlara ise diyecek söz olduğunu sanmıyorum. Umberto Eco, "Kitap tekerlek gibidir. Bir kere icat edildi mi daha iyisini yapamazsınız," diyor. Matbu kitapla dijital kitabın varlıklarını yan yana sürdürmeleri, pekala olası. Basılı kitap "ölecek" olsa, bunu IKEA'nın tasarım çözümleri üzerinden anlayacağımızı da sanmıyorum... Bu arada belirtelim, IKEA'nın Billy isimli kitaplığı, rafları daha derin ve cam kapaklı olmak üzere yeniden tasarlanıyormuş, yani Billy'ler ortadan kalktığı için kitaplarınızı koyacak yer bulamayacağınızdan nasılsa dijital devrim gerçekleşti diyerek onlardan kurtulmaya çalışmanıza gerek kalmayacak sevgili okuyucu. IKEA'nın Billy dışında kitaplık modeli yok mu peki? Elbette var. Kitap rafı IKEA'dan olmayan kimseler yok mu ya? Elbette var. Ama olsun, matbu kitapların cenazelerini kaldırmak adına bir şeyleri çarpıtmışız işte, çok mu?

Akıl, fikir ve ruh sağlığı dileklerimizle.

15 Eylül 2011 Perşembe

Manzara

Bir süredir öldürmekten ve yaratmaktan bahsedip duruyoruz, soyut alemlere dalarak dünyayı takip etmeyi bıraktığımızı sanmayın. (Ayrıca, mümkün mü ki?) BBC'de resmen dudak uçuklatan bir haber okudum geçen hafta; Tolstoy'un büyük romanı Anna Karenina'nın sinema uyarlaması için harekete geçilmiş sayın okuyucu, seni şimdiden uyarmak isterim. Senaryonun Tom Stoppard tarafından yazılacağı söyleniyor; Shakespeare in Love'ı değil de Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler'i anımsarsak eğer, bu henüz dudak uçuklatacak nitelikte değil, iyi bir haber bile sayılabilir. Kasta gelelim: Vronsky için Jude Law ve sıkı durun, Anna Karenina için Keira Knightley'nin adı geçiyor. Filmin çok iddialı olacağı söyleniyor; önceki uyarlamalarda Vivien Leigh, Greta Garbo ve Sophie Marceau Anna rolünü üstlenmişler, ancak BBC, bu uyarlamanın "asıl" olacağını iddia ediyor. Zaman zaman yazıyorum, kimi romanların sinema uyarlamaları karşısında son derece hassas bir bünyeye sahibim, Keira Knightley'e beslediğim antipati bir yana, Karayip Korsanları'nın prensesini Anna Karenina olarak görmeye dayanabileceğimi hiç sanmıyorum sevgili okuyucu. Jude Law ve Vronsky konusunu açmıyorum bile, dikkatinizi çekerim. Ha sevenleri vardır, o ayrı, sorun zaten bu aktör ve aktrisin şahsına dair değil, canlandıracakları karakterlerle (en azından benim nezdimde) aralarındaki uçuruma yönelik ( - neye dayanarak, görsel imgeleriyle özdeşleşmiş diğer karakterlere dayanarak söylüyorum bunu... Jude Law, Archie olmamış mıydı daha evvel? Kendisinin bir önceki sürümü sayılacak Hugh Grant'ten Vronsky olur mu mesela?) Fazla yakınmaya gerek yok, sanıyorum Karamazov Kardeşler yakın zamana değin dizi olarak izleniyordu TV'de, önümüzdeki sezon Kıvanç Tatlıtuğ falan Vronsky rolünde karşımıza çıkabilir, hiç belli olmaz, yakınma hakkımızı o zamanlara saklayalım.

