31 Aralık 2015 Perşembe
30 Aralık 2015 Çarşamba
Özet
Bir yılın son
günlerinde dönüp geriye bakmak, karmakarışık bir yumağa dönmüş bir şeyin
ucundaki ipliği tutup geriye doğru yürümeye çalışmak; hayat, 2015’te, her
zamanki gibi yanılsamalarla doluydu yine, öyleyse zaman labirentinin
duvarlarına tutuna tutuna geriye doğru ilerlemenin bir mahzuru olmasa gerek; nasılsa
feraha çıkacağımız yok, bir seneyi kısacık bir yazıya sığdıracak da değiliz. Bu
özet, tüm özetler ya da tüm listeler gibi öznel bir bakış açısı sunabilir
sadece, o kadar.
Öncelikle şunu
söylemiş bulunalım: 2015, edebiyat açısından pek parlak bir yıl değildi. (Hangi
açıdan parlak bir yıldı, o da ayrıca tartışmaya açık.) Bu değerlendirmenin kime,
neye göre olduğu tartışılabilir elbette; ya da parlak bir yıl diye tanımlanacak
zaman diliminin ne gibi ölçütlerce bu yaftayı kazandığı irdelenebilir – o halde
bu yıl çıkış yapan yazarların (yeni edebiyatın) getirebildiği sesi ve
halihazırda çağdaş kanon içinde yerleşik isimlerin yeni metinleriyle kat
ettikleri mesafeyi önceki yıllarla kıyaslayarak kişisel bir değerlendirme yaptığımı belirteyim. Eh, yılın furyasına tekabül eden
boyama kitaplarının sektördeki en önemli gelişme olduğu bir seneden
bahsediyoruz sonuçta, fazla söze gerek yok aslında. Boyama kitapları -ki
yetişkinlere yönelik olanları, altmışlı yıllardan beri üretilmekte ve satışa
sunulmaktaydı- bu yıl global anlamda ağırlıklarını ortaya koydu ve milyonları
aşan satışlarla dünyanın dört bir yanında yetişkinlere, ilkokul öncesi günlerine dönme ve çizgilerden taşırmadan boyama “yapma” fırsatını sundu. Bunlar,
endüstrinin akıl sır ermez eğilimleri sayesinde hobi kitapları kategorisinde
değil, kitap kategorisinde değerlendirilip listelerin başına da kuruluverince
2015 tarihe boyama kitaplarının yılı olarak geçti. Vampirler, melekler ve
erotikadan sonra kitleler, henüz çizgi çizmekte zorlandıkları yıllarda haşır
neşir oldukları bir formata geri dönüş yapmıştı ve matbu kitabın öldüğünü, onun
yerini elektronik formların alacağını çoktan ilan etmiş olanların önceki
yıllardaki kehanetleri adeta boşa çıkmıştı: Matbu format, dijitale boyun eğmemişti. Öte yandan okunmasalar da ciltlenmiş kağıt mamulleri olmaları
dolayısıyla kitap adını taşıyan bu tüketim nesneleri, yılın temel yanılsamasına
zemin hazırlamıştı: Okunmayan kitaplar ve okur değil de müşteri diye
betimlenecek kitleler, “okunan” kitapların, “okuyan” kitlelerin
yanına dikilmişti. Analistler, okurun artık sadece yazarın rehberliğinde çıkacağı
bir yolculuk peşinde değil, interaktif olarak müdahil olabileceği bir tecrübe
arayışında olduğunu iddia etmekteydi. Özetle, onların gözünde yeni “okur,” okumaktansa,
“yapmak” derdindeydi.
Boyama kitapları,
önümüzdeki yıl da saltanatlarını sürdürecek gibi görünüyor, ama arkalarından ne
geleceği, nasıl girişimlerin önünün açılacağı henüz meçhul – Taht Oyunları’ndan Star Wars’a,
Candy Crush’tan Harry Potter’a daha boyanacak pek çok satış garantili “düş,” bunların popülaritesinden
yola çıkarak kitleler için hazırlanacak pek çok farklı, interaktif deneyim var.
Bu noktada naçizane önerim, eğer çoktan yapılmadıysa tabii, kazı-kazan formatlı
kitaplar: Ancak kazınarak okunabilecek bu kitaplar, sadece kişiye özgü eşsiz bir
deneyim sunacak, metinle kavuşma olayını tırnakla
kazıyarak hak etmeyi mümkün kılacak – girişimciler çoktan projelendirmiştir bile,
bize düşen, dalgasını geçmek olsun. (Buraya bir emoji yerleştirecek olsam,
kuşkusuz Oxford’a göre Yılın Kelimesi, -hiç sevmediğim- gülerken gözlerinden
yaş gelen surat emojisi uygun olurdu.)
