30 Ocak 2015 Cuma

N-n-n

Hoşça kal vampir, hoş geldin Western: Nielsen verileriyle Zeitgeist'ı aramak... Kitap kategorileri üzerinden. Bir de yerli olana bakalım: Türkiye'de kitap üretimi. Kişi başına 7 kitap düştü istatistiği, başlı başına tartışmaya açık, o ayrı.

Kitap âşıkları için bir küçük hazine: Kâğıt Ev. Seda Ersavcı'nın çevirisi, Peter Sis'in çizimleriyle, Jaguar'dan. Peter Sis'in bir başka güzelliği için: bkz. Kuşlar Meclisi.

Kral'ı beklerken... Eggers ve Kral için Hologram.

Rusya'nın kitap tanıtım filmleriyle imtihanı.

Sezgin Kaymaz'ın Bakele'sinden (April, Şubat) harika bir öykü: Çızgı.

Haftayı, The Girl Who Ate Books'un, Salinger'ın Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar'ına uygun gördüğü tarifle kapatalım: Tom Collins.

... Ve nihayetinde her şey, Şişman Hanım için.

İyi tatiller.


29 Ocak 2015 Perşembe

Özet değil!

Bir kitabı anlatmak, gördüğünüz bir rüyayı anlatmak gibi biraz, insan, ne söylerse söylesin, rüyası içinde kalır ya hani... Düzenli takipçiler, bu blogun kitaplardan bahsederken soyuta kaçmasına, hele de iş özete gelince hepten yan çizmesine aşinadır. Hafta boyunca adına yaşam da denen çölden, kimi zaman serap kisvesine giren yanılgıların kaçınılmazlığından ve var olmanın, bugün bu dünyada ne denli maddi parametrelerce betimlendiğinden dem vurduysam da şimdi, özet zihniyetine direnerek az çok somut konuşma zamanı:

Kral için Hologram, Dave Eggers’ın olgunluk romanı. Orta yaşlı sayılacağı günleri geride bırakmış, değişen dünyanın ekonomik manzarasında kendine yer edinmeyi başaramamış, kafası karışık bir adamın, Alan Clay’in hikâyesi. Clay'in dünyanın bir ucundan diğerine, Boston’dan Suudi Arabistan’a gelir ve kralın kendi adını taşıyan kentte her an bulunabilmesini sağlayacak bir hologram teknolojisi satmakla görevli olduğu Kral Abdullah’ı beklemeye başlayışının hikâyesi... Kral için Hologram, hayallerinden başka sermayesi olmayan ve beklemekten bıkıp usanmayan bir adamın kurtlar sofrasında yer edinme uğraşının, paranın gücüne tapılan bir dünyada kendi yolunu arayışının romanı.

Bugüne, bu çağa ait bir roman bu, dünya sancısına küresel kapitalizmin kısır iklimi üzerinden bakan ve kahramanını Arabistan çöllerindeki ıssızlıktan yasaklar karşısında körüklenen hedonist partilere, otel odalarının karanlık köşelerinde kendini deşmeye, köylerde kurt avına sürükleyen ve nihayetinde, asla gelmeyecek bir şeyleri beklemekten başka bir şey yapamayacağı bir noktada bırakan - dünyanın bir köşesinde, parasız pulsuz, umutsuz ve debelenir halde. Eggers'ın en gerçekçi romanı.

Matbaadan geldiği gün, romanda bahis konusu edilen kralın ölmesi, ardından ilan edilen yas, vesaireyi düşününce acı acı gülümsüyor insan... 'Kral öldü, yaşasın halk' çığlıkları dahi atılamayan, kralların, para babalarının, iktidara geçip bağır bağır bağıranların ortalıkta cirit attığı sözde uygar bir çağda, ironi tek dayanak belki de.


28 Ocak 2015 Çarşamba

Serap



SerapAtmosferde ışık ışınlarının kırılmasından doğan ve çöllerde kolaylıkla gözlemi yapılabilen optik yanılma, uzaktaki bir cisme bakarken sanki bir su yüzeyinden yansıyormuş gibi cisimle birlikte ters görüntünün oluşumu, ılgım, yalgın, pusarık. (TDK Güncel Sözlük.)

TDK pek teknik bir tanım vermiş ya, çölde görülen rüyadır serap ve en hayati eksikliği, suyu da yanında getirir. İlerledikçe uzaklaşır, hiçliğe iyiden iyiye savrulmayı kolaylaştırır. Çölün ironisi, hatta, peşine takılıp gitmeye niyetlenen için zokasıdır. Göz, illa ki yanılır, çölde olmaya hacet yok aslında; yanılgı, yaşamda esastır. 