Sonbaharla beraber ilginç kitaplar da boy göstermeye başladı yeniden raflarda; bunlardan biri, daha önce İngilizcesi yayımlanan Saf ve Düşünceli Romancı, madem Anna Karenina dedik, değinmemiz farz oldu. Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı'da manzaradan kesitler sunmayı sürdürüyor; okuma tecrübesi üzerinden kurguya ve hayata dair pencereler açıyor. Tolstoy'dan Anna Karenina'nın Moskova'dan St. Petersburg'a dönerken yaptığı tren yolculuğu sırasında kucağındaki kitabı okumakta güçlük çektiği pasajı alıntılayan Pamuk, "Anna elindeki romanı okuyamadığı için bizler Tolstoy'un Anna Karenina'sını okuyabiliyoruz," diyor. Pencerenin dışında salt 1870'lerin Rusya'sı değil, Anna Karenina'nın ruh halini de yansıtan bir manzara olduğu için...

Bir sinema filmi de, eninde sonunda, bir okumadır elbette ve siz siz olun, kendi okumalarınızdan şaşmayın.

Görselde bir başka beyazperde yıldızının, Anna Karina'nın gölgesini görüyorsunuz.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Surat

Daha lisedeyken acaba Zaman benim dışımda mı diye merak etmeye başladım. İşler yeni yeni hızlanmaya başlamıştı. Yoksa Zaman içimde mi.

Eğer DIŞINDAYSA o kahrolasıca saatlere & takvimlere ayak uydurmak zorunda kalırsın. Öyle yan gelip yatamazsın. Eğer İÇİNDEYSE sen ne istersen onu yaparsın. Canın ne çekerse. Kendi Zamanını yaratırsın. Bir keresinde yaptığım gibi saatin ibrelerini kırarsın, sonunda karşında sana bakan şey saatin boş suratı olur sadece.

(Zombi, Joyce Carol Oates. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın. Görselde, Saat Hastanesi'nden bir kare, Doğu Bank İşhanı.)

13 Eylül 2011 Salı

Kaos

Geçen hafta Zombi'nin çıktığını duyurmuş ve öldürme & yaratma teması üzerinden bir girizgah yapmıştık. Zombi'nin ana karakteri Quentin P_ tam da bu bağlamda, yani öldürme & yaratma damarında yer alıyor. (Kitaplardan konuşmayı sevmekle beraber, konularını anlatmaktan hiç hazzetmiyorum ve cam kırıkları üzerinde yürür gibi oluyorum sevgili okuyucu, bilmem farkında mısın?) Quentin'in fantezileri akla hayale sığmayacak boyutlarda dehşet içeriyor; "gerçek hayattan" ilham alıyor olması da oldukça düşündürücü. Vahşi bir dünyada yaşıyoruz ve vahşet, sadece üçüncü sayfa haberlerinde değil, dört bir yanda tomurcuklanır halde, bunu anımsatmaya gerek yok sanırım... Lobotomi uygulamasınından ötürü 1949 yılında bir doktorun Nobel Tıp Ödülü aldığını biliyor muydunuz? Lobotomi, romanda Quentin'in fantezilerini de süsleyen bir prosedür; Sovyetler "delileri moronlaştırdığı" iddiasıyla bu prosedürü 1950 yılında yasaklamışlar, ABD'de ise psikozlu hastaların bakımını kolaylaştırdığı ve onları "sakinleştirdiği" iddiası ile uygulanması 1970'lere değin sarkmış - 1970'ler sonrasında geliştirilen ilaçlar, zaten bir buz kıracağının frontal loblara verebileceği fiziksel hasarın fazlasına kadir olduklarından tercih edilir olmuşlar. Çeşit çeşit lobotomi var elbette, ancak temelde, burun veya göz yuvasından içeri sivri bir alet sokarak beynin ön loblarını yaralama prensibi lobotomi prosedürünün temelinde yatıyor. Zombi'de lobotomi hayalleriyle kendi 'zombilerini' yaratmayı tasarlayan bir katil söz konusu; romanın ilham aldığı gerçek yaşam figürü Jeffrey Dahmer'ın birden fazla kurbanına farklı yöntemlerle lobotomi uygulamaya çalıştığı ve kurbanlarının bedenlerini yediği de biliniyor... İnsan, insan öyle bir canlı ki, kurgu ya da gerçek fark etmiyor, şairin dediği gibi, şeytanın bacağı kırık kalıyor, insan derken.*