Boyama
kitaplarıyla boy ölçüşemese de, bir başka eğilim daha göze çarpıyor bu yıla
dönüp baktığımızda: Geçmişe dönüş. Dünyanın siyasi atmosferinin gergin,
kültürel üretimin birtakım sektörel yönlendirmeler doğrultusunda satış
“garantisi” olana yönelik ilerleyişinin de payı vardı kuşkusuz: 2015, ticaride
serilerin devam kitapları, edebide ise kıyıda köşede kalmış klasiklerin gündeme
oturduğu bir yıldı. Stieg Larson’un İskandinav polisiyesi furyasını başlatmış
olan Milenyum Serisi bir başka yazar, David Lagercrantz tarafından devam ettirildi; Agatha Christie’nin Ve Perde İndi’de öldürdüğü Hercule Poirot, zaten 2014'ün son günlerinde Sophie Hannah’nın kaleminde yeniden hafiyeliğe dönmüştü; Gri’nin Elli Tonu’nun sadomazoşist kahramanı Christian Grey, bu yıl olan biteni kendi ağzından anlattı;
Alacakaranlık’ın Edward Cullen’ı, kendi hikayesini yazdı – eh, patinaj, esas
olandı. Jane Bowles, Sylvia Plath, Lucia Berlin, Clarice Lispector gibi dehası
tartışılmaz yazarlar yeniden gündeme geldi, geçmiş rüzgarlar
yeni bir ivme kazandı. Bu esnada, Cervantes’in kemiklerinin bulunması tesadüftü
elbette ama edebiyatta geçmişe dönüşün yaşandığı bir yıla da ancak böylesi bir
olay yakışırdı. Öte yandan normalde yeri göğü inletecek dev yazarların (Franzen, Rushdie, Eco) kitapları, genel anlamda o kadar büyük ses getirmedi (Eco ve Franzen'ı ben severek okudum gerçi, ama mevzu benim sevdiğim şeyler değil) janr değiştirip fantastiğe kayan Ishiguro ise, tartışmaların odak noktasına
oturdu. Knausgaard ve Ferrante’nin seri kitapları, yazıldıkları dillerin
sınırlarını aşarak uluslararası ilgiye mazhar olmayı sürdürdü; enteresandı, zira Knausgaard, kendi yaşamını yazınına malzeme edip basında sıkça yer alırken Ferrante, tam tersini, kimliğini gizlemeyi seçmişti. (Yine de kimliğini açık etmeden birkaç söyleşi verdi ve kitaplarının yeterli olduğunu, kimliğinin önem taşımadığını belirtti.)
Telifsiz eser kapsamına girerek geçmişten bugüne adeta yeniden ışınlanan Küçük Prens ise, dört bir yanı kasıp kavurdu
- çağ, kısa mesajla iletişim çağıydı ama iddia, ticari kitapların (kaynaklar:
NY Times çoksatar listeleri ve Google Books) son on yılda yüzde yirmi beş oranında uzamış olduğu yönündeydi. (320 sayfadan 400’e.) Küçük Prens, her şeyi
sayan adamdan bahsederken kuşkusuz birilerinin oturup sayfa sayısı istatistiği
çıkaracağı bir dünya tahayyül etmemişti.
Kitaplardan
ziyade yazarların neler yaptığının konuşulduğu bir yıldı: Franzen, Iraklı birçocuğu evlat edinmek istediğini belirten açıklaması ve Audubon derneği ile sürtüşmesiyle, Foer eşinden boşanmasıyla, Joan Didion yer aldığı Celiné reklam kampanyasıyla, Harper Lee uzun yıllardır süren sessizliğini kendi rızasıyla bozup bozmadığına yönelik tartışmayla gündeme geldi. Murakami’nin henüz gençken
kütüphaneden aldığı kitaplar, son derece abes bir biçimde “sızdırıldı” ve
yazarın Joseph Kessel’ın Gündüz Güzeli’ni
okumuş olması, dolaylı imalarıyla, yazıp çizecek bir şeyler bulamayanları epey
oyaladı. Fast food zinciri
Chipotle’ın ambalajlara bastığı edebi metinler ise, yılın en akıl almaz
yayıncılık girişimleri arasına girdi.
Bu bağlamda yılın
en dehşetli olayı, Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıydı kuşkusuz. Saldırının
hemen akabinde PEN’in Düşünce Özgürlüğü Ödülü’nün dergiye verileceğinin
açıklanmasıyla uluslararası kamuoyu ikiye bölündü: Yapılan saldırıyı “amasız”
kınayanlar, saldırıyı doğru bulmasalar da Charlie Hebdo’nun “rencide edici”
mizahı nedeniyle böyle bir ödül almaması gerektiğini düşünenlerle karşı karşıya
geldi. Teju Cole, Joyce Carol Oates, Peter Carey, Lorrie Moore, Alison Bechdel
ile başlayıp sayıları birkaç yüze ulaşan PEN üyeleri ödülü protesto ederken Salman Rushdie’nin başını
çektiği diğer bir grup, kalemi tutan ele yönelik saldırının lanetlenmesi ve
kurbanların onurlandırılmasının elzem olduğu görüşündeydi. Salman Rushdie -ki
zamanında benzer eleştirilerle karşılaşmış ve yaşamının büyük bölümünü bir ölüm
fetvasının gölgesinde geçirmişti- Frankfurt Kitap Fuarı’nın açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilince İran, fuardan çekileceğini duyurdu; tartışmalar,
bir yere varamadı. Paris’te Kasım ayında gerçekleşen bir dizi terör saldırısı, bu
defa yazarları yahut çizerleri değil de topyekun sivilleri hedefleyince
“rencide olmak/ifade özgürlüğü” odaklı atışmalar, yerlerini maalesef
ki yeniden ısıtılıp önümüze konan tatsız bir meseleye, son derece genelleyici olan medeniyetler çatışması
bahsine bıraktı. Bu toksik atmosferden geriye ise Parislilerin
kurbanlarını anarken sokak köşelerine çiçekler ve mumlar eşliğinde bıraktığı
bir kitap, Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’i kaldı.