Kral için Hologram, yanılgılarından ders almamış, kendi seraplarını kovalayan bir adamı konu alıyor. Adam Clay'in Cidde'de başlayan öyküsü, ABD kapitalizminin dinamosu sayılacak Amerikan rüyasının yıkımını, paraya endeksli düşlerin çöküşünü anlatıyor. Gerisi mi? Gerisi neyin gerçek, neyin düş olduğuna bağlı elbette, her zaman olduğu gibi.

Hologram teknolojisi işe yarayabilir belki de?

27 Ocak 2015 Salı

Yara




"Yara izleri yaşamın en somut kanıtı değil miydi? Hayatta hiçbir şeyden kurtulup sağ kalmadıysak, böylece yaşadığımızdan emin olmadıysak kendi kendimizi yaralayabilirdik, öyle değil mi?" 

(Kral için Hologram, Dave Eggers. Çeviren: Defne Orhun. Şimdi, tüm kitapçılarda.)

26 Ocak 2015 Pazartesi

Bekleyiş




... oysa tek istediğim, dışarı çıkıp bir an evvel kim olduğumu dünyaya haykırmaktı.*

Bazı şeyler, doğaları itibariyle birbiriyle çelişir ve yaşam, hele de gündeş zamanlarda yaşam, çokça çelişkiden ibarettir. İster çelişkili ister tutarlı olsun, zaman çabucak geçiverir. Mana arayanın, kovasını nehrin derinlerine daldırması ve boş olarak çıkarması hiç de şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla aramaktansa unutmak, düşünmektense icraata girişmek, sonu sıfıra varan bir denklem olan hayatı geçirmek için ideal kabul edilir. Sabah saatlerinde mesaiye giden insanların doldurduğu yollara, otobüslere, trenlere aşinaysanız eğer, oyunun kurallarını öğrenmişsinizdir. Yaşayanlar için para, yaşamı sürdürmek için esastır ya, son durağın ölüm olduğu ve ölülerin beş para etmediği de bilinir.

Dave Eggers, Kral için Hologram'da arayacak bir şeyi kalmamış bir adamın çölün orta yerinde kablosuz bağlantının sinyalini bekleyişini anlatıyor. Bir şeyleri bekleyişini... Banka hesabındaki paranın toplam bakiyesince şekillenen hayat manzarasını dönüştürmek, maddi gereklerin toplamına indirgenmiş hayatını dönüştürmek için bekleyişini. Esasında, hayat geçsin diye bekleyişini belki ya da bir mucize olsun diye bekleyişini. Herkesin bir şeyleri beklediği dünyada, Kral'ın gelip onun yaşantısını değiştirmesini bekleyişini. Onu Amerika'dan Arabistan'a getiren yolculuğun sonunda, gayretlerinin dolgun bir ücretle ödüllendirilerek icraatlarını anlamlı saymak için bekleyişini. Manaya bakmadan dönen para çarkının, mantık da gözetmediğini söylemeye gerek var mı ki?

Velhasıl hepimiz, kendi yaşantımızın çöllerinde bir şeyleri beklemekteyiz şimdi. Hiçliğin orta yerinde yalnız (...) Hava çığlıklarımızla dolu ve bir ayağımız mezarda.**

(*Satıcının Ölümü, Arthur Miller. ** Godot'yu Beklerken, Samuel Beckett.)

23 Ocak 2015 Cuma

N-n-n

Yazarlardan, yazının on, tek ya da var olmayan kurallarından, olmazsa olmaz tıkanmadan bahsettikten sonra atlamak mümkün değil: Yazarlar ve kariyerleri, infografik.

Google aramaları ışığında yaşadıklarına dair güçlü inançlar beslenen kurmaca kahramanlar: Harry Potter gerçek mi? 

Harika bir hizmet, baş döndürücü bir çalışma: David Bowie'nin saç modelleri, gif. Üzerine: Daktilodan çıkan portreler.

Kitap: My Years in the 1980s New York Art Scene. Seksenlerde New York üzerinden kültür sanat magazini, fakat fotoğraflar şahane.

Fotoğraf demişken ve hazır Finding Vivian Maier, Akademi ödüllerine aday gösterilmişken: O resimdeki benim! Serbest çağrışım bağlam tanımaz: Gizli Yüz.

Bir tuhaf duyuru: Woody Allen, Amazon işbirliği... Televizyon için! Üzerine, Allen'ın sevdiği filmlerin listesi.