Dün görseldeki düzeneğin ne olduğunu düşündüğünüzü sormuştuk; işte cevabı: Victimless Leather adıyla anılan bilimsel/sanatsal projeden küçük bir kareydi gördüğünüz. Oron Catts ve Ionat Zurr'un Tissue Culture and Art Project kapsamında yarattığı, polimer bazlı bir materyele insanlardan alınma kemik hücresi ve farelerden alınma farklı hücrelerin aşılanmasıyla üretilen minicik ve yarı-canlı bir "deri" ceket; bir farenin giyebileceği ebatlarda. Victimless Leather adıyla anılan bu proje, pek çok şeyin öncülü olabileceği gibi, hayvanların maruz kaldığı zulümleri de böylelikle vurgulamayı ve alternatiflerin geliştirilebileceğinin altını çizmeyi amaçlıyor... İnsanlar yaşadıkça, yaratmanın ve öldürmenin ardı arkası gelecek gibi görünmüyor. Yaratmaya ve öldürmeye dair bu kadar konuştuk madem, Nietzsche ile bağlayalım: "Size söylüyorum: insan içinde kaos barındırmalı ki, dans eden bir yıldız doğurabilsin. Size söylüyorum: içinizde hâlâ kaos var."

(Nietzsche,İşte Böyle Dedi Zerdüşt. Çeviren: Ahmet Cemal, Pinhan, 2011. * Birhan Keskin, Soğuk Kazı. Görsel, Dieter Appelt. Aydınlık günler dileklerimizle...)

12 Eylül 2011 Pazartesi

Ne?

Görseldeki bu tuhaf şey sizce nedir? Cevaplarınızı bekliyoruz. İşleri kolaylaştırmak adına, bazı şıklar da ekleyelim:

a)Bir çeşit sanatsal hadise olmalı.

b)Bir rüya enstantanesi.

c)Laboratuvar düzeneğine oturtulmuş bir oyuncak kıyafeti.

d)Hiçbiri.

Başlık linkine tıklarsanız yorum yap penceresine cevaplarınızı girebilirsiniz; bu ne deli saçmasıdır demeyin, ilk yorumları bırakan beş okurumuza kitap hediye edeceğimizi bilin. Şıklar beni gerer, kendi kelimelerimle anlatayım derseniz, yorum penceresi buna da müsait. Evet, sonbahar geldi, hediye sezonunu açtık. Cevaplarınızı gün boyun bekliyoruz. Her şey yarınki yazıda aydınlanacak.

9 Eylül 2011 Cuma

Beni mahvetti...

Adım Q___ P___ & otuz bir yıl, üç ay önce doğdum.

Boyum bir metre yetmiş sekiz santim, kilom altmış yedi.

Göz rengim kahve, saç rengim kahve. Vücut yapım normal. Kollarımda, sırtımda oraya buraya dağılmış soluk çiller var. İki gözüm de astigmat, araba kullanırken numaralı gözlükler takmam gerekiyor.

Göze çarpan özelliğim: yok.

Dizlerimdeki şekli kurtçuklara benzeyen belli belirsiz yaralar belki. Bir bisiklet kazasından kaldıklarını söylüyorlar, küçük bir çocukmuşum o zamanlar. Aksini iddia etmiyorum ama hatırlamıyorum da.

Ben asla aksini iddia etmem. Sizler bilgece konuşurken ben hep size katılırım. O hıyar ağızlarınızı oynatırsınız & ben EVET EFENDİM derim, HAYIR BAYAN. Mahcuptur gözlerim. Tenimi gösteren şeffaf plastik çerçeveli gözlüklerimin ardındalar.

Beyaz ırka ait ten rengidir bu. Ailemin iki tarafında da, bildiğim kadarıyla, sonsuzluğa uzanan atalarımın ten rengi.