Pek çok kayıp verildi bu sene, adlarını
listelercesine yazmak anlamsız elbette; Yaşar Kemal’siz geçen ilk
yılımız dolmadı daha, Gülten Akın hatırımızda, Eduardo Galeano, Günter Grass ve
niceleri göçüp gitti. Edebiyat dünyasının dışında kalan başka kayıplar da var
unutmamakla yükümlü olduğumuz ve çağın manzarası, hafıza ve vicdanımıza
daha çok yük bineceğine işaret eder nitelikte.
Yazıyı, bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık
görülen Svetlana Aleksiyevic’le bağlamak doğru olacak belki de: Aleksiyevic’in
kurmaca yazarı değil de sözlü tarihle uğraşan bir araştırmacı olduğunu
vurgulayarak... Tanıklık anlatıları derleyen Aleksiyevic, son derece çarpıcı
olan Nobel konuşmasında herkesin kendi tarihini anlattığını ama “çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna” ulaşmanın zor olduğunu söylüyor, "anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor," diyordu.
Zamanla mücadele işte... Ve adettendir diye:
İyi seneler.
(Aleksiyevic'in konuşmasının tam metni, Nigar Hacızade'nin çevirisiyle, 5Harfliler'de yer alıyor.)
25 Aralık 2015 Cuma
N-n-n
Yılın son cuması. Bu da burada dursun.
Hayatımız iş yetiştirme tarihleriyle, ajandalarla geçiyor ve yılın dökümünü ancak senenin son günlerinde çıkarıyoruz. Yıl sonu listelerinin cazibesi de bundan herhalde, bir bütün yıl içinde yüzdüğümüz sularda ne olup bittiğini ancak bu son günlerde düşünmekten... Gerçi, daha önce de dediğim gibi, yüzlerce liste gördükten sonra listelerin pek ağırlığı kalmıyor, onun yerine içerikleri ve kimlerce hazırlandıkları daha anlamlı geliyor insana - yine de liste yapmadan, Yılın Kelimesi şuydu, Yılın Rengi buydu, Yılın Olayı bilmemneydi diye ahkam kesmeden yaşanmıyor. Analitik düşüncenin, sol beynin zaferi, kaosla baş etmek için iyi niyetli çabalar bütünü - lakin kaos, her zaman kazanır. Her neyse, geçen haftalarda bahsetmiş, hatta bu ayki IAN Edebiyat yazımda da ele almıştım, Oxford Sözlüğü Komitesi'ne göre Yılın Kelimesi, "gülerken gözlerinden yaşlar gelen surat" emojisi seçilmişti. Merriam-Webster durur mu, onlara göre de Yılın Kelimesi "-ism" imiş, yani bizim -izm" diyebileceğimiz bir son ek. Sözlükler ses getirme derdinde mi, kelimelerden bıktılar mı bilinmez, ama manidar girişimler bunlar, listeler bir yana, en güvenli limanlar olan sözlükler bile kelimelerden ümidini kesmiş halde. MW ekibi, bu yıl en çok aranan sözcüklerin faşizm (fascism) ırkçılık (racism) ve sosyalizm (socialism) olduklarını belirtmiş - bu iki önemli mecranın Yılın Kelimesi seçimlerinde popülerlik unsurunu gütmüş olmalarından yola çıkarak Türkiye'de, yılın kelimesinin değil de, Yılın En Çok Tartışılan Kelimesi'nin "müsait" olduğunu söyleyebilir miyiz mesela? Söylemiş bulundum bile; gerçi siyasi gündeme bakılırsa seçim, hendek, barış, süreç, saldırı, yasak vs. - bunların hepsi aday olabilir. Belki de "-izm" yanlış bir tercih değildir; belki de herkesin kendi "-izm"ini, kendi ideolojisini, kendi dünya görüşünü sorgulaması gerekmektedir.
Tesadüfen rastladım: Çorap satın alan adam, çorabının içinde yardım çağrısı ile karşılaştı: "İşkence görüyorum." Dünya saçma sapanlaştıkça notlar da giderek dehşetengiz bir hal alıyor, benim suçum yok - kurmaca mı hayatı yoksa hayat mı kurmacayı taklitte bilinmez ama Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım'ı okuduysanız, bu dehşetli haber tanıdık gelecektir maalesef... Hayat!