!f için geri sayım başladı - öyleyse teaser niyetine: Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar. Bu yıl görüp izleyeceklerimiz: Inherent Vice'dan, Çılgın Kalabalıktan Uzakta'ya... Dave Eggers'ın bu hafta sonu raflara inecek romanı Kral için Hologram'ın Tom Tykwer elinden çıkma uyarlaması da, yılın edebiyatla ilişkili filmleri arasında! 

Kapanış, Belle and Sebastian ile: Nobody's Empire.

İyi tatiller.

22 Ocak 2015 Perşembe

Tıkanma

Yazar, nasıl yazar? Yeni çağın, özetlere ve kısa yollara düşkün kültürümüzün bir tezahürü olsa gerek, siz de rastlamışsınızdır, yazmanın sayısız kuralını listelemeyen, nasıl yazılır başlıklı maddeler kaleme almayan yazar kalmadı neredeyse. Bazısı birer hazine niteliğindeki bu listelerin kimlere, hangi hususta yol gösterdiği tartışmaya açık, fakat yazmanın doğasına dair diyalog mecrasını bir nebze genişlettikleri söylenebilir. W. Somerset Maugham’ın, “Yazmanın üç kuralı var; ne yazık ki kimse ne olduklarını bilmiyor,” beyanatından Hemingway’in, “tek yapmanız gereken, daktilonun başına geçip kan dökmeye başlamak” açıklamasına varana değin yazarların nasıl yazılacağına dair düsturları, bu edimin tekniklerinden ziyade görüş bildirenlerin dünyaya bakışına dair ipuçları sağlamaları açısından ilgi çekici. Yazmanın kuralları hakkındaki listelerin, çağın sıklıkla anılan bir diğer illetine, Boş Sayfa Sendromu ya da Yazar Tıkanıklığı diye adlandırılan yazamama haline derman olduklarını sanmasam da, bütün bu kuralların, tavsiyelerin, ritüel ve tekniklerin, yazı kültürüne dair arşivi genişlettikleri su götürmez. Kurallar, ister mizahi bir dille kaleme alınmış ve yazma eylemiyle dalga geçer nitelikte, ister bütün ciddiyetleriyle kalp, beyin, klavye arasındaki o dolambaçlı rotayı yol işaretleriyle bezemeye niyetli olsunlar, boş sayfa karşısında kalakalmanın dehşetini esas alıyor. O dehşet ki, tecrübe edilme ve paylaşılma biçimleriyle, içinde yaşadığımız çağın dayattığı kimi kati ilkelerle de perçinleniyor: verimlilik, devamlılık, üretkenlik.

Yazarın tıkanma, yazamama kabusuna dair düşülmüş en eski notlardan biri, Samuel Taylor Coleridge’in günlüklerinde yer alıyor; Coleridge, 1804 yılında, otuz ikinci doğum gününü kutladıktan sonra şöyle yazmış: “Bir yılın tamamı, ancak bir aya denk üretim ile geçti – Ah, keder, utanç... Hiçbir şey yapmadım!”[i] Verimlilik dayatmasının kişisel ve çevresel itkilerden kaynaklandığına yorabileceğimiz, zamanın bugünküne kıyasla henüz dört nala akmadığı, Boş Sayfa Sendromu ya da tıkanma gibi terimlerin icat edilmemiş olduğu bir çağda kaleme alınmış olsalar da, bugün, bizlere hiç de yabancı sayılmayacak bir ruh halinin dışavurumu bu satırlar... 

Yazarın salt toplumsal ve kişisel itkilerle değil, endüstriyel birtakım yükümlülüklerle de ezildiği bu günlerdeyse, boş sayfanın ağırlığı ile doğru orantılı olarak artan yazarın çilesi, her zamankinden farklı boyutlar içeriyor.

(...)




[i] The New Yorker, “Blocked.”

(Boş sayfayla baş etmenin on kuralını yazdım desem de inanmayın, zira yazmadım. Devamı, Istanbul Art News Edebiyat'ın Ocak sayısında; Stephen King'den Jonathan Safran Foer'e, boş sayfa ile mücadelede atılacak tüm adımlar (tek adım?)...)

21 Ocak 2015 Çarşamba

Hayal

Bu makaleyi gazetenin merkezinde değil, arka bahçemdeki kulübede kaleme alıyorum. Kulübenin penceresine bir çarşaf örttüm çünkü sabah güneşi camlardan içeri dolarak gözlerimi kör ediyor. Ben de gri bir çarşafa bakıyorum bu yüzden; çarşaf iki noktasından duvara çivili ve ortası kocaman, gri bir gülümsemeyi çağrıştırarak aşağı sarkıyor. Leş gibi bu çarşaf üstelik. Kulübe de leş gibi. Buraya bir hafta boyunca uğramasam ormandaki hayvanlar gelip yuvalanır. Ve onlar da, ilkin ortalığı toparlar.

