16 Ağustos 2012 Perşembe

Sirenin Sesi, eylül ayının başına değin kısa bir ara vererek yenilenecek. 1 Eylül'den itibaren bizler burada olacağız, sizleri de bekleriz.

Hoşça kalın, görüşmek üzere!

10 Ağustos 2012 Cuma

Çıldır! (2)


Etgar Keret'in şahanesi Nimrod Çıldırışları'nı bastığımızı duyurduk; öyleyse ekleyelim, yazarın yeni kitabı 'Kapı Birden Vuruldu' arayı fazla açmadan, ekim ayının ilk günlerinde raflarda olacak. Uzun zamandır yapmadık ama Keret şerefine bir çekiliş yapmanın vakti de gelmiştir diye düşünüyorum - Amerikalı yayıncısı FSG, yeni kitap yayımlanmadan evvel tüm Keret okurlarını yazardan ilhamla tasarladıkları şeyleri paylaşmaya çağırdı, yapılacak yarışmanın sonucunda da birinciye 500 USD'lik bir ödül vaat etti - Yarıştı, müsabakaydı bunlara bu kadar laf dokundurduktan sonra yarışma yapmak bize düşmez, ama bir çekiliş yapmamız, beş şanslı okura kitabı göndermemiz mümkün. Katı kurallar bizi bozar; öyleyse ne yapıyorsunuz, kayıtlı olmak kaydıyla bize yorum bırakıyorsunuz ve Keret öyküleri arasından hangisi size bir şeyler çağrıştırıyorsa biraz ondan bahsediyorsunuz. Muğlak mı? Öyle olduğundandır. Keret hakkında anlamlı paylaşımlarını bekliyorum diyelim öyleyse... Bilmem fark ettiniz mi, bir süredir blogda trafik yüksek ama yorum yok -kendi kendime yazıyor gibi hissediyorum- dolayısıyla Keret yorumlarınızı bekliyorum. Altını çizdiğiniz satırlar olur, size çağrıştırdıkları olur, kısacası her türlü Keret hareketli hamleye açığız. Random.org üzerinden yapılacak çekilişte gün içinde yorum bırakan beş takipçi kitabı kapısında bulacak, bunu da belirtelim. Hadi!

(Görsel: Yayoi Kusama.)

9 Ağustos 2012 Perşembe

Çıldır!


Ertesi sabah panik içinde uyandım. Nereden kaynaklandığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ödümü patlatan şeyin ne olduğunu keşfedinceye kadar kımıldamamaya kararlı halde, öylece yattım. Ama zaman geçtikçe olup bitenden ne kadar habersiz olduğumu daha iyi anladım, korkum arttı. Yatakta donup kalmış, kendimle elimden geldiğince sakin bir tonla konuşuyordum. “Telaşlanma oğlum, telaşlanma. Gerçek değil bu olan, kafanda sadece.” Ama bu olanın, her ne idiyse, sadece kafamın içinde olması beni gerçekten dehşete sürüklüyordu. Kendime kim olduğumu hatırlatmanın yararı olacağını düşünüp birkaç kez adımı tekrarlamaya karar verdim. Bunun yararı olacaktı mutlaka. Ama adımı hatırlayamadım. Yataktan kalkmamı sağladı en azından. Evin içinde dolanıp üzerinde adım bulunan bir fatura ya da mektup aramaya koyuldum. Ön kapıyı açıp kapının dış kısmına baktım. Turuncu renkte bir çıkartma yapıştırılmıştı kapıya: “Harika bir hayat yaşa!” yazıyordu çıkartmada. Holde oynayan çocukların bağrışlarını ve yaklaşmakta olan ayak seslerini duydum. Kapıyı kapatıp üzerine yaslandım. Sakin ol. Birazdan hatırlarsın ya da hatırlamayabilirsin. Belki de hiçbir zaman yoktu bir adın. Beni ter içinde bırakan, nabzımı dört nala koşturan her ne idiyse, o değildi asıl mesele, başka bir şeydi. “Sakin ol,” diye fısıldadım kendime yine. “Her kimsen, sakin ol. Bu daha fazla süremez, yakında geçer.”

Bir süre sonra hafifledi, Uzi’yle Miron’u aradım, kumsalda buluşmak üzere sözleştik. Kumsal evimden dört yüz metre uzaktaydı, oraya nasıl gidildiğini hatırlamakta hiç zorlanmadım ama sokaklar farklı bir görünüme bürünmüştü sanki, sürekli doğru sokakta olduğumdan emin olmak için durup tabelalara bakıyordum. Sadece sokaklar da değil, her şey farklı görünüyordu, gökyüzü bile yassı ve alçaktı sanki.