Son ölçüldüğünde IQ’m: 112. Daha önce ölçüldüğünde: 107. Lisedeyken ölçüldüğünde: 121.
Doğduğum yer Michigan, Mt. Vernon, 11 Şubat, 1963. Dale Springs devlet okulları. Dale Springs Lisesi, 1981 mezunlarından. Q___ P___ yüz on sekiz kişi arasında kırk dördüncü olarak mezun oldu. Hiçbir üniversiteden burs kazanmadı. Takımlarda, okul gazetesinde ya da yıllıkta yer almadı. En yüksek notlar matematikte; son sınıfta çuvalladığım türev, integral hariç.

İki perşembede bir, sabah saat 10’da, Mt. Vernon şehir merkezinde adli gözetim memurum Bay T___’yi görüyorum. Terapistim Dr. E___ ’yi pazartesileri öğlen 4’te, Üniversite’nin Sağlık Merkezi’nde. Dr. B__ ile grup terapisi salıları akşam 7’de.

Pek iyi değilim, sanırım. Ya da yalnızca idare ediyorum. Hakkımda raporlar yazdıklarını biliyorum. Ama onları görme iznim yok. İçlerinden biri kadın olsaydı daha iyi olurdum gibime geliyor. Onlar sana inanırlar, böyle sürekli izleyip durmazlar seni.

GÖZ TEMASI KURMAK BENİ MAHVETTİ.


(Zombi, Joyce Carol Oates. Çeviren: Merve Sevtap Ilgın. Zombi, bugünden itibaren tüm kitapçılarda.)

8 Eylül 2011 Perşembe

Öldürmeye ve yaratmaya dair...

Dün yaratmaktan bahsetmiştik, bugün bu damardan devam... Yaratılışına dair hikayelere ihtiyaç beslediği günden bu yana insan, yaratmaya ve yaratı sürecine de ilgi duyuyor. Kök hücreden kan üretildiğine ve kan bankalarının tarihe karışacağına dair haberi gördünüz mü mesela? Yunan mitolojisinde Prometheus'un gözyaşlarıyla yoğurduğu balçıktan yaratıldığı söylenen insanoğlu, dünya üzerinde kendi öyküsüne dair sayısız anlatı ile beslenmiş bir inanç ve kültür çeşitliliği içinde varlığını sürdürüyor. Prometheus demişken, Modern Prometheus altbaşlığı ile yayımlanan ve Mary Shelley'nin 18 yaşında bir genç kızken yazdığı korku klasiği Frankenstein'ı anımsayın... Yaratıcısının kabusu haline gelen yaratık, yalnızlığına isyan eder. İsyan etmekle kalmaz elbette; daha fazlasını da yapacaktır. Romanda ucube diye betimlenen yaratık, onu yaratan doktora şöyle hesap sorar: "Madem sevmeyecektin, beni neden yarattın?" Orhan Gencebay'ın Mary Shelley'nin Frankenstein'ı ile ortak noktası nedir dersek, cevabı işte bu beyan olmalı. Her neyse...

Dünyada yaşam, ideallerden çoğu zaman uzak biçimde, kafasına göre akıp gitmekte; kötülüğün sıradanlığı, ideallere duyulan ihtiyaçla el ele. Fazla mı soyut konuştum? Cuma gününden itibaren yeni Joyce Carol Oates romanı Zombi raflarda olacak; Oates, Zombi'de tüyler ürpertici bir seri katil öyküsü anlatıyor ve roman, kurgu olsa da, gelmiş geçmiş en korkunç seri katillerden Jeffrey Dahmer'dan esinlenerek yazılmış. Dahmer'ın cinayet, işkence ve yamyamlığa varan icraatlerini yürütürken kurbanlarından emirlerine kulak verip yerine getirecek "Zombiler" yaratma arzusu duyduğu biliniyor; lobotomi deneyleri yaptığı, öldürdüğü insanların kimi organlarını hatıra olarak sakladığı da kayıtlara geçmiş - yaratılış anlatılarına kulak vermektense kendi için yaratmayı denemiş Dahmer, öldürerek. Oates'un Zombi'de katilin sesini kullanarak anlattıkları, katille empati kurmaya müsait olamayacak denli dehşetli; ancak çizdiği resim, evrene atılmışlığın azabını çeken ve varlığını anlamlandıracak herhangi bir anlatıdan yoksun bir figürü de ortaya koyuyor. Katilin portresini çizmekle kalmıyor Oates, ait olduğu dünyayı da inceden inceye, kapkara örüyor. Mary Shelley'nin kurgusunda olduğu gibi, Oates'un Dahmer'dan esinlenerek yarattığı katil de kontrol edip yönlendirebileceği, onu koşulsuz sevecek ve itaat edecek bir şeyler peşinde. Metodları ise pek iç açıcı sayılmaz.

