karen russell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
karen russell etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Mutlak
Bazı şeylerin "mutlak son" olduğunu hemen anlarsınız - son süt dişinizi düşürdüğünüzü ya da on üçüncü yaş gününüzden bir önceki gece on iki yaşınızın son uykusuna yattığınızı (...)
(Karen Russell, Timsah Park. Çeviren: Püren Özgören.)
23 Haziran 2016 Perşembe
Son
Bazı şeylerin "mutlak son" olduğunu hemen anlarsınız - son süt dişinizi düşürdüğünüzü ya da on üçüncü yaş gününüzden bir önceki gece, on iki yaşınızın son uykusuna yattığınızı. Bazı şeylerin de kilometre taşı olduğunu daha sonra, hesapla kitapla çıkarır, önemini bir matematik işlemiyle kavrasınız; tıpkı benim, annemle geçirip geçirebileceğim son çarşambamı heba ettiğimi annemin öldüğünün ertesi günü anlamam gibi.
...
(Timsahpark, Karen Russell. Çeviren: Püren Özgören.)
4 Kasım 2014 Salı
Atmosfer
Bir öykünün geri planını üç boyutlu olarak göremiyor, zihin gözümle canlandıramıyorsam, o öykünün oluşmasını sağlayamam. Sevdiğim kitapları soracak olursanız -Russell Banks'in Kemik Kanunu ya da Anna Karenina- atmosferin, kitabın coğrafyasında yol almaya dair şeylerin, hatırımda kahramanları veya kitabın konusunu geride bıraktığını, benimle daha uzun süre kaldığını söyleyebilirim. - Karen Russell, Believer söyleşisi, Ekim 2014.
(Ekim ayının Agos Kitap/Kirk ekinde, Banu Yıldıran Genç imzalı bir Timsah Park yazısı yer alıyor. Genç, hemen hemen tüm kitap eklerinde yer alan incelemelerden farklı olarak, kitabın atmosferine değinmiş ve Florida'nın On Bin Ada'sından bahsetmiş; bu coğrafyayı tanımanın, kahramanı Ava'yı anlamayı kolaylaştırdığını söylemiş. Görselde On Bin Ada coğrafyasından bir kesit, Banu Yıldıran Genç'in yazısına ise buradan ulaşabilirsiniz. Anna Karenina hakkında bir şey demeye gerek yok; Kemik Kanunu'nu şiddetle tavsiye ettiğimi ekleyeyim.)
16 Ekim 2014 Perşembe
Gotik!
Büyülü düşünmenin romanı - Zaman Kitap, İsa Darakçı.
"Popüler bir yayınevinden çıksa bu tanıtımı görünce okumaz, geçerdim." - Cumhuriyet Kitap, Metin Celal.
"Timsah Park, özellikle Tim Burton'vari manzaralarıyla gotik yazını seven okuyucunun ilgisini çekecek, keyifle okunacak bir roman." - Sabit Fikir, Selçuk Uygur
(Görselde, Ahmet İltaş'ın şahane illüstrasyonuyla bu ayki Sabit Fikir'de yer alan Selçuk Uygur değerlendirmesi yer alıyor.)
17 Eylül 2014 Çarşamba
Büyülü
Sanırım yaptığım işi tanımlamakta giderek daha başarısız hale geliyorum. Son zamanlarda yazdığım öykülerle aramda gerekli mesafenin oluşmadığını hissediyorum, öyle ki onları sınıflandıramıyorum. "Büyülü gerçekçiliğin" doğru tanım olmadığı konusunda sizinle hemfikirim, zira bu terim, bence, "gerçek" dünya ve "sihirli" bölgeleri net biçimde ayırıyor, oysa, pek sevdiğim eserlerin çoğunda bu ayrımın net olduğu söylenemez. (Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'su, Calvino, Borges, Kafka, Kelly Link, Kevin Brockmeier vb.) Tek, katı bir gerçeklik yok benim tecrübemde - şimdiki zaman kaygan ve (yaşananlar) hep kişinin düşlerinin, korkularının filtresinden geçiyor. Ve bu da, mesela, olup olabilecek en sıkıcı salı gününün tren faslına doğaüstü bir nitelik kazandırabilecek bir husus.