Bu arada Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Radikal Kitap'ın seçtiği Yılın 52 Kitabı arasında; Artful Living'in 77'lik listesinde de arz-ı endam etmekte, belirtelim.
Savaşla, şiddetle, göz yaşıyla geçen bu yılın haberi, benim için bu mesela: "Gökten geldiği için kutsal ve güzel bir taştır."
Notlarım çok, ama haftaya daha derli toplu bir özet yazısı kaleme alma dileğindeyim, o yüzden bugünlük burada durmam gerek.
Yıl sonu özetlerinizin anlamlı olması dileklerimle.
Hayatımız iş yetiştirme tarihleriyle, ajandalarla geçiyor ve yılın dökümünü ancak senenin son günlerinde çıkarıyoruz. Yıl sonu listelerinin cazibesi de bundan herhalde, bir bütün yıl içinde yüzdüğümüz sularda ne olup bittiğini ancak bu son günlerde düşünmekten... Gerçi, daha önce de dediğim gibi, yüzlerce liste gördükten sonra listelerin pek ağırlığı kalmıyor, onun yerine içerikleri ve kimlerce hazırlandıkları daha anlamlı geliyor insana - yine de liste yapmadan, Yılın Kelimesi şuydu, Yılın Rengi buydu, Yılın Olayı bilmemneydi diye ahkam kesmeden yaşanmıyor. Analitik düşüncenin, sol beynin zaferi, kaosla baş etmek için iyi niyetli çabalar bütünü - lakin kaos, her zaman kazanır. Her neyse, geçen haftalarda bahsetmiş, hatta bu ayki IAN Edebiyat yazımda da ele almıştım, Oxford Sözlüğü Komitesi'ne göre Yılın Kelimesi, "gülerken gözlerinden yaşlar gelen surat" emojisi seçilmişti. Merriam-Webster durur mu, onlara göre de Yılın Kelimesi "-ism" imiş, yani bizim -izm" diyebileceğimiz bir son ek. Sözlükler ses getirme derdinde mi, kelimelerden bıktılar mı bilinmez, ama manidar girişimler bunlar, listeler bir yana, en güvenli limanlar olan sözlükler bile kelimelerden ümidini kesmiş halde. MW ekibi, bu yıl en çok aranan sözcüklerin faşizm (fascism) ırkçılık (racism) ve sosyalizm (socialism) olduklarını belirtmiş - bu iki önemli mecranın Yılın Kelimesi seçimlerinde popülerlik unsurunu gütmüş olmalarından yola çıkarak Türkiye'de, yılın kelimesinin değil de, Yılın En Çok Tartışılan Kelimesi'nin "müsait" olduğunu söyleyebilir miyiz mesela? Söylemiş bulundum bile; gerçi siyasi gündeme bakılırsa seçim, hendek, barış, süreç, saldırı, yasak vs. - bunların hepsi aday olabilir. Belki de "-izm" yanlış bir tercih değildir; belki de herkesin kendi "-izm"ini, kendi ideolojisini, kendi dünya görüşünü sorgulaması gerekmektedir.
Tesadüfen rastladım: Çorap satın alan adam, çorabının içinde yardım çağrısı ile karşılaştı: "İşkence görüyorum." Dünya saçma sapanlaştıkça notlar da giderek dehşetengiz bir hal alıyor, benim suçum yok - kurmaca mı hayatı yoksa hayat mı kurmacayı taklitte bilinmez ama Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım'ı okuduysanız, bu dehşetli haber tanıdık gelecektir maalesef... Hayat!
Bu arada Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Radikal Kitap'ın seçtiği Yılın 52 Kitabı arasında; Artful Living'in 77'lik listesinde de arz-ı endam etmekte, belirtelim.
Savaşla, şiddetle, göz yaşıyla geçen bu yılın haberi, benim için bu mesela: "Gökten geldiği için kutsal ve güzel bir taştır."
Notlarım çok, ama haftaya daha derli toplu bir özet yazısı kaleme alma dileğindeyim, o yüzden bugünlük burada durmam gerek.
Yıl sonu özetlerinizin anlamlı olması dileklerimle.
24 Aralık 2015 Perşembe
Katman
Her şey başka bir şehirde, şimdikinden önceki ama diğerinden sonraki başka bir hayatta başladı. Bu yüzden bu hikâyeyi dilediğimce, hâlâ oradaymışım, o diğer kişiymişim gibi yazamam. Hâlâ her gün o sokaklarda geziniyormuşum, her gün o yüzleri görüyormuşum gibi anlatamam. Tam olarak hangi zaman kipini kullanacağımı bile bilmiyorum.
Gençtim, bacaklarım o zamanlar güçlü ve inceydi.
(Hemingway’in Paris Bir Şenliktir’inin sonu gibi bir başlangıç yapmak isterdim.)