“Sıranın sana geldiğini söylemiştim,” dedi Miron elindeki dondurmayı yalayarak. “Önce ben yedim kafayı, sonra Uzi.”

“Ben kafayı yemedim,” diye itiraz etti Uzi. “Kafam iyiydi, hepsi bu.”

“Adını ne koyarsak koyalım,” dedi Miron, “şimdi sıra sende.”

“Ron da kafayı yemiyor,” dedi Uzi, sinirlenmeye başlamıştı. “Neden aklına böyle fikirler soktuğunu anlamıyorum.”

“Ron mu?” diye sordum. “Adım bu mu?”

“Şey, bu kafayı biraz yemiş gerçekten galiba, bir ısırık versene,” dedi Uzi. Miron geri almayacağını bildiği dondurmayı Uzi’ye verdi. Sonra bana dönüp, “Anlat, nasıl başladı, kafanın içinde biri varmış gibi hissettin mi?” diye sordu.

“Bilmiyorum,” dedim kararsızlıkla. “Öyle hissetmiş olabilirim.”

“Söylüyorum sana,” diye fısıldadı Miron, sır verir gibi. “Onu hissedebiliyorum. Sadece onun bilebileceği şeyler söyledi bana. Nimrod bu.”

(Nimrod Çıldırışları, Etgar Keret. Çeviren: Avi Pardo. Keret'in Nimrod Çıldırışları, bir yaz güzelliği olarak geldi ve raflara inişi gerçekleşti. Görsel, Invader.)

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Acı


Bu kez kazanmayacak. Katılması bir hataydı, Wiegand'ın saçma bir düşüncesi. Kazanma şansının olması için otuz dakika koşması ve eski rekoruna ulaşması gerekiyor, oysa bunu asla yapamayacak, asla. Yarışa katılan ve koşuya başlamak için son hazırlıklarını yapan sekiz koşucu içinde en yaşlısı, o. Koşucular, kaslarını gevşeten sıcaklığı son ana dek korumak için eşofmanlarını yavaş yavaş çıkarıyorlar. Şimdi güneş görünüyor, keskin ışınları yağmurun ardından stadyuma düşüyor, otlar güneşin altında ışıldıyor, pistte küçük su birikintileri parlıyor (...) Evet, yaşlı, bu yarış için fazla yaşlı ve şimdiden, daha başlamadan kaybetmiş gibi görünüyor. Ancak bu yarıştan çok daha fazlasını kaybedecek. Onu son kez yarıştırdıklarını hissediyor ve bir yıl sonra, herhangi bir yedekten başka bir şey olamayacağını biliyor.

En acı vedasını yaşayacak...

(Siegfried Lenz, Ekmek ve Oyunlar. Çeviren: Ayşe Sarısayın, Can Yayınları. Görsel: Banksy.)

7 Ağustos 2012 Salı

Tabak

Haftalardır tabaklarımızdakilerin öyküleri deyip duruyoruz ya, aşağıda olimpiyat rekortmeni Micheal Phelps'in sıradan bir günde tabağında olan şeylerin listesi var. Toplamda 12000 kaloriden bahsediyoruz:

KAHVALTI

Yumurtalı sandviç (3 adet)

Çikolata parçalı pankek (3 adet)

Omlet (5 yumurtalı)

Fransız tostu (3 dilim, şekerle kaplı)

Yulaf lapası (bir kase dolusu)

ÖĞLE YEMEĞİ

Makarna (yarım kilo)

Peynirli jambonlu sandviç (2 adet, mayonezli)

Enerji içeceği (birkaç galon)

AKŞAM YEMEĞİ

Makarna (yarım kilo)

Pizza (kaç dilim? kaç adet? onları bilemiyoruz.)

Enerji içeceği

Phelps, karbonhidrat ağırlıklı yiyor, ama yumurta tüketimi dehşet verici. Yumurta tavuklarının öyküleri için, bkz. Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek.