Jeffrey Dahmer demiştik; 90'ların kült postpunk grubu Therapy?'nin Trigger Inside şarkısıyla yazıyı kapatalım, bir yerinde şöyle bir beyan geçer şarkının - "Jeffrey Dahmer'ın nasıl hissetiğini biliyorum. Yalnız, yalnız." Trigger Inside, bir seri katil güzellemesi değil tabii ve Jeffrey Dahmer'ın nasıl hissettiğini bilmemiz mümkün değil ama böylesine doğrudan bir referansı es geçecek değiliz. Zombi'nin bir soundtrack'i olsaydı, kapanış şarkısı Nine Inch Nails'in Closer'ı olurdu; Therapy?, sözlerdeki Dahmer göndermesine rağmen tam oturmuyor bana sorarsanız.

Bram Stoker Ödülü'nü almış olan Zombi, yarından itibaren raflarda. Mideniz sağlam değilse okumayı aklınızdan geçirmeyin.

(Görsel, Joel Peter Witkin.)

7 Eylül 2011 Çarşamba

Karanlık

Aşırı üretken yazarlar söz konusu olduğunda, kitapları biricik metinler olarak tanıtmak da güçleşiyor. Ellinin üzerinde romanıyla Joyce Carol Oates, kuşkusuz çağımızın yaşayan en üretken yazarlarından biri. Her sene Nobel adayları arasında adı geçen, Pulitzer'e aday gösterilmiş, çeşit çeşit ödül kazanmış olan Oates, üretkenliğinin yanı sıra yazınında yeni şeyler denemekten geri durmayan, akıp giden hayata böylelikle, yazarak katılan bir figür. Romancı Mohsin Hamid, olan bitenin sürekli basite indirgendiği bir dünyada yazarların görevinin olan biteni yeniden karmaşıklaştırmak ve böylece zenginleştirmek olduğunu savunuyor; bu iddia, sanıyorum Oates'un yazını söz konusu olduğunda bilhassa geçerli.

14 yaşında edindiği daktiloyla yazın serüvenine atılan ve o günden bu yana hemen hemen her gün, her gece yazan Oates, gündelik hayatın sıradanlık perdesi ardındaki karanlıklara ilgi duyan bir yazar. Kendi yaşamında da trajedi ve zorluklardan nasibini almış; dar gelirli bir çevrede büyüyen Oates, ailesinde lise diploması alabilen ilk kişi ve bugün halen Princeton Üniversitesi'nde ders veriyor. Yazında, tıpkı hayatta olduğu gibi, her şeyin mümkün olduğunu bizlere anımsatıyor Joyce Carol Oates. Her kitabın yazarından bağımsız bir evreni olduğu ancak o evrenin yazar tarafından kurgulandığını düşünürsek, Oates'un çalışma masasının üzerinde asılı olan Henry James alıntısını biraz daha farklı bir perspektifte değerlendirebiliriz sanıyorum, burada daha önce aktarmıştık, ancak tekrarlamakta beis görmüyorum:

"Karanlıkta çalışıyoruz, yapabileceğimiz kadarını yapıyoruz, sahip olduğumuz kadarını veriyoruz. Şüphemiz tutkumuz, tutkumuz görevimiz. Gerisi sanatın deliliği."