İşte, günde yedi-sekiz saatimi burada geçiriyorum. Günde yedi veya sekiz saat boyunca yazmaya çalışıyorum. Bu zamanın çoğunda öylece duruyorum - yani yazma pozisyonunda oturup ekrana bakıyorum. Ortalama olarak bir saati buluyor yazdığım asıl süre. Berbat, akıl almaz bir ortalama bu.

Bu hayat, bir zamanlar benim -ve başkalarının- hayalini kurduğu yazarlık yaşamıyla bağdaşmıyor. Nedense daha hareketli olacağını düşünürüz. At sırtındaymış gibi... Deve sırtında belki? Üstü açık arabalar, rüzgârın delice estiği tepeler, deniz fenerleri hayal ederiz. Bunca saatin oturmakla geçeceğini düşünmeyiz - ya da ben düşünmezdim. Naif görünmek pahasına da olsa, diyelim kayak yaparken yazı yazabileceğimi hayal ettiğimi söylemeliyim. Ama yine de... Bu işin doğasındaki yerleşik durum/hareketsizlikten her gün rahatsız oluyorum. Şu anda bundan rahatsızım. 

(Dave Eggers, Washington Post'un 'Nasıl Yazıyorlar?' serisi kapsamında kaleme aldığı makalede, önce yazarların yazarlık tavsiyesi vermeleri hadisesine saydırıyor, sonra yazarken masa başında oturarak geçen zamandan dem vuruyor. On maddelik listeler kadar pratik değil belki ama gerçekçi, fazlasıyla gerçekçi... Rahatsızlıklarıyla yaşayan tüm ruhlar için geliyor: Eggers'ın Kral için Hologram'ı, çok yakında kitapçılarda.)

20 Ocak 2015 Salı

Büyümek

Geçen hafta hem Vatan Kitap hem de Radikal, Küçük Prens'in telifinin serbest kalması üzerine bayram eden insanlığın bu literatüre yaptıkları eski/yeni katkıları derleyen yazılar yayımladı. Söylenmiş olanı tekrar etmektense bağlantıları sunmayı tercih ederim, kendi Küçük Prens'inize nasıl sahip çıkacağınız, sizin bileceğiniz iş elbette. Artık mandalina kokulu edisyonu mu, Ahmet Muhip Dıranas çevirisini mi, Cemal Süreya/Tomris Uyar dokunuşunu mu, Selim İleri çevirisini mi, Mirgün Cabas'ın seslendirdiği sesli edisyonu mu yoksa bambaşka birini mi tercih edeceğinize siz karar vereceksiniz. Tüketim, bu çağda, tercihler üzerinden gelişiyorsa eğer, tercihler çeşitli.

Diktatör meselesine gelince, Radikal Kitap'taki yazısında Kafaoğlu-Büke, çevirmen tercihlerinin kimilerini sıralamış: "... dediği dedik bir Türk önderi/ sınırsız yetkili bir Türk başkanı/ bir Türk diktatör/ dediği dedik bir Türk lider/ bir Türk lider/ büyük bir önder..." Bu husustaki hayli ilginç çeviri meseleleri için sizi buraya alalım.

Ot'un Ocak sayısıyla beraber bir 2015 takvimi geliyor ve takvimde Küçük Prens ak sakallı bir kral olarak, uzayda bir yıldızın yüzeyinde dururken resmediliyor... Konuşma balonunda şöyle yazıyor sadece: Büyüdüm ben.

Zamanımızın kahramanı olarak Küçük Prens, şimdi kitapçılarda.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Rahat!

Geçtiğimiz haftalarda, Massachusetts'in Lowell kasabasındaki bir binanın yıkımına karşı koymak için tezgâhlanan masum bir oyundan bahsetmiş, söz konusu bina hakkında yayılan söylentilerin yarattığı kamuoyu sayesinde yıkımın engellendiğini belirtmiştim. Bu hafta benzer bir hadiseyle ilgili epey kıyamet koptu, fakat olay farklı cereyan etti: Ray Bradbury'nin 2012'de hayat veda edene değin yaşadığı ev, ünlü bir mimar tarafından satın alındı ve evin müzeye dönüştürülmesi yönünde temenniler dile getirildiği sırada yıkımı gerçekleşti.