Belki de ben "büyülü düşünme" ekolünde yazıyorumdur - karakterlerimin pek çoğu, bir tür kör noktaya derinlemesine saplanıp kayboluyor.
(Karen Russell, Bookish söyleşisi. Görsel, Berlin'den.)
16 Eylül 2014 Salı
Yıldız
Annemiz gösterisine yıldız ışığında çıkardı. Bunu kimin akıl ettiğini hiç öğrenemedim. Muhtemelen Şef Bigtree’nin fikriydi ve iyi bir fikirdi - projektörü söndürüp ay ışığının gökyüzünü bir başına yarmasına izin vermek, mikrofonu kapatmak, sahne spotlarının teneke panjurlarını inik bırakıp tribündeki turistlere adamızdaki karanlığın tadını çıkarma fırsatı tanımak ve bütün stadyumu, Timsah Park’ın yıldızı, dünyaca ünlü timsah güreşçisi Hilola Bigtree’yle birlikte soluğunu tutmaya teşvik etmek. Annemiz haftada dört kez üzerinde yeşil bir bikiniyle Timsah Çukuru’nun merdivenini tırmanır, atlama tahtasının ucunda durup derin bir nefes alırdı. Hava rüzgârlıysa uzun saçları yüzüne savrulur, ama bunun dışında kıpırdamazdı. Bataklıkta geceler kapkara, yıldız benekliydi -adamız anakaranın elektrik şebekesinden elli küsur kilometre uzaktaydı- ve Venüs’ün topunu, Ülker’in safir saçlarını çıplak gözle kolayca seçebilmenize rağmen, annemizin vücudu salt çizgilerden ibaret kalırdı, palmiyelerin önünde bir leke. Aşağıda, Hilola Bigtree’nin hemen altında düzinelerce timsah, buz saçaklarını andıran, çenelerinin tam anlamıyla kapanmasını engelleyen dişleri, baklava biçimindeki ürkütücü kafalarıyla, üç yüz bin galonluk süzülmüş suyu yararak geçerdi. Çukur’un en derin yeri -annemin daldığı kapkara koni- sekiz metre derinliğindeydi; en sığ kısımdaysa su, bakırımsı kumları yalayan, on iki santim derinliğinde çamurlu bir batağa dönüşüyordu. Çukur’un ortasından küçük, yapay bir ada yükselmekteydi; tırmıkla düzeltilmiş kireçtaşından, çeyrek hektarlık bir kayalık. Gündüzleri güneşlen mek için sürünerek kayalığa tırmanan otuz timsah burada canlı bir tepecik oluştururdu.
Timsah Çukuru’nun bulunduğu stadyum 265 turist alabiliyordu. Su dolu havuzu çevreleyerek amfi şeklinde yükselen sekiz sıra vardı, ön taraflara oturduğunuzda timsahlarımızla göz hizasında oluyordunuz. Ablam Osceola’yla ben, annemizin gösterisini tribünden izlerdik. Ossie öne eğilince ben de onunla birlikte eğilirdim.
Çukur’un girişine babamız, Şef Bigtree, ahşap bir tabela asmıştı:
İLK DÖRT SIRADAKİ İZLEYİCİLERİN ISLANMASI GARANTİ!
Hemen altına annem o küçük, kıvrak harfleriyle eklemişti:
YARALANMALAR OLABİLİR.
(Timsah Park, Karen Russell. Çeviri: Püren Özgören. Görselde Pier Angeli, George Silk'in objektifinden.)
9 Eylül 2014 Salı
Gerçek
Esrarengiz, değil mi? Her gece, müthiş mahrem bir muhabbetin tanığı oluyorsun. Rüyalarının ortaya koyduklarına ve bedeninin bu hayali olayların sahnelendiği ortama dönüşmesine şahitsin. İçerideki gözünün önünde gelişen, bilincinde bir çiçek dürbünü gibi açılıveren bu şeylerin yaratıcısı gibi de hissetmiyorsun üstelik. Demek istediğim şu, birileri ne zaman bana gerçeklik ile fantastiğin ilişkisini sorsa, şöyle diyorum: "Bilmiyorum. Yeraltı benzeri bir yere inip geçmişin manzaralarından çıkma birtakım yabancıların hem mantık dışı hem de gerçeklikle tuhaf biçimde örtüşecek şekilde önümüzden kayıp geçtiğini izledikten sonra uyanıp kahvaltımızı etmedik mi?" Fantastik ve gerçeklikten neden birbirinin zıddıymış gibi bahsediyoruz ki?