(Bir yılı devirirken sürprizlerle dolu müthiş bir kitap hazırlıyoruz: Kalabalıkta Yüzler. Yazar Valeria Luiselli, çağdaş edebiyatın en parlak güncel isimleri arasında yer almakta ve bu roman, zamanı eğip bükmekle kalmayıp kendi katmanlarını açmakta... neden bahsettiğimi okuduğunuzda göreceksiniz. Görselde bir metro vagonu, onun da mevzuyla alakasını okuduğunuzda anlayacaksınız. Seda Ersavcı'nın güzel Türkçesiyle Kalabalıkta Yüzler, yeni senenin ilk günlerinde raflarda olacak, yeni yılın ilk güzel haberi (hiç değilse bizim vereceğimiz) bu olsun.)
23 Aralık 2015 Çarşamba
Sonra
İşte size çarpık karakterime dair yıllar sonra keşfettiğim bir gerçek: İş bir sorumluluğu yüklenmeye geldiğinde, talebin zaman olarak yakınlığı ile benim o sorumluluğu yüklenme konusunda gönüllülüğüm arasında ters bir ilişki var. Örneğin, karım bugün benden bir bardak çay istese onu kibarca reddedebilir, ama yarın markete gitmeyi kabul edebilirim. Bir ay sonrası için uzak bir akrabanın yeni dairesine taşınmasına yardım etme sözü vermek benim için sorun değil ve altı ay sonrasını konuşuyorsak bir kutup ayısıyla çıplak olarak güreşmeye bile razı olurum. Bu kişilik özelliğinin tek sorunu, zamanın ileriye doğru akması sonucunda, soğuktan titrediğin donmuş bir Arktik tundrada beyaz bir ayıyla karşı karşıya kaldığında altı ay önce hayır deseydim daha iyi olmaz mıydı diye sorarken bulabilmen kendini.
...
(Etgar Keret, Yedi Güzel Yıl. Çeviren: Avi Pardo. Yedi Güzel Yıl, ABD'de henüz bu sene yayımlandı ve yıl sonu listelerinin gözde kitapları arasında: World Literature Today'in Yılın İlgiye Şayan Çevirileri, Goodreads'de Yılın En İyi Mizah Kitapları, Amazon'un Yılın En İyileri (Haziran), NPR Yılın Kitapları, vs. vs. Kitap, 2013 yılında, ilk kez Türkçe olarak okuruyla buluşmuştu, hatırlatmış olalım. Görselde, Etgar Keret, 2014'te Elif Bereketli ile gerçekleştirdiği söyleşi sırasında, Tünel'de, bir bardak çay içerken. Fotoğraf, Dilara Sezgin'in objektifinden, zamanında paylaşmışız, tekrar anımsatalım.)
22 Aralık 2015 Salı
Gri
Çağrılı olmadığım zamanlarda, ara sokaklardan bulvara çıkana kadar yürüye yürüye şehre giderim. Akasyaların altına beyaz çiçekler ya da sarı yapraklar yağar ve onlar düşmediğinde yalnızca rüzgâr düşer. Fabrikada çalıştığım dönemde taş çatlasa yılda iki defa inerdim öğleyin şehre. Bu saatte çalışmayan bunca insan olduğunu hiç bilmezdim. Benden farkları, gezerken de ücret almaları; iş başındayken patlak borular, hastalıklar, cenazelerle ilgili bir şeyler uydurur, gezmeye çıkmadan önce amirlerine ve iş arkadaşlarına kendilerini acındırırlar. Yalnızca bir keresinde dedemin öldüğü yalanını uydurdum ben, çünkü saat tam dokuzda, mağazalar açıldığında bir çift gri, ince topuklu ayakkabı satın almayı kafaya koymuştum. Bir önceki akşam vitrinde görmüştüm ayakkabıları. Yalanı söyledim, şehre indim, onları satın aldım ve yalan gerçeğe dönüştü. Dedem, dört gün sonra, yemek yediği sırada sandalyeden düştü, ölmüştü. Sabah erkenden telgraf gelince üç günlük gri ayakkabılarımı kabarıncaya değin musluğun altına tuttum. Sonra onları giyip büroya gittim ve iki gün işe gelemeyeceğimi, mutfağıma su bastığını söyledim. Ne zaman kötü bir yalan uydursam gerçek olur. Cenazeye gittim. Küçük istasyonları geçtikçe ayakkabılar ayağımda kurudu, ancak on birincisinde trenden indim. Dünya tersine dönmüştü, yalanımdaki cenazeyi bu kasabaya taşımış ve mutfaktaki su baskınından önce mezarlığa gelmiştim.
Tabutun üzerine düşen toprak parçalarının sesi, gri ayakkabıların kaldırımda çıkardığı sesin aynısıydı.
(Herta Müller, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Çeviren: Mustafa Tüzel. Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Radikal'in seçtiği Yılın Kitapları arasında ve oylama halen devam ediyor. Görsel, blog yazarınızın arşivinden, grinin şehri Milano'nun gri sokakları, Brera civarı.)