Olimpiyat tarihindeki vejetaryen atletlerden bazılarına bakalım biz, Phelps'in ne yiyip ne içtiğini bir kenara bırakalım:

9 altın madalyası olan Paolo Nurmi, 1500 metre ile 5000 metre yarışlarını aynı günde tamamlayıp iki altın madalya birden alarak tarihe (1924) geçmiş; aynı zamanda vejetaryen. Murray Rose, Avustralyalı bir yüzücü; dört altın madalyası var; vegan. Edwin Moses,1977-1987 arasında arka arkaya 122 koşu kazanıp, dört kez dünya rekoru kırmış; vejetaryen. Sekizi altın, on olimpiyat madalyası olan Carl Lewis; sonradan vegan olmuş bir atlet. Daha niceleri var elbette, bir kısmı için buraya buyrun. Vejetaryenliğin sağlığa zararlı olduğunu iddia edecek olan?

Tabaklarımızdakileri düşünmeye devam...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Hikaye


Sıcak bir yaz, bulutların ağırlığı altında şehirde yaşam, öyle ya da böyle, oluveriyor işte sevgili okuyucu... Olimpiyatları izliyor ve spor öykülerini düşünüyorum - dram her yerde, mücadeleler, hayal kırıklıkları, zaferler, küllerden gerçekleşen yeniden doğumlar... Olimpiyat ruhuna dair pek çok şey tartışılıyor; sponsorların rolü vs. eleştiriliyor. (David Hockney, Danny Boyle'un yönettiği açılış törenini eleştirirken Ai Weiwei töreni pek beğenmiş mesela.) 1952'ye değin edebiyatın da -tıpkı mimari, müzik, resim ve heykel gibi- olimpiyatlarda bir yarış kategorisi olduğunu biliyor muydunuz? 20.000 kelimeyi geçmeyen metinlerin sporla ilgili olmaları şart koşuluyor, kazananlar yine altın madalya ile ödüllendiriliyormuş, ama şimdiki gibi madalyaları ile poz verme geleneği var mıydı, bilemiyorum elbette. Sergilenen kas gücünü kitlelerce izlemenin neredeyse pornografik bir tarafı var ki tuhaf denebilir; şahit olduğumuz, bireyin kas gücünün ötesinde hikayesi, sporcu geçmişi, o günkü performansı vs, çeşitlemeler çokça. Ya edebiyat ve sanat, bu zihniyetin neresine konuşlanabilir?

Sporcu geçmişleriyle tanıdığımız pek çok yazar var: Guguk Kuşu'nun yazarı Ken Kesey güreşçiliğiyle; David Foster Wallace tenis geçmişiyle; Jack Kerouac Amerikan futbolunda parladığı gençlik günleriyle; Nobel ödüllü Samuel Beckett kriket oyunculuğuyla; Haruki Murakami koşmaya methiyeler düzmesi bir yana, profesyonel anlamda olmasa da bu spora düşkünlüğüyle; Woody Allen beyzboldaki becerileriyle; John Fowles rugby oynamasıyla ilk akla gelenler olsa da, edebiyatla iştigal edip sporla haşır neşir olan yegane kimseler değiller. Öykülerin peşine düşmeye görün, her yerden karşınıza çıktıklarını göreceksiniz. Ben, kendi adıma sporcunun halter ile birkaç dakikadan fazla sürmeyen imtihanı sırasında aklımdan geçenleri, unutmaya çalışıyorum.


Haftaya dağınık bir başlangıç yaptık ya, önümüzdeki maçlara bakalım artık. Aşağıda Virginia Woolf, (solda) kriket oynamakta. Kaynak: Flavorwire. Görsel: Banksy.




3 Ağustos 2012 Cuma

Kitap


Haftayı ses getireceği tartışılmaz olan iki büyük edebiyat uyarlamasının tanıtımlarıyla deviriyoruz. Üstte, Yann Martel'in Pi'nin Yaşamı'ndan uyarlanan Ang Lee yönetmenliğindeki -aynı adlı- film (kitabı İnkılap yayımladı); aşağıda David Mitchell'in Cloud Atlas (Bulut Atlas adıyla Doğan Kitap tarafından yayımlandı) uyarlaması; Watchowski'lerin imzasıyla. Hollywood, son iki yıldır edebiyata abanıp duruyor, hayır mı şer mi izleyip de göreceğiz ancak. Bence siz filmleri beklemeyin, kitapları karıştırmaya devam edin.



İyi tatiller!




2 Ağustos 2012 Perşembe

Tarif


Neden sonra Yalancı Kaplumbağa, konuşacak hale geldi ve yanaklarından yaşlar akıtarak anlattı:

"Belki deniz altında fazla oturmuşluğun yoktur. ("Yok," dedi Alice) Belki de bir ıstakozla hiç tanıştırılmadın. (Alice, az kalsın, "Bir kere tatmıştım," diyecekti ki kendini tuttu, "Yok, hiç," dedi.) İşte o yüzden ıstakoz kadrilinin ne hoş bir şey olduğunu bilemezsin."

