30 Eylül 2015 Çarşamba

Eşzamanlı



Soru: Bugün öleceğinizi bilseniz, yapmak istediğiniz son şey ne olurdu? 

Cevap: Humus yemek ve sevişmek (eşzamanlı değil ama.)

(Eylül çabucak geçti, geride OT dergide yer alan kısa Etgar Keret söyleşisini bıraktı. Edinebileceğiniz son iki gün. Görselde yer alanlar: kedi ve rögar kapağı.)

29 Eylül 2015 Salı

Hiçbir şey olmamış gibi...


Evimin hemen yanındaki kafede çok tatlı bir garson kız var. Kafenin mutfağında çalışan Benny, bana kızın erkek arkadaşı olmadığını, adının Şikma olduğunu ve arada sırada, eğlence niyetine uyuşturucu kullanmayı sevdiğini söyledi. Kız orada çalışmaya başlamadan önce o kafeye hiç gitmemiştim - bir kez bile. Ama şimdi beni her sabah orada, bir köşede otururken görebilirsiniz. Espresso içerken. Gazetede okuduğum şeylere, diğer müşterilere, kurabiyelere dair onunla laflarken. Bazen onu güldürmeyi bile beceriyorum. Güldüğünde içim ferahlıyor. Birkaç kez onu sinemaya davet etmenin eşiğine geldim. Fakat sinema fazla aşikâr. Sinema, yemeğe çıkmayı ya da hafta sonunu kumsalda geçirmek üzere Eilat’a uçmayı teklif etmeden hemen önceki adım. Birini sinemaya davet etmek tek bir anlama gelir: “Seni istiyorum.” Ayrıca ilgi duymuyorsa ve hayır derse tatsız bir durum hasıl olur. Bu yüzden, onu ot içmeye davet etmek daha mantıklı geldi bana. En kötü olasılıkla, “Ot içmem,” der ve ben keşlere dair bir espri yapıp hiçbir şey olmamış gibi bir espresso daha söyleyerek yoluma giderim.

(...)

(Istanbul Art News'ün Eylül sayısında, hiçbir kitabında yer almayan, Avi Pardo çevirisiyle yeni bir Etgar Keret öyküsü var, sevenlere duyrulur - ay bitmeden kitabevlerinden, sonrasında ise online satış yapan sitelerden temin edebilirsiniz.)

28 Eylül 2015 Pazartesi

N-n-n

Kanlı dolunay haftasına tersine başlangıç: Notlar!

Sanat sepet işleri ile başlayalım: Venedik Bienali'nde edebiyatın izini sürmek. Adrian Villar Rojas ve İstanbul Bienali kapsamındaki işleri. Hazır bienale değinmişken Guardian'dan güzel bir makale: bienal ve insanlığın sefaleti. (İnsanlığınki ayrı elbette, ama tatil gününde ada vapuru sefaleti diye bir şey var gerçekten.) Suda yüzmek bahsine ek: Bedri Rahmi'nin kağıt gemileri. Kapatırken, iki sanatçının, Anish Kapoor ve Ai Weiwei'in yürüyüşü ile Ai Weiwei'den sansüre karşı ağzı olmayan kukla yapımı çağrısı ve nokta niyetine, sanat festivaline kabul edilmeyen örgücü ninelerin intikamı - neredeyse bir George A. Romero şahanesi.

Groteskten devam - Barbie bebeklerden ilhamla: Sanat eserleri. Jennifer Lawrence aşkına Barbie. Barbie'nin dayattığı imkansız standartları onu tuhaf mecralara sürükleyerek eleştiren sanatçılar, onlu liste. Ve olmazsa olmaz, Instagram'ın gülü hipster Barbie: oldukça tanıdık.

Kitaplardan ilham alan punk şarkıları. Üzerine, Sylvia Plath'ten ilhamla bir çalma listesi. Grooveshark artık hayata veda etti ve pek çok emeği de yanında götürdü, ama muadil bir Spotify sayfası hazırlama çabaları içindeyim sevgili blog okuru, ne de olsa Grooveshark'a ayrılan yas süresinin sonuna geldik - hazır olunca duyuracağım.