21 Aralık 2015 Pazartesi
N-n-n
Notlarımı yazmadığım sırada not almayı sürdürdüğümden notlar dağ olmuş, dağ olmakla kalmayıp neredeyse metropol çöplüğüne dönmüş. Bir ucundan tutmak gerek diyerek lafa başlıyorum:
Yıl sonu demek liste demek sevgili blog okuru... İnsan üç-beş değil de yüzlerce liste okuduktan sonra varoluşun anlamsızlığıyla yüz yüze gelmiyor değil -ki şahsen en mutlu olduğum an, varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşip rahatladığım an, anlam da neymiş- neyse, o liste, bu liste derken beklediğim an geldi ve Pantone -ki kataloğu, nice varoluş krizini atlatmak için birebirdir, kaosu dindirir- 2016'nın rengini açıkladı. (Evet, ne varsa yeni olanda var, geleceğe bakalım!) Gelgelelim yılın rengi iki ayrı renk olduğundan yılın rengi değil, yılın renkleriydi ve sanıyorum ki kız bebek-erkek bebek temalı dekorasyon düşkünlerine hitap etmeleri kaygısıyla seçilmişti. Her neyse, 2016'nın renkleri pek sası; kendisi daha heyecanlı olur umarım, karşınızda: Pembe Kuvars ve Huzur.
Bu maddede lafı dolandırmaya gerek yok: Okuduğum en iyi Nobel konuşması - Svetlana Aleksiyeviç. Sözlü tarihle haşır neşir olan bir yazarın Nobel Edebiyat Ödülü'nü alması ilgimi çekti ve ödülün ardından Çernobil'den Sesler'i okumaya başladım - çok, ama çok uzun zamandır bu denli sarsıcı bir metin okumadığımı belirtmek zorundayım. (Zamanında yayımlanmış ancak tükenmiş, İngilizce edisyonu okudum, rastlayacak olursanız bir göz atmanızı öneririm.)
Toplu taşımada başkalarının ne okuduğunu merak edenlere, kitap adını görmek için boyun fıtığına meydan okuyanlara gelsin: İstanbul Okurken. Üzerine, Fransa'da hayat geçirilen bir proje: hikaye otomatları ve otobüs beklerken sıkılmaya son. Fransa demişken: sokaklarda yaşayan Jean-Marie Roughol, yaşamını anlatan bir kitap yazıp bestseller listesine girmiş ancak yayınevinden aldığı ücreti akıllı telefona yatırmış olduğundan halen türlü sıkıntı içindeymiş. Roughol'un omzunda bir sıçanla poz verdiği ve London Grammar'dan Fazıl Say'a, Peter Gabriel'e paylaşımlarda bulunduğu facebook sayfası burada. (Akıllı telefon bunun için.) Serbest çağrışımla bir başka kitap önerisi gelsin şimdi: Paris ve Londra'da Beş Parasız.
"Kitap nesnesi gerçekler ve hikayelerle doludur. Duyularıma dayalı kitap sevgimi malzeme olarak alıyor ve yeni bir biçem, umuyorum ki yeni bir hikaye yaratmak üzere metal kullanıyorum." Andrew Hayes'in kitap heykelleri, kitap nesnesi ifadesini duyar duymaz tüyleri ürperenleri darlayacak cinsten... Darlananlara bir başka öneri öyleyse: kitap aşkınızı eski kitap kokulu mumlarla doyurun. İkisi de asabınızı mı bozdu? Öyleyse sizi eski usul kitap okumaya davet ediyorum. (Kokladığınız kimyasallara anlam yüklemeden, kitabı kretuarla parçalayıp yeni biçemler peşinde koşmadan...) Brezilya'da kitaplar metro bileti olmuş mesela, yeter ki insanlar okusun. (Bana sorarsanız istemeyen okumasın, kitap okunsun diye rüşvete, bonusa, ihaleye gerek yok, kaldı ki toplu taşıma zaten bedava olmalı, vs. Ama bana soran yok tabii, iyi ki de yok, sorulara tahammülüm yok.) Kendime engel olamıyor ve şu eski kamu spotunu da paylaşarak bu bahsi kapıyorum. (O kadar teşvik edici bir çalışma ki, kitapların kapakları buzlanmış, aman reklam olmasın.)
Haftaya başlayıp notları kapatırken: Radikal'den Yılın Kitapları listesinde Herta Müller ve Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Oylama devam ediyor.
Bu gece, yılın en uzun gecesi - şeb-i yelda. Her gecenin bir sabahı illa ki var.
İyi haftalar dilerim, eğer mümkün ise.
Yıl sonu demek liste demek sevgili blog okuru... İnsan üç-beş değil de yüzlerce liste okuduktan sonra varoluşun anlamsızlığıyla yüz yüze gelmiyor değil -ki şahsen en mutlu olduğum an, varoluşun anlamsızlığıyla yüzleşip rahatladığım an, anlam da neymiş- neyse, o liste, bu liste derken beklediğim an geldi ve Pantone -ki kataloğu, nice varoluş krizini atlatmak için birebirdir, kaosu dindirir- 2016'nın rengini açıkladı. (Evet, ne varsa yeni olanda var, geleceğe bakalım!) Gelgelelim yılın rengi iki ayrı renk olduğundan yılın rengi değil, yılın renkleriydi ve sanıyorum ki kız bebek-erkek bebek temalı dekorasyon düşkünlerine hitap etmeleri kaygısıyla seçilmişti. Her neyse, 2016'nın renkleri pek sası; kendisi daha heyecanlı olur umarım, karşınızda: Pembe Kuvars ve Huzur.