Görselde, heykeltıraş Germaine Richier, atölyesinde, yaratı sürecinde.

Yaratmak? Yarın buradan devam.

6 Eylül 2011 Salı

Acı

Depresif kişinin terapistinin geldiği ekol, aktarım ilişkisinin sağaltıcı bir kaynak olduğunu reddediyordu ve bu yüzden de kasıtlı olarak yüzleşmeden, "böyle olmalı" önermelerinden ve bütün o normatif, yargılayıcı, "otorite" temelli kuramlardan kaçınarak yargı-açısından- daha tarafsız bir biyodeneysel modeli ve analoji ile anlatının yaratıcı kullanımını yeğliyordu (bu amaçla el kuklalarının, polistren malzeme ve oyuncakların, rol yapmanın, insan heykelin, aynalamanın, dram terapisinin ve uygun vakalarda, baştan sona titiz bir şekilde senaryosu ve resimli taslağı hazırlanan Çocukluk Rekonstrüksiyonlarının kullanılması da mümkündü, ama zorunlu değildi.) Depresif kişinin akut duygusal rahatsızlığını dindirmek ve normal bir yetişkin hayatı denebilecek bir şeyden tat alması yolunda (depresif kişinin) yaptığı yolculuğun devamını sağlamakta yardımcı olabilecek şu ilaçları vermişti: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, (bölgedeki bir Ruh Hastalıkları kliniğindeki iki haftalık gönüllü yatan hasta tedavi süreci sırasında uygulanan) tek taraflı elektroşok tedavisiyle birlikte Metrazol, lityum tuzu eşliğinde veya onsuz Parnate, Xanax eşliğinde veya onsuz Nardil.
Bunların hiçbiri, depresif kişinin uyanık geçen her saatini yeryüzünde tarifsiz bir cehenneme döndüren acı ve yalnızlık hislerini azaltmıyordu ve ilaçların çoğunun depresif kişinin tahammül edemediği yan etkileri vardı.

(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler - Depresif Kişi; David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel, Tracey Emin. Emin'in işlerini, 14-18 Eylül arası İstanbul'da düzenlenen Art Beat kapsamında birinci elden görmek mümkün olacak.)

5 Eylül 2011 Pazartesi

Doğrusal

Yeni bir hafta başlar, yaz yavaş yavaş sahneden çekilirken yeni kitaplar da yolda, bu hafta ve önümüzdeki günler boyunca yeni kitap haberlerini buradan paylaşmaya devam edeceğim. Ama sürekli ileriye doğru gittiğine dair bir yanılsama eşliğinde yaşanan hayat akarken, haftaya Karen Green'in Affetme Makinesi ile başlayalım istedim.

Karen Green, Beautiful Crap adlı sitesinde kimi işlerini inceleyebileceğiniz bir sanatçı; aynı zamanda İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler adlı kitabını geçtiğimiz aylarda yayımladığımız, Amerikan edebiyatının devlerinden David Foster Wallace'ın eşi. (Wallace'ın magnum opusu Infinite Jest'in ve diğer kitaplarının da yolda olduğunu söyleyelim mi? Söyleyelim bu arada.) Green, Guardian'a uzun ve üzücü bir söyleşi vermiş; burada Wallace'ın intiharından, sevilen ve özel birini kaybetmeninin yarattığı acı ve öfkeden, ölüm sonrasında iki kişiye ait mahrem ve yakın anları hatırlamanın nahoşluğundan dürüst ve açık biçimde bahsediyor. Green, Wallace'ın intiharı ardından bir süre çalışmamış, sonrasında ise Affetme Makinesi adında bir cihaz yaratarak bir enstalasyon tasarlamış. Makinenin görseli aşağıda; işleyiş biçimi ise basit: Affetmek istediğiniz kişiyi ya da belli bir olayı bir kağıt parçasına yazıyorsunuz ve makinenin içine atıyorsunuz. Vakumlu bir düzenekten geçen kağıt, diğer uçta lime lime olmuş şekilde beliriyor. Green, makinenin yer aldığı galeriye gelip cihazı kullananların belli ölçüde sarsıldıklarını iddia ediyor ve şöyle diyor: "Garipti. Eğleneceli görünüyordu ama cihazı kullanmaya gelince bocaladıklarını ve "Ya işe yararsa ve ...'yı affetmemi sağlarsa?" diye düşündüklerini hissedebiliyordunuz," diyor.