Bradbury'nin yazarlık hayatının ileri yıllarında yaşadığı ev, 1937 yılında inşa edilmişti. Özel mülk olmasından dolayı ne satışı ne de yıkımı engelleyecek herhangi bir kısıtlama söz konusu değildi, fakat süreç dahilinde yayılan haberlerin yansıttığı kafa karışıklığı, bana sorarsanız, evin akıbetinden daha enteresandı. Tartışmacılar ağırlıklı olarak ikiye ayrılıyordu; pragmatist bir grup yazarın esas mirasının kitapları olduğunu, yazarların bir zamanlar yaşadıkları evlerin ayakta tutulması temennisinin anlam taşımadığını belirtirken diğer grup romantik bir nostalji ısrarıyla evin değerinin içinde yaşamış olan yazarla katlandığını ve dolayısıyla herhangi bir mülk gibi yıkılmasındansa yazarı onurlandıracak bir müze, vs. olarak değerlendirilmesi gerektiğini iddia ediyordu. Bunların dışında dünyaya her nedense acar bir müteahhitin gözlüğü ardından bakan kimileri, yeni mülk sahibinin bu devirde elbette ki 'sadece üç yatak odası' olan bir evi yıktırıp yeniden yaptırması gerektiğini söylerken kimi aklı evveller, Bradbury'ye gönderme yaparak espriler savuruyordu, mesele şöyle şeyler: "Önce Ray Bradbury evleri için geldiler, sesimi çıkarmadım çünkü Ray Bradbury evi değildim."

Kopan kuru gürültünün, evin akıbetinde etkin olması için artık çok geç, olan olmuş zaten. Ama yazarın geride bıraktıklarının sadece eserleri, okurları ve yaşam alanından ibaret olmadığı, dünyayı da ardında bırakmış olduğu düşünülürse, yıkımın sonrasında karşımıza çıkan gerçekten enteresan bir manzara. Yorumları okurken, tamamen farklı bir bağlamda olsa da Emek sinemasının yıkımı gündeme geldiğinde "Yıkılsın, zaten koltukları gıcırdıyordu," minvalinde beyanlarda bulunarak avuçlarını ovuşturan işgüzarları anımsamadan ya da Kaymakçı Pando'nun kapanışını milli bir felaket veya aksine, bir intikam/sevinç vesilesi olarak değerlendirenleri düşünmemek elde değil - bir yazarın mirasçılarına bıraktığı özel mülkün akıbetiyle bir semtin dokusuna müdahale arasında farklar mevcut elbette, her şeyi birbirine karıştırmanın alemi yok, fakat bahis konusu tartışmada -hatta, belki belki, şu içinde yaşadığımız meşum çağda- her şeyin birbirine karıştığı gayet açık. Her problemin çözümü basit olamaz nihayetinde; bu da, zamanımızın illetlerinden olsa gerek, müzmin, devası olmayan bir kafa karışıklığı, her şeye eşlik eden iflah olmaz bir parazit, bitimsiz kuru gürültü... Her şeyi karıştırmaya kadir ve her yeri sarmış vaziyette, dikkatli olmak gerek.

İşin bir diğer enteresan tarafı, konuyla ilgili haberlerde görüşüne yer verilmeyen başrol oyuncularından birinin, evi satın alıp yıktıran mimar (architect olarak değil starchitect diye geçiyor, dikkatinizi çekerim, bir tür megastar) Thom Payne'in görüşüne, basın organlarında değil de yalnızca Melville House'un blogunda yer verilmesi sanıyorum. Blog yazarı, çıkan haberleri gördükten sonra mimara mesaj atarak konuyla ilgili açıklama istediğini belirtmiş ve Payne'in, evi yıktırsa da sokaktan görülebilecek bir noktaya Bradbury için andaç niteliği taşıyacak bir duvar yaptıracağını öğrenmiş. Yazıya göre Payne'in yaptıracağı yeni yapının diğer hiçbir unsuru, sokaktan görülmeyecekmiş. (Yeraltı mahzeni yaptırmıyorsa lakabını hakkeden süperstar bir mimar söz konusu olabilir, bilemiyorum. Yazıda evimiz 'sıradan bir ev değil, doğayla dost bir bahçe olacak' da demiş ve ne demek istediğini anlamak gerçekten mümkün değil.) Kendini bir Bradbury hayranı olarak niteleyen mimar, söze şöyle devam etmiş: "Onunla konuşabilmek gerçekten hoş olurdu. Dünya görüşümüze dayanarak güçlü bir bağ kuracağımızı hissediyorum - çağdaş olmanın ne anlama geldiği hususunda. Neye yarar bilmiyorum ama benim içim rahat."