Bu maddede lafı dolandırmaya gerek yok: Okuduğum en iyi Nobel konuşması - Svetlana Aleksiyeviç. Sözlü tarihle haşır neşir olan bir yazarın Nobel Edebiyat Ödülü'nü alması ilgimi çekti ve ödülün ardından Çernobil'den Sesler'i okumaya başladım - çok, ama çok uzun zamandır bu denli sarsıcı bir metin okumadığımı belirtmek zorundayım. (Zamanında yayımlanmış ancak tükenmiş, İngilizce edisyonu okudum, rastlayacak olursanız bir göz atmanızı öneririm.)
Toplu taşımada başkalarının ne okuduğunu merak edenlere, kitap adını görmek için boyun fıtığına meydan okuyanlara gelsin: İstanbul Okurken. Üzerine, Fransa'da hayat geçirilen bir proje: hikaye otomatları ve otobüs beklerken sıkılmaya son. Fransa demişken: sokaklarda yaşayan Jean-Marie Roughol, yaşamını anlatan bir kitap yazıp bestseller listesine girmiş ancak yayınevinden aldığı ücreti akıllı telefona yatırmış olduğundan halen türlü sıkıntı içindeymiş. Roughol'un omzunda bir sıçanla poz verdiği ve London Grammar'dan Fazıl Say'a, Peter Gabriel'e paylaşımlarda bulunduğu facebook sayfası burada. (Akıllı telefon bunun için.) Serbest çağrışımla bir başka kitap önerisi gelsin şimdi: Paris ve Londra'da Beş Parasız.
"Kitap nesnesi gerçekler ve hikayelerle doludur. Duyularıma dayalı kitap sevgimi malzeme olarak alıyor ve yeni bir biçem, umuyorum ki yeni bir hikaye yaratmak üzere metal kullanıyorum." Andrew Hayes'in kitap heykelleri, kitap nesnesi ifadesini duyar duymaz tüyleri ürperenleri darlayacak cinsten... Darlananlara bir başka öneri öyleyse: kitap aşkınızı eski kitap kokulu mumlarla doyurun. İkisi de asabınızı mı bozdu? Öyleyse sizi eski usul kitap okumaya davet ediyorum. (Kokladığınız kimyasallara anlam yüklemeden, kitabı kretuarla parçalayıp yeni biçemler peşinde koşmadan...) Brezilya'da kitaplar metro bileti olmuş mesela, yeter ki insanlar okusun. (Bana sorarsanız istemeyen okumasın, kitap okunsun diye rüşvete, bonusa, ihaleye gerek yok, kaldı ki toplu taşıma zaten bedava olmalı, vs. Ama bana soran yok tabii, iyi ki de yok, sorulara tahammülüm yok.) Kendime engel olamıyor ve şu eski kamu spotunu da paylaşarak bu bahsi kapıyorum. (O kadar teşvik edici bir çalışma ki, kitapların kapakları buzlanmış, aman reklam olmasın.)
Haftaya başlayıp notları kapatırken: Radikal'den Yılın Kitapları listesinde Herta Müller ve Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım. Oylama devam ediyor.
Bu gece, yılın en uzun gecesi - şeb-i yelda. Her gecenin bir sabahı illa ki var.
İyi haftalar dilerim, eğer mümkün ise.
17 Aralık 2015 Perşembe
16 Aralık 2015 Çarşamba
Tükendi!
...
Yıllar önce, bir şeyler satın almaktan vazgeçtiğimde dünya için iyi bir şeyler yapmak adına par biriktirmeye başlamıştım. Gözüme kestirdiğim her şeyi almak yerine perakende fiyatını listeme ekleyip yıl sonunda toplam meblağı inandığım bir davaya bağışlıyordum. Haiti. Açlık. Çiftlik hayvanı almak isteyen aileler. Ama görebildiğim kadarıyla hiçbir işe yaramamıştı. Haiti hâlâ karmaşık bir kabustu, açlık giderek artıyordu. Her kötülüğü iyileştirmeyi beklemiyordum ama aldığım tek gerçek sonuç, spam postalarında belirgin bir artış oldu. Ekonomi aracılığıyla daha iyi yaşamak mümkündü ancak birkaç bağışla dünyayı daha iyi bir yer haline getirme çabası bunun beyhudeliğini daha iyi anlamamı sağlamak haricinde işe yaramadı ve beni korkuttu.