A noktasından B noktasına, doğrusal bir düzlemde ilerleyen bir çizgi olarak hayat mı dediniz?

İyi haftalar dileklerimizle.

(Yukarıdaki görsel, Kenneth Noland. Altta, affetme makinesi.)

2 Eylül 2011 Cuma

Öykü!

O gece, iblis yeteneğini almaya geldiğinde, ne karşı koydu, ne de sızlandı. “Doğruya doğru,” dedi ve iblise bir gofretle bir bardak limonata ikram etti. “Harikaydı, görkemliydi, ama zamanım doldu, şimdi sen buradasın ve görevini yapıyorsun. İşini zorlaştırmak niyetinde değilim. Ama senin için sorun yaratmayacaksa, yeteneğimi almadan önce bana son bir öykü yazma fırsatı tanıyabilir misin? Son bir öykü ve tamam. Tadı damağımda kalsın diye.”

İblis gofretin yaldızlı kâğıdına baktı ve gofreti kabul etmekle hata ettiğini anladı. Hep bu iyi tipler uzatırdı işi zaten. İğrenç olanlarla hiçbir zaman sorun yaşamazdı. Kapıyı çalardın, ruhunu çıkarırdın, cırtcırdı açıp yeteneği alırdın ve iş biterdi. Sabaha kadar bağırıp çağırabilirdi adam. İblis sendin. Listeyi kontrol ederek işini görürdün. Ama bu iyi tipler, yumuşak yumuşak konuşup limonata ve gofret ikram edenler – ne denirdi ki onlara?

“Pekâlâ,” dedi iblis iç geçirerek, “son bir öykü. Kısa tut ama, tamam mı? Saat üçe geliyor, bugün iki kişiyi daha ziyaret etmeliyim.”


(Etgar Keret, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü. Çeviren: Avi Pardo. Yeni Keret güzelliği, Buzdolabının Üstündeki Kız, çok yakında...)

1 Eylül 2011 Perşembe

Var

"Kimim ben? Pek yapmadığım bir şey ama bir atasözüne göndermede bulunabilirim: Gerçekten de, her şey, dönüp dolaşıp şuna varır: Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. İtiraf etmeliyim ki bu ifade kafamı karıştırıyor, çünkü bazı varlıklarla aramda düşündüğümden de öte, daha özel, daha az kaçınılabilir, daha etkileyici, allak bullak edici ilişkiler oluşturmaya çalışıyor. Bu ifade söylemek istediğimden de fazlasını söylüyor, ben daha yaşarken bana bir hayalet rolü oynatıyor ve besbelli ki, neysem o olmam için, var olmaktan vazgeçmem gerektiğini ima ediyor."*

"Varolmak, inkâr etmek demektir. Bugün yaşayan ben, dün ben olan şeyin, dünkü benin, tekrar inkârından başka neyim ki? Varolmak, kendini yalanlamaktır."**

(* Nadja, Andre Breton. Çeviren: İsmail Yerguz. Dost Kitabevi Yayınları; ** Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa. Çeviren: Saadet Özen. Can Yayınları. Görsel, Richard Long'un işlerinden biri. John Brandon'ın Sığınak romanı Doğan Hızlan'ın bu hafta seçtiği kitaplar arasında; Milliyet gazetesinin bayram tatili okuma önerileri dosyasında ise Enver Ercan, Woody Allen'ın Eğrisi Doğrusu'nu tavsiye etmiş... İyi tatiller dileriz, ne olursa olsun kitabınız bol olsun!)