Ne diyorduk, bu devirde, hangi cephede yer alırsanız alın fark etmez, yeter ki içiniz rahat olsun.

İyi haftalar.








9 Ocak 2015 Cuma

N-n-n

Charlie Hebdo'ya destek karikatürleri... Mizahçılardan Charlie Hebdo saldırısına tepki... Charlie Hebdo'dan yayına devam kararı... Salman Rüşdi'nin Charlie Hebdo saldırısına yönelik beyanatı... Charlie Hebdo'nun saldırıdan önceki son kapağı ve Houllebecq...

Son söz: "Tabii ki yazıp çizmeye devam edeceğiz."

Alberto Manguel, İstanbul'daydı. "Gücü ele geçiren herkes sansüre yeltenir."

Murakami dertlerimizi dinlemek istiyormuş... Bizde dert çok da, neden Murakami'yle dertleşmemiz gerekiyor, onu tam anlamadım.

!f İstanbul, Tim Burton ile açılıyor. Bir korku filmi, bir aşk hikayesi, bir komedi ve ilişkilere dair bir film... Burton demişken, serbest çağrışım: En güzel Miyazaki animeleri. Dünya ağrısından mustarip bünyelere blog yazarının kişisel önerisi: Ruhların Kaçışı.

Ömer Türkeş söyleşisi: "Başka bir hayatın yeşereceği yerde kitaplara ihtiyaç duyarız. Çünkü şu sürdürdüğümüz hayatı kavratan, başka insanların çektiği acıları hissetmemizi sağlayan pek çok hakikat ve hikâye barındırır kitaplar." Türkeş, söyleşide 2014'ün en önemli romanlarını anarken Colson Whitehead'in Bölge Bir'inden de bahsetmiş.

Bu haftanın kasvetli notlarına, nostaljik bir nokta koyalım: 1970'lerde İstanbul.

Bir de hatırlatma: Koltukname, üçüncü doğumgünü şerefine düzenlediği çekilişle okurlarına kitap hediye ediyor; pazartesi gününe değin katılmanız mümkün. Buradan. 

Mücadeleye devam.



8 Ocak 2015 Perşembe

Tavır


Yirmi yıl önce yazmaya başladığımda, Afrikalı-Amerikalı yazar kategorisinde yer aldığımı düşünmemiştim. Siz yazdığınızı yazıp ona kafa yorarken bir bakıyorsunuz ki diğerleri, eleştirmenler ve değerlendirmeleri kaleme alanlar, bu tanımı kullanmaya meylediyor... Bu aralar kategorize edilmekten, yaftalanıp ayrı bir köşeye iliştirilmekten kaçınmaya çalışıyorum. Kendimi siyahi bir yazar olarak mı, yoksa öncelikle yazar, sonra Afrikalı-Amerikalı kimliği taşıyan biri gibi mi gördüğümü sorduklarında bunun ya aptalca bir soru ya da öncelikle bir soru, sonra aptalca olduğunu söylüyorum. Afrikalı-Amerikalı bir yazarım ben; tembel bir yazarım, The Wire izlemeyi seven bir yazarım, bonfile yemeğe bayılan bir yazarım.

(Bölge Bir'de de bu hususta okurunu ters köşeye yatıran Colson Whitehead, Guernica söyleşisinde yaftalara isyan ediyor. Görselde, Asmalı Mescit'in en asi canları, konuyla tek alakaları, tavırları.)

7 Ocak 2015 Çarşamba

Virgül

Söz uçar, yazı kalır derler, doğrudur... Her yazılan doğru mudur, orası meçhul.

Geçtiğimiz yıl, Facebook'ta yer alan bir plaketin görseli, tuhaf bir tartışmanın başlayıp ardından tatlıya bağlanmasına vesile olmuş. Plaket, Massachusetts'in Lowell kasabasında yer alan Mill No: 5 adlı binanın içinde yer alıyor ve Lowell doğumlu Jack Kerouac'ın tam da orada, o noktada, bolca içki içilen bir gecenin sonunda William S. Burroughs ile virgül konulu bir tartışmaya girerek karakolluk olduğunu, Burroughs'un ise karakolda tutulan zabıtta yer alan virgülü düzelttikten sonra sızdığını belirtiyormuş. Hikaye binden fazla beğeni almış; o kadar iyiymiş ki, gerçek olup olmadığı tartışılmaya başlanmış.