Alışverişe geri döndüm. Bir şeyler satın almak kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor, beni teskin ediyor, güven veriyordu. Yakın zamanda yeterince avanaklık ettiğimden teskin edilmeye ihtiyacım vardı. Ama alışveriş merkezi koridorlarında dolaşırken ihtiyacım olan, istediğim ve/veya zaten sahip olmadığım bir şeyler bulmakta zorlandım. Çıtayı biraz düşürmek için Hallmark mağazasına girdim ve kendimi duygusal kartpostallara, kalp şeklinde vazolara, ilham veren posterlere teslim ettim (“İşte aradığınız işaret: Sevgi, Tanrı”). Sonra şu lüks yenilikler mağazası Brookstone’a girdim ve masaj koltuğuna oturdum. Yastık teknolojisinin son örneklerini test ettim. Gerçi masaj koltuğum zaten vardı, daha doğrusu eskiden vardı ama ondan kurtulmuştum. Yastığa gelince, eski teknolojiyi yenisine tercih ediyordum.
Brookstone’dan çıkıp Pottery Barn’a daldım. Çocukken evimizin içindeki her şey tanıdık, ucuz ve eskiydi; o zamanlar Pottery Barn’a girmek cennete girmek gibiydi. İnsanların kiliseden keyif almasını gerçekten istiyorlarsa, diye düşündüğümü hatırlıyorum o dönemde, kiliselerin Pottery Barn gibi görünüp kokmasını sağlamaları lazım. Hayalim, bir gün kendimi bu mağazada satılan şeylerle çevrelemekti – hasır sepetler ve kokulu mumlar, gümüş varaklı resim çerçeveleri. Ama bu uzun zaman önceydi. Pottery Barn’da satılan her şeyi satın alma ve dairemi Pottery Barn outlet’i gibi döşeme dönemini atlatmış, aldığım her şeyi büyük bir üst modele geçiş döneminde atmıştım. Artık Pottery Barn’daki her şey sahte, seri üretim bandından çıkmaymış gibi görünüyordu. Artık buradan alışveriş etmek amaçlarımı ve benliğimi geriletmek anlamına geliyordu. Pottery Barn’dan bir şey
satın almak istemiyordum ama Pottery Barn’daki her şeyi almak isteme duygusunun geri gelmesini çok isterdim.
...
(Joshua Ferris, Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam. Çeviren: Begüm Kovulmaz. Alışveriş yapmak ya da yapmamak ayrı mesele de, tüketim uygarlığında ömür tüketirken yaptığımız seçimler irdelenmeye değer gerçekten... Geçen hafta, bir yıl boyunca gıda ve ilaç dışında hiçbir şey almayan Selma Hekim hakkındaki haberler paylaşımdaydı, rastladınız mı bilmiyorum ama benim takip ettiğim medyada bu hususta epey tartışma döndü. Konuyla ilgilenenler için meseleyi kişisel tercihlerden çevreci bir perspektife taşıyan blogdan uyarlanmış bir kitap önerisi de blog yazarınızdan gelsin: No Impact Man - tartışmaya elbette ki açık ama düşünmeye değer.)
15 Aralık 2015 Salı
Yeni!
Henüz basılmış bir kitabın verdiği haz gerçekten çok özeldir; bu sadece satın alınmış bir kitap değil, bir yeniliktir; henüz üretimden çıkmış olması ve kitapların da büründüğü o süslü eşek havasını henüz koruduğu için böyledir; nitekim kitaplıkların hızlı hazanında, onun da kapağı sararmaya başlayacak, kenarı puslu bir tülle örtülecek, sırtı köşelerinden yıpranacaktır.
(Calvino, Italo. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Çeviren:Eren Yücesan Cendey. Hazanlar olmasın... Görsel, Milano kitapçılarından.)
14 Aralık 2015 Pazartesi
Zor
S: Yengeç Dönencesi'ni tamamlamadan önce üzerinden birkaç defa geçtiğinizi biliyorum; nihayetinde yazın hayatınızın başındaydınız o zaman, muhtemelen diğer eserlerinize kıyasla yazımı daha zorlu olmuştur. Artık daha rahat yazabiliyor musunuz?
C: Bu gibi sorular anlamsız bana kalırsa. Bir kitabı yazmanın ne kadar vakit aldığının ne önemi var? Simenon'a soracak olursanız size gayet net bir yanıt verecektir. Sanırım dört ila yedi hafta alıyor onun bir kitap yazması; bunu kendinden emin bir biçimde söyleyebilir. Onun kitapları çoğu zaman belli bir uzunluktadır. "Şimdi oturup bir kitap yazacağım," deyip de kendini tamamen buna adayabilen istisnalardan biridir gerçi. Bir set çeker kendine, düşünecek ya da yapacak başka hiçbir şeyi yoktur. Gelgelelim benim yaşantım asla öyle olmadı. Yazdığım sırada ayrıca yapmam gereken envai çeşit şey vardır benim.
(Yazmaya bir süre ara verdikten sonra, nasıl yazdığı hakkında asap bozucu bir soruya yanıt vermek zorunda kalan Henry Miller ile açılış yapmak istedim. Söyleşi, Paris Review'da yayımlanmış. Bir yılı daha sindirmek üzereyiz - dünya işlerinden, yıl sonu koşuşturmasından bunalıp da raflara sığınanlara selam olsun. Görsel, Pavia'da bir sahaf tezgahından.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)