(Timsah Park'ın yazarı Karen Russell, Guernica'da, gerçekle fantastiğin ilişkisinden bahsediyor. Görsel: Mary Ellen Mark.)
4 Eylül 2014 Perşembe
Mit
Sözün başlangıcından bu yana, dünya hikayeler ekseninde dönmüştür. Mitoloji, toplumların kendi hikayelerini salt anlatmaya duyduğu ihtiyacı değil, bunlara inanma ve dünyayı bunlara göre tanzim etme arzusunu da ortaya koyar. Nihayetinde tarih de, din de, edebiyat da, hep mitolojiden beslenir ve çoğu zaman, mite dönüşür.
Timsah Park, kahramanı Ava'nın ilk bölümlerde belirttiği üzere, bir ailenin çöküşünü anlatan bir roman. Sadece ailenin değil, mitolojinin de çöküşünü... Zira, herkesin kendi cennetini yaratmaya çalışıp sıklıkla kendini cehennemde bulduğu bir dünyada, başka türlüsü olası değil. Birileri ölür, birileri yaşlanır, birileri kendi zihinlerinin karanlıklarına gömülürken gerçekleşen mücadeleye hayat deniyor aslen; hiçbir şey yoktan var olmuyor, varken tam anlamıyla yok olmuyor; ama değişim esas, dönüşüm her daim yürürlükte. Bir yerlerde bir timsah kımıldanıyor, sazlar eğiliyor, yıldızlar ışıyor ve gören gözler, illa ki yanılıyor. Mitler, ezberlense de, aynı kalmıyor. Timsahları alt edebilenler, basit gibi görünen trajedilerin altından kalkmakta, kendilerini toparlamakta zorlanıyor.
Ve rengarenk bilyeler, timsahların midelerinde, hazıma yardımcı topaklara dönüşüyor.
Timsah Park, bir ailenin, bir coğrafyanın, bir dünyanın değişiminin romanı. Bir timsah pençesi kadar yaralayıcı, bir rüya kadar gerçek, hayat kadar sürprizli.
Mitleri elden geçirme vaktidir belki. Yahut perspektifi.
Timsah Park, kahramanı Ava'nın ilk bölümlerde belirttiği üzere, bir ailenin çöküşünü anlatan bir roman. Sadece ailenin değil, mitolojinin de çöküşünü... Zira, herkesin kendi cennetini yaratmaya çalışıp sıklıkla kendini cehennemde bulduğu bir dünyada, başka türlüsü olası değil. Birileri ölür, birileri yaşlanır, birileri kendi zihinlerinin karanlıklarına gömülürken gerçekleşen mücadeleye hayat deniyor aslen; hiçbir şey yoktan var olmuyor, varken tam anlamıyla yok olmuyor; ama değişim esas, dönüşüm her daim yürürlükte. Bir yerlerde bir timsah kımıldanıyor, sazlar eğiliyor, yıldızlar ışıyor ve gören gözler, illa ki yanılıyor. Mitler, ezberlense de, aynı kalmıyor. Timsahları alt edebilenler, basit gibi görünen trajedilerin altından kalkmakta, kendilerini toparlamakta zorlanıyor.
Ve rengarenk bilyeler, timsahların midelerinde, hazıma yardımcı topaklara dönüşüyor.
Timsah Park, bir ailenin, bir coğrafyanın, bir dünyanın değişiminin romanı. Bir timsah pençesi kadar yaralayıcı, bir rüya kadar gerçek, hayat kadar sürprizli.
Mitleri elden geçirme vaktidir belki. Yahut perspektifi.
3 Eylül 2014 Çarşamba
Üstün
Timsahlarla yüzen bir anne, Kızılderili şefi havalarında bir baba, dâhi olduğundan emin bir ağabey, ruhlarla konuşan bir abla... Florida bataklığında, timsahlarla yaptıkları gösterilerle geçinen bir ailenin en küçük kızı Ava Bigtree, kara bir balon gibi havada asılı duran yazgılarının onlar için neler planladığını, gelecekte kendilerini nelerin beklediğini bilemiyor. Bir tek hayali var: gelmiş geçmiş en iyi timsah güreşçileri arasında anılmak, şampiyon olmak ve ailesini kurtarmak.