Konuyla ilgili ayrıntıları Atlantic'te okudum; Virgül olsa neyse, herhangi bir virgül değil, İngilizcede 'Oxford comma' olarak geçen ve kullanımına dair farklı temayüllerin bulunduğu, spesifik virgül söz konusuydu... Virgül uğruna yumruklaşmakta, hatta karakola düşmekte, hele de buna girişenlerden biri Jack Kerouac, diğeri de William S. Burroughs ise, içerdiği şiddet bir yana cazip bir taraf vardı gerçekten - ancak noktalama işaretleriyle haşır neşir olanların bilebileceği, bir virgülle bir cümlenin dirileceğine ve elbette ki cümlelerin kudretine gönülden inananların anlayacağı türden... Plaket, söz konusu olayın Kerouac'ın Doctor Sax adlı metninde de geçtiğini belirtiyor, kaynak da gösteriyormuş.

İşin aslı, olaya ilgi duyup deşenlerin yardımıyla ortaya çıkmış: Böyle bir kavga edilmemiş olduğu gibi, Doctor Sax'de de böyle bir bahis yer almıyordu; ancak yıkım tehlikesiyle karşı karşıya olan binayı kurtarmak isteyen girişmciler, bu ve benzeri plaketlerle farkındalık yaratmayı amaçlamış, bu uyduruk hikayeyi en çok ilgi göreceği mecralardan birinde yayarak biraz eğlenmeyi, biraz da ilgi çekmeyi ummuştu. Oxford virgülünün, hikayeyi daha da inanılır kılacak bir ayrıntı olmakla beraber, bir kavgaya vesile olmaya en uygun noktalama işareti olduğunu söylemişler. Hikayeyi yayanlar, Doctor Sax'in bilinen ancak pek okunmayan bir metin olduğunu, bu yüzden kaynak olarak onu seçtiklerini belirtmiş.

Gerçekte, Burroughs asla Lowell'e ayak basmamış, Kerouac ise, giriştiği pek çok kavga bir yana, yumruklarını noktalama işaretleri lehine hiç konuşturmamıştı.

Mill No: 5 olayının arkasındakiler, yalanı devam ettirmeyip niyetlerini ortaya koyunca işler tatlıya bağlanmış anladığım kadarıyla... Bize kalan, bir virgül için karakola düşmekten çekinmeyecek iki cengaver yazarın hoş hayali olsun.

Oxford Comma demişken, Vampire Weekend'le bitirelim.

İmla aşkına!

6 Ocak 2015 Salı

Fayda


Tüm yazın hayatım boyunca bana kısa öykü yazmayı bırakmam, onun yerine romanlar kaleme almam söylendi durdu - temsilcim, İsrailli yayıncım, yabancı yayıncılarım, muhasebecim... Hepsi de yanlış yolda olduğumu düşünüyordu. Ama bana sorarsanız sanat söz konusuyken pragmatik kararlar almak başlı başına bir çelişki ortaya koyuyor. Elime ilk defa kalem kağıt alıp bir öykü yazmamın herhangi bir pragmatik tarafı yoktu ki. Bulaşıkları yıkamanın ya da musluk tamiri yapmanın aksine, karakterler, ortamlar ve olay örgüleri yaratmanın faydacı ya da akılcı olduğu söylenemez. Yazılması gereken neyse bana samimi gelecek, doğru gelecek şekilde yazıyorum ben... Nihayetinde öyküler çıkıyorsa ortaya, o zaman onlara inanmaktan, birilerinin bunlara ilgi duyabileceğini ve bu öykülerin, belki de bu kişilerin yaşamına dokunabileceğini düşünmekten başka bir şey yapamam.

(Etgar Keret. Rain Taxi söyleşisi.)

5 Ocak 2015 Pazartesi

Şimdi

"Zaman da bir boyuttur. Zamanı mekandan ayıramazsın. (...) Öyle zaman akışının dışında kalan, hiç değişmeden duran nesneler falan yoktur."*

Bir yılı devirmiş, yeni senenin ilk blog yazısını yazmaktayken, gönül isterdi ki derli toplu bir özet geçeyim, geçen sene edebiyatta neler oldu, neler bitti bir bir sayayım da manzarayı betimlemenin rahatlığıyla bu defteri kapatayım, fakat hayır, burası, böylesi hesaplı, standart özetlerin mecrası değil, sevgili blog okuru. Özetleri özet uzmanlarına bırakıp yeni sayfalar açmak, olan-bitene değil de şimdinin dinamiğine bakmak, en azından bugün, bu kış gününün huzur veren karanlığında daha doğru, daha samimi. 