Tavsiye gibi tavsiye: Salman Rushdie'nin okuma önerileri. Rushdie'nin yeni romanı, geçtiğimiz günlerde yayımlandı ve umarım Türkçesi de yoldadır; bu sıra yeni yayımlanan romanlar derken, Franzen'ın Purity'sini de atlamamalı, şimdilerde okuyorum ve ilginçtir ki epey sevdim. Franzen'dan kitap önerileri; yalnız kolaya kaçmış ve klasiklere sığınmış, belirteyim.

Görselde, Adrian Villar Rojas'ın bienal kapsamındaki heykelleri - Büyükada'daki bienal mekanları Kurban Bayramı dolayısı ile kapalı olduğundan ve fotoğrafı çeken blog yazarınız, pek çok başka insanın da yaptığı gibi bunu öngöremeyip adaya bayram tatilde gidebildiğinden onları koruyan telin ardından görüntülendi. Mahzuru yok esasen; mahşeri andıran vapur seyahati cehenneme giden yolun selfie çubuklarıyla döşeli olduğunu tüm hücrelerimle hissetmemi sağladığı için ayrıca minnettarım.

İyi haftalar.


24 Eylül 2015 Perşembe

Sefil

...

Hikâyemi ilginç buldular. Amerika’da böyle oluyor demek? Tuhaf bir ülke… her şey olabilir orada. 
“Evet,” dedim, “çok tuhaf bir ülke.” İçimden, iyi ki orada değilim ve umarım bir daha asla dönmem, diye geçirdim.
“Peki, Yunanistan’ı neden bu kadar çok seviyorsun?” diye sordu biri.
“Işık ve yoksulluk yüzünden,” dedim. 
“Sen romantik birisin,” dedi adam.
“Evet,” dedim, “insanın ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsa o kadar mutlu olacağına inanacak kadar deliyim. Buradaki gibi bir ışığın varsa bütün çirkinliklerin silindiğine inanıyorum. Ülkenize geldikten sonra ışığın kutsal olduğunu öğrendim: Yunanistan kutsal bir toprak benim için.” 
“Fakat halkın yoksulluğunu, sefaletini görmedin mi?”
“Amerika’da sefaletin daha kötüsünü gördüm,” dedim. “Yoksulluk, tek başına, insanları sefil kılmaz.”

(Henry Miller, Marousi'nin Devi. Çeviri: Avi Pardo. Görselde, bir bavul dolusu beş para etmeyen yaşanmışlık, sanırım Beyoğlu civarında bir sahafın önü.)

23 Eylül 2015 Çarşamba

Zehir



... Yalnızca bir şeyleri kırıp dökerek kendim olabilirim ben. Asla yayıncıların hoşuna gidecek bir kitap yazmayacağım. Çok fazla kitap yazdım ben - uyurgezer kitaplar. Neden bahsettiğimi anlamışsındır. Milyonlarca, milyonlarca sözcük, hepsi de kafamın içinde. Altın sikkeler misali, kafamın içinde oradan oraya vuruyorlar. Bu altın sikkeleri üretmekten yorgun düştüm ben. Bu toplu saldırılardan bıktım usandım... karanlıkta. Şimdi kağıda dökeceğim her sözcük hedefi tam on ikiden vuracak bir ok olmalı. Zehirli bir ok. Kitapların, yazarların, yayıncıların, okurların canına okumak istiyorum. Halka hitaben yazmak bana hiçbir şey ifade etmiyor. Deliler için yazmak isterdim ben - ya da melekler için.

(Henry Miller, Sexus. Görselde Paul Klee'den Unutkan Melek yer almakta.)

22 Eylül 2015 Salı

Daha!


...

Dünyayı değiştirmek gibi bir niyetim yok kesinlikle. Belki de kendi dünya görüşümü değiştirme niyetinde olduğumu söylersem daha iyi ifade edebilirim. Kulağa ne kadar saçma gelirse gelsin, ben daha, daha çok kendim olmak istiyorum.