Timsah güreşinde birinci kural, sizi izleyecek birilerinin bulunması elbette. Önce izleyiciler bulunmalı. Sonra, bir ölüm-kalım savaşı verilmeli; bir tür tahtırevalli hareketi - eğer izleyici, güreşçinin ölüm tehlikesi ile yüz yüze olduğunu düşünmezse, canavarla güreşmenin anlamı yok çünkü. Timsahlar tehlikeli, evet; ama yaşamın kendisi bir timsahtan daha insafsız, hayat bir timsahtan çok daha merhametsiz olabilir. Yaşamla mücadele ederken, belki de, üstün çıkmak için gereken, benzer bir tahtırevalli hareketidir; nihai darbeyi almadan önce elbette. Zira o mücadelede, kaybedenin kim olacağı, insanın doğduğu günden belli.
Karen Russell'ın Timsah Park'ta yarattığı roman evreni, Ava'nın timsahlara mide taşlığı niyetine attığı bilyeler gibi biraz: renkli, sürprizli ve hareketli. Çeperinde yaşadıkları dünyaya ayak uydurmak istemeyen ama yazgılarına boyun eğen kahramanların her biri, kendi kaçış stratejisini yürürlüğe koyarak suları bulandırıyor. Gerisi mi?
Biraz git-gel; bir tür tahtırevalli hareketi.
Kazanacak olan belli... Ya da soralım: Öyle mi?
2 Eylül 2014 Salı
Tuhaf
Sanırım ben bilhassa tuhaf bir şeylerin peşine takılıp gidiyormuşum gibi hissetmiyorum -hepimiz tuhaflıklarla kuşatılmış haldeyiz- ama zamane kültürü öylesine sağır edici, bitmek bilmeyen, insanı deli eden bir gürültü saçıyor ki 'sıradan' bir salı gününün tuhaflığına kapılıp gitmek işten değil. Gündelik hayatımızın, ikili ilişkilerimizin, yaşıyor olmamızın temelindeki esas tuhaflıklarla temas kurmama yardımcı oluyor kurmaca. Wallace Stevens'ın bir dizesi ya da bir George Saunders öyküsü, titreyip de kendime gelmemi sağlıyor. Tuhaflık demişken - ölü ya da çok uzaklarda olan birinin sesiyle sayfalar üzerinde böylesi bir buluşma gerçekleştirmekten daha tuhaf bir şey olabilir mi?
(Timsah Park'ın yazarı Karen Russell, The New Yorker söyleşisinde kurmacadan bahsediyor. 1981 doğumlu Russell, Timsah Park'la Orange ve Pulitzer ödüllerine aday oldu; Vampires in the Lemon Grove ve St. Lucy's Home for Girls Raised by Wolves adlı iki öykü kitabı ve Sleep Donation adlı bir novellası yayımlandı. MacArthur deha burslu Russell, Timsah Park'la, tuhaflık bir yana, becerisini ortaya koyuyor; çağdaş edebiyatın en iddialı kalemlerinden biri olarak kendi köşesine kuruluyor. Yarından itibaren, Püren Özgören'in çevirisiyle tüm kitapçılarda.)
1 Eylül 2014 Pazartesi
Ayrıksı
"(...) Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir firsatı kaçırmayacağız."*
Sıra dışı canlılar, doğada hayatta kalabilmek için, fazladan şansa ve beceriye ihtiyaç duyar. Bu, insanlar için de pek farklı değildir, zira sürüyle yürümeyeni kapacak bir kurt, normlara uymayanı köreltip öğütmeye yeltenecek çarklar her daim mesai üzerindedir. Kırmızı bir timsah, albino bir sincap ya da timsahlarla yüzen bir kız... Sürüleri güdenler, sürüye dahil olmayanları avlamakta, yok etmekte ya da sürülerine dahil etmekte pek mahirdir. Geriye kalanlar için parlak vitrinler inşa edilir, ayrıksılık, diğerlerine eğlencelik olarak teşhir edilir.