Birkaç yıl önceydi; Matt Richardson adlı mucidin Tanımlayıcı Kamera adlı buluşu, sene sonlarına has Yılın Tasarımları listelerinin çoğuna kuruluverdi. Kamera, adından da tahmin edeceğiniz gibi, fotoğrafını çektiği şeyin tasvirini bir kağıt üzerine yazdıran, yani elinize bir fotoğraf değil de bir metin veren bir düzenek sağlamıştı. Kameradan edinilen metin, fotoğrafta neyin yer aldığını belirtmekle kalmıyor, görüntünün niteliklerini de belirtiyordu. Puslu, karanlık, grenli, vs. Şimdi, Richardson’ın kamerasından ilhamla içinde yaşadığımız  zamanlarda edebiyat manzarasını tasvire yeltenmektense raflara uzanmak, listelere biat etmektense kitapları bir bir, kendi özgün alanlarında değerlendirmek, sene sonunun liste iştahının yeni yeni dindiği bu günlerde sanıyorum daha anlamlı.

Geçtiğimiz yılın son günlerinde, sene sonunda çıktığı için hiçbir listede rastlamadığım bir kitap yayımlandı: Richard McGuire imzasıyla yayımlanan “Here” adlı çizgi roman, tek bir düzleme, McGuire’ın büyüdüğü evin salonuna odaklanıyor; zaman içinde o noktayı işgal etmiş faunadan hayvanlara, dinozorlardan aile dostlarına varan bir yelpaze dahilinde zaman içinde evrenin bir köşesini resmediyor. Doğrusal bir anlatı gütmeyen, zamana dayalı tasvirleriyle kolaj formatını benimseyen kitap, âna dair olanı tüm uçuculuğu ile sayfalara kazıyor, tek bir odanın koordinatlarıyla sabit bir zaman makinesi gibi işliyor. McGuire, kitap sayfalarında yarattığı evreni, önümüzdeki yıllarda sanal gerçeklik platformuna taşıma hayalleri kurduğunu söylemiş, ki kitabın uyandırdığı ilgiye bakılırsa bu hayalin gerçeğe dönüşmesi yakındır. Tamamen farklı konseptler olsa da, sanal ortama uyarlanacak kitaplar söz konusu olduğunda Sony'nin Wonderbook'unu düşünmeden edemiyorum; BAFTA'dan oyun dalında inovasyon ödülü de kapan bu düzeneğin, “bildiğimiz arayüzlerin en eskisi olan kitaptan” yola çıktığı ve “tek bir kitabın içindeki binlerce hikayenin canlanmasını” sağladığı söylenmiş, “okuma deneyiminde yeni bir adım” atıldığı belirtilmişti... Sizi bilmem ama ben, kitabımı "oynatmaktansa," ekranda yahut kağıt üzerinde okumayı tercih edenlerdenim - gerçi söz konusu iki farklı deneyimin ne denli paralel olduğu, Wonderbook'un kitap okuma tecrübesi kapsamında mı, yoksa bilgisayar oyunu klasmanında mı değerlendirilmesi gerektiği ayrıca tartışmaya açık. Su götürmez olan yegane şey, ilerleyen zamanla, değişen/dönüşen/gelişen tercihlerimiz doğrultusunda manzaranın bizler tarafından şekillendirileceği, akislerimizin baktığımız noktaya düşeceği. 

Geçen yıl burada Margaret Atwood ile birlikte gerçekleştirdiği Gelecek Kütüphanesi adlı projeden bahsettiğim Katie Paterson'ın Dünya-Ay-Dünya adlı işi, bu yazının fonu olsun da denge sağlayalım: Paterson, Beethoven'in Ayışığı Sonatı'nı mors alfabesine uyarlayarak radyo dalgalarıyla Ay'a yollamış, Ay'dan yansıyan dalgaların ise, kendi kendine çalan bir piyano düzeneğinde dinlenmesini sağlamış; öyle ki, geriye yansıyan "müzikte" katedilen mesafenin yarattığı boşluklar, atlamalar vs. saptanmış... Şairane bir yanı var bu tecrübenin, Sony'nin 'arayüz' beyanatına sığamayacak denli şairane. Katedilen mesafe, deneyimi de şekillendiriyor, orası kesin.

Velhasıl, önümüzdekileri ancak yaşayıp göreceğiz, özetlerden çıkarım yapmak beyhude.

McGuire'ın Guardian söyleşisinde sarf ettiği cümleyle kapatalım:

“Gerçekten var olan tek şey mevcut: “şu an."


(Alıntı: Margaret Atwood, Kedi Gözü.)