Yazıya gelecek olursak hiçbir şeyi bilinçli olarak yapmadım. İçgüdülerime kulak verdim. Tüm rüzgarlarla bir olup estim. İyi ya da kötü, her türlü etkiye açıktım. Dediğim gibi, sadece yazmaktı amacım. Daha doğrusu, yazar olmaktı. Ve evet, yazar oldum ben. 

Şimdiyse tek bir amacım var: Olmak. 

(Henry Miller, Lawrence Durrell'e mektup, Henry Miller on Writing'de yer almakta. Fotoğraf: Carl van Vechten'e ait.) 

21 Eylül 2015 Pazartesi

Değişim


Küçük gemimiz çarpıntılar içinde İtalya'nın topuğundan ayrılıp alacakaranlık denize açıldı; boğucu kabinlerimizde uyurken, ay ışığıyla yıkanmış sularda bir yerde, o görünmez sınır çizgisini geçerek Yunanistan'ın parlak, ayna gibi dünyasına girdik. Değişim duygusu ağır ağır üstümüze çöktü, şafakta huzursuzca uyanıp güverteye çıktık. *

Dünya nasıl kararıyorsa, insanlar da kimi zaman kararır - gelgelelim ışık, gözün görmesi için şarttır. Yine de insanlar, tıpkı üzerinde yaşadıkları dünya gibi kimi zaman ışıktan yoksun, kimi zaman da kör kalır. Kendi geçmişinden yola çıkarak kaleme aldığı Yengeç Dönencesi ve Oğlak Dönencesi adlı metinlerinde Henry Miller, çağa özgü körlüklerden, en çok da Batı'nın medeniyet diye paketleyip sunduğu alçaklıklar toplamından bahseder. Göklere uzanacağı yerde sığ alanlarda dolanan insanların icat ettiği savaşları, dayattığı ruh ezici çalışma düzenini, maddiyata odaklı başarı anlayışını yerden yere vurur, öyle ki, Yengeç Dönencesi'ni insanlığa karşı bir hakaret olarak niteler... Karın gurultuları eşliğinde, beş parasız yaşamayı ve bu yaşamdan hunharca tat almayı, bireylerden sürüler yaratan çarklara karşı en güçlü silahı olarak görür. İnsanları açlığa mahkum etmiş ve onları sadece paraya tamah ettiren bir dünyaya inat Miller aşkla, şarapla, müzikle, edebiyatla beslenir. Ve sonra, dostu Lawrence Durrell'den gelen daveti kabul ederek Yunanistan'a ayak bastığında, onu çevreleyen karanlıktan sıyrılarak parlak, ayna gibi bir aleme adım atar.

Marousi'nin Devi, Miller'ın aydınlanmasının ve insanlıkla barış yapmasının, umudunu yeninden kazanmasının öyküsü esasen. Yer yer, bahsettiği coğrafya gibi ayrışık ve dağınık, zaman zaman coşkulu ve esrik. Miller geçmiş medeniyetlerin kalıntılarının arasında gezerken çağı ve çağdaşlarıyla hesaplaşıyor ve bugün, bu devirde nasıl yaşanacağını, ruhen körelmemek için nasıl yaşamak gerektiğini anlatıyor. Olanca basitliği ve destansılığı ile, bir devin huzurunda, her bireyin içindeki devleşme potansiyelini bu parlak, ayna gibi, yalın ve basit dünyada keşfediyor.

Ve evet, Marousi'nin Devi kendi ışığıyla kalben devleşen insanı, kalpsiz sürülerin karşısına dikiyor.

(Alıntı: Gerard Durrell, Büyülü Ada. Çeviren: Ayşen Anadol. Görselde Tanrıların Tanrısı Zeus Tapınağı kalıntıları, Atina.)