--- Kitapları konularını özetleyerek tanıtmaktan pek hazzetmediğimi blogun devamlı okuyucuları bilir... Hem zaten, bir kitabın konusunu anlatmak, birine gördüğünüz rüyayı anlatmaktan pek farklı değildir; ne yaparsanız yapın sizde bıraktığı hissi bir türlü aktaramazsınız, çünkü rüyalar, kelimelerin toplamından, düzenli diziminden fazlasıdır. Gölgelerin mantığıyla konuşan bir şeylere ışığın altında bakmak mümkün olabilir mi? Yine de yetersiz kelimelerimizle, kendi dilimizle ifadeye yeltenecek olursak: ---
Karen Russell'ın romanı Timsah Park, Florida bataklıklarında, kendilerine ait bir adacıkta yaşayan bir tuhaf ailenin değişen, dönüşen, batmakta olan bir dünyada verdiği ayakta kalma savaşının hikayesi... Batan bir şeyin içinde ayakta durmak, eninde sonunda ölüme mahkum bir bedenin içinde yaşamak gibi biraz; bir tür deney esasen; biraz zaman, biraz umut, biraz başkaldırı, biraz rica minnet ile. Yaşam, tıpkı hayatta kalma mücadelesi gibi, her yerde sürüp gider öylece, merkezde ya da çeperde, benzer kaygılar dahilinde. Ama burası Timsah Park; ne cennet ne cehennem - bu bir roman, büyülü ve gerçekçi, ancak büyülü gerçekçilik yok işin içinde. Akbabalar nöbette; ister şehirde, ister bataklığın içinde yalıtılmış adanın birinde.
Kural 1: Karanlık sularda yüzecek olanın, aynı sularda gizlenecek şekilde karanlığa karışmış olması gerekir.
Kural 2: Duygular yanıltıcı, gözler aldatıcı olabilir. Zihin, göz ve yüreğin eşgüdümlü çalışması, her zaman mümkün değildir.
Her zaman, her yerde... Kırmızı bir timsahın derisinin ya da takım elbisenin içinde. Yırtıcılar, düşmanlar ve diğer tuzaklar ise, kamuflaj konusunda emin olun ki her daim başarılı, her daim cazibeli. Değişen, dönüşen, aldatmacaların zihnimize perdeler indirip durduğu bir düzlemde, ki hayat da denebilir kendisine.
Karen Russell'ın Pulitzer'e aday olan romanı Timsah Park, hafta ortasından itibaren tüm kitapçılarda... Girizgahı yaptıysak, yarın kaldığımız yerden devam edelim...
(Alıntı: Sait Faik, Dülger Balığının Ölümü. Görselde, kapaktan kesit, tasarım: Nazlım Dumlu.)
20 Ağustos 2014 Çarşamba
Destek
S: Ulusal Kitap Vakfı'nın '35 Yaşın Altındaki 5 Yazar' seçkisiyle New Yorker'ın '40 Yaşın Altındaki 20 Yazar' listesinde yer aldınız. Kitap sektörü, diğer sektörler gibi gençlik takıntılı olabilir mi? Siz nasıl bir kategoride yer almak isterdiniz?
Karen Russell: Biliyor musunuz, bu listeler insana ölümlü olduğunu anımsatıyor. Umarım '85'inde Halen Zihni Açık Olan 85 Yazar' listesinde yer alırım günün birinde. Ulusal Kitap Vakfı'nın, New Yorker'ın genç yazarlara destek vermesi şahane gerçekten - ben, bu desteği yirmili yaşlarımda, Timsah Park'ı (Swamplandia!) yazmakla boğuştuğum kritik dönemde aldım. Kitap sektörüne dair sevdiğim şeylerden biri -özellikle de otuzlu yaşlarıma doğru ilerlediğim bugünlerde- diğer endüstriler göz önünde bulundurulduğunda, yazarların yaşının çok da önemli olmaması. Profesyonel sporcular ya da podyum mankenleriyle kıyaslandığında, bizlerin böyle bir avantajı var.
(Zor soruya, ağır bir yanıt... Karen Russell, gençlik takıntılı olmakla birlikte, gençliğe saygı duyduğu söylenemeyecek bir dünyada, üreten/düşünen/yazan biri olarak, yaşının değil, icraatının altını çizmeye çabalıyor. Görselde kameralar karşısında Kate Moss, işini yapıyor; söyleşi, bookish.com'dan. Timsah Park, çok yakında...)