(Alice Harikalar Ülkesinde, Lewis Carroll. Can Çocuk; çeviren: Tomris Uyar. İllüstrasyon: John Tenniel. Istakoz kadrilinin ne hoş bir şey olduğunu merak ederseniz, kitaba bakın. Yalancı Kaplumbağa, Alice Harikalar Ülkesinde'den çıkma dehşet bir karakter olup İngiliz mutfağına özgü bir çorbaya gönderme niteliği taşır. Yalancı Kaplumbağa Çorbası için bir tarif verelim, kaynak Bayan Fowles: Büyük boy bir dananın kellesini alın. Tüyleri yüzün. Boynuz yumuşayana değin kaynatın ve olabildiğince ince biçimde, parmak misali kesin. Bir buçuk litrelik et suyunu hazır edin. (Koyun ya da dana.) Çeyrek litrelik Madeira şarabı ekleyin, yarım çay kaşığı kekik, biber, bir büyük boy soğan ve bir tam limonun ince rendelenmiş kabuğunu içine katın. İnce kıyılmış istiridyelerinizi ekleyin, suyunu da katın, biraz tuz, iki büyük boy soğanın suyu, tatlı baharatlar ve kıyılmış beyinle lezzet verin. Bunları bir saat kadar bir arada haşlayın ve masaya getirirken yanına küçük köfteler ve yumurta sarıları ilave etmeyi unutmayın. Yalancı Kaplumbağa Çorbası, tahmin edeceğiniz üzere, kaplumbağa yerine türlü et ve organ kullanarak kaplumbağa 'lezzeti' yakalamayı vaat ediyor. Yemek kitapları, ete dair türlü dehşet öyküsüyle dolup taşıyor. Bir de buradan bakın.)

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Olmayan


Geçen hafta bahsetmiştim; dünya bu aralar 50 Shades of Grey adlı kitabın rüzgarına kapılmış gitmekte; geçen haftaki yazımda yazarın Avustralyalı bir ev kadını olduğunu söylemiştim; burada hemen hatamı düzelteyim, yazar Avustralyalı değil, İngiliz bir ev kadını ancak kitabın popülerliğe erişmesini sağlayan Avustralya'daki bir e-kitap paylaşım sitesi. Yazıyı kaleme aldıktan sonra kitabı edinip okudum - hakkında ileri geri konuşunca okumam şart olmuştu çünkü, öte yandan, dünyada böylesine büyük bir popülerlik edinen bir eseri merak etmediğimi, kopan patırtının nereden kaynaklandığını anlamak istemediğimi iddia edemeyeceğim. Ne diyeyim; kitabın formulü şöyle, Alacakaranlık'ı al, vampirleri çıkart, esas oğlan vampir olmayınca öykü sıradanlaşıyor diye birkaç 'tehlikeli' 'iç gıcıklayıcı' unsur ekle ki vampirler olmadan da 'tehlikeli' diye nitelenecek bazı heyecan faktörleri olsun, sonrası zaten belli; masum kadın-çakal erkek ezberinden okunabilir... Kitabın neredeyse üçte biri, esas kız ile esas oğlanın anlamsız e-postalarından oluşuyor; kadın kahraman pek sık utanıp kızarmakla kalmıyor, yüzü "Komünist Manifesto'nun rengini alıyor." Edebi bir eser değil burada bahis konusu olan, ancak muadilleri arasında dahi sağlam durduğunu söylemek mümkün değil. Yazar E. L. James, 'insanları mutlu edecek hikayeler' yazmak dürtüsüyle bu seriye başladığını belirtiyor ve kitabın Alacakaranlık serisine olan hayranlığını temel aldığını yadsımıyor. Gelmiş geçmiş en viral kitap fenomenlerinden biri sayılacak 50 Shades of Grey'i ister okuyun ister okumayın, benzerleri ile karşı karşıya gelmeniz artık kaçınılmaz, fenomen almış başını gidiyor çünkü, manzara budur.

Yukarıdaki görselde Lead Pencil Studio'nun işlerinden biri yer alıyor: Olmayan Billboard. Billboard, 80'lerde TV izlemiş kuşakların aşina olduğu parazit görüntüsünü hayata geçirerek dimdik durmakta. İçeriği mi? Yok.

İyi günler dileklerimle.