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Düş
"Dün gece bir öyküyü düşümde gördüm. Çok aydınlıktı."*
Rivayet o ki, Haruki Murakami, her sabah saat 04.00'te uyanıp beş-altı saat yazdıktan sonra 10 km koşar veya 1500 metre yüzermiş ve bunun ardından akşam saat 21.00'de uyuyana değin müzik dinler, kitap okurmuş. Rutine saygım sonsuz - kolektif yaşanan ve sosyal medyanın tüm olanaklarıyla dünyaya haykırılan bir tatil sürecini kendi kozasında, kendi havasında geçirmiş biri olarak blog yazmaya teşebbüs edince rutin denen şeyin hayatı kolaylaştırıcı etkisini yadsımak büsbütün olanaksız. Her şeye rağmen ara vermek iyi yine de, başlangıçlar sancılı, girişler dolambaçlı olsa da... Demem o ki, şu gürültüyle dolu dünyada yeni şeyler söyleyebilmek için günlük ritüelleri gözardı etmemek gerektiği gibi arada susmak da şart kanımca, ardından söze başlamak ne denli yorucu olsa da.
Bizler, bugünlerde koza dışı yaşamlarımızda Karen Russell'ın şahanesi Timsah Park (Swamplandia!) ile iştigal etmekteyiz; sonbaharın gelişi ağustostan belli oluyorsa eğer, şimdiden güzel günler göreceğiz diyebiliriz.
Kozalarından henüz çıkanlara, ısrarla kendi alanlarında takılanlara, tatil sürüsünden kopup bir başına kayıplara karışanlara selam olsun!
(* Alıntı: Katherine Mansfield. Günlükler (1930.) Pierre Sorlin'in Düş Söylemleri'nde geçiyor. Görselde Haus Rucker Co'ya ait bir iş, Vaha No: 7.)
12 Şubat 2013 Salı
Devam
Günlük bir limit belirleyip öyle yazan pek çok yazar tanıyorum ama benim için kurmaca bir alemde geçen zaman günün verimliliğini belirleyen temel unsur sanırım. Yazar olarak oldukça üretken sayılırım, pek çok kelime dökebilirim kağıda, ama hacim sağlam bir ölçüt sayılmaz benim için. Soru şudur aslında, dört ya da beş saat boyunca odaklanarak, hikayeden kopmamı sağlayacak bir bahane bulmadan oturup yazdım mı? Yerimde durmayı ve kelimelerime sadık kalmayı başardım mı, cümlenin ortasında e-postamı kontrol etmem gerektiğine ikna olmadan ya da bir şeyler araştırmam, veya buzdolabında bilimsel bir deney halini almış şeyleri atmam gerektiğine karar vermeden devam edebildim mi? Benim için iyi bir yazı mesaisi hikayenin içinde hareket edebildiğim zaman gerçekleşir, zira cümlelerle oynamaya bayılırım ve çoğu zaman, anlatının ilerlemesine engel olmamak için geriye dönüp yazdıklarımı gözden geçirme dürtüsüne engel olmam gerekir. Eğer hikayenin içinde doğrusal olarak hareket edebiliyorsam, hikayenin içinde kalabiliyorsam, çaresizlik, öfke, aşırı güven duygusu ya da güven eksikliğiyle kendime ket vurmuyorsam, bir cümleden diğerine geçişte olacakları bilmeden yol alabiliyorsam verimli bir gün geçirmişimdir. Yazarlar kendilerini sabote etmede ustadırlar ama. Ben de kendimi yüzlerce farklı biçimde yoldan çıkarabilirim - Hikayenin iyi gittiği kanısına vardığımda kendimi dışarı atabilirim örneğin. Tecrübe ettiniz mi bilmiyorum ama delice bir neşe doldurur insanın içini, öyle ki onu sekteye uğratmak istersiniz. Kendimi bir karakterin içinde kaybetmek dayanılmaz bir mutluluk verir.
Püf noktası, yazı sürecinin nasıl gitmekte olduğuna dair bir değerlendirme yapmadan devam etmektir.
(Yıl sonunda raflarda yer alacak, şimdilik mutfağımızda olan harika bir kitap: Swamplandia. Yukarıdaki paragrafta geçen yıl Pulitzer'e de aday olan genç ve parlak yazar Karen Russell, yazma alışkanlıklarından bahsediyor. Kaynak: The Daily Beast.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)