18 Eylül 2015 Cuma

N-n-n

Notsuz geçen haftalardan sonra ilk notumuz Ringo Starr hakkında olsun: Ringo Starr evini temizlemiş! Bana ne demeyin; ev var, ev var, sevgili okur ve Starr'ın evinden bir kitaba aktarılması da muhtemel, önceden kayıp bilinen, hiç görülmemiş Beatles fotoğrafları çıkmış. Aynı temizlik vesilesiyle bir bateri seti, bir de John Lennon'a ait gitar bulunmuş olduğu söyleniyor ki bu noktada, Starr'ın nasıl bir yerde yaşamadığını merak etmedim desem yalan olacak sanıyorum. Şöyle bir kitap vardı, Huffington Post da zaten bağlantıyı eklemeyi ihmal etmemiş. Kargaşa iyidir aslında, zihin öylelikle beslenir - Düzenli, Düzensiz, ya da düzenli düzensiz...

Yazma hastalığı, yahut hipergrafi... "Ve sessizlik kalır."

Burada bahsettiğim üzere, geçtiğimiz haftalarda canım çok sıkkındı sevgili okur. Ne zaman ki kendimi düzeltiye verebildim, ne zaman ki virgülün olasılıklarına odaklanabildim, o zaman kendime geldim. İmla aşkına: Noktalama işaretleri nasıl ortaya çıktı? Üzerine, arşivlik bir çalışmanın bağlantısı gelsin: noktalama işaretleri hakkında kişisel değerlendirmeler. Bu bahsi, uydurma da olsa güzel bir hikayeyle, Kerouac ve Burroughs'un bir virgül uğruna birbirinin boğazını sıkma öyküsüyle kapatalım.

Trainspotting 2 filminin yolda olduğuna dair haberler var - Irvine Welsh, kahramanların doksanlı yıllarda neler peşinde olduğunu Porno'da anlatmıştı, eh, Danny Boyle da Porno'yu beyazperdeye uyarlamak için nihayet harekete geçmiş. Devamı gelene değin nostalji niyetine: Seç!

Kitaplardan ilhamla: Heykel.

Çünkü robotuz hepimiz: Bir kez daha - yazarlar ve rutinler.

Notlarımı, bu yaza özgü ruh halimi tastamam betimleyen fotoğraflarla kapatıyorum; sanatçı: Yung Cheng Lin.

İyi tatiller.

17 Eylül 2015 Perşembe

Siperler!

Amfi tiyatronun basamaklarında güneşlenirken aklıma arkadaşlarıma birkaç sevinç sözcüğü yazma düşüncesi geldi, özellikle psikanalist arkadaşlarıma. Üç kart yazdım; biri Fransa’ya, biri İngiltere’ye, biri de Amerika’ya. Kendilerini şifacı sanan bu yorgun beygirlere kibarca işlerini bir an önce bırakıp tedavi için Epidauros’a gelmelerini önerdim. Üçünün de şifa sanatına fena halde ihtiyacı vardı - kendilerini kurtarmaktan aciz kurtarıcılar. Biri kartım ona ulaşmadan intihar etti, öteki kartımı aldıktan kısa bir süre sonra kahrından öldü, üçüncüsü ise kısaca beni kıskandığını ve işini bırakacak cesarete sahip olmayı dilediğini yazdı.

Psikanalistler dünyanın her yerinde umutsuz bir savaş sürdürmekte. Tekrar hayat akışına kazandırdıkları, kendi deyimleriyle, “adapte ettikleri” her hastaya karşılık bir düzine insanı aciz
kılıyorlar. Hiçbir zaman herkese yetecek sayıda psikanalist olmayacak, onları ne kadar hızlı mezun edersek edelim. Kısa süren bir savaş yüzyılların emeğini yok etmeye yetiyor. Cerrahide yeni ilerlemeler kaydedilecek elbette, ancak bu ilerlemelerin ne kadar yarar sağlayacağını görmek zor. Bütün yaşam biçimimizin değişmesi gerekiyor. Daha iyi ameliyat gereçleri istemiyoruz, daha iyi bir hayat istiyoruz biz. Bütün cerrahlar, bütün psikanalistler, bütün hekimler işlerinden uzaklaştırılıp Epidauros’un koca çanağında bir süre bir araya getirilmeli; toplumun genelinin ivedi, zorlayıcı gereksinimlerini sükunetle tartışsalar yanıt hızla gelecektir, hem de oy birliğiyle: DEVRİM. Dünya çapında bir devrim; her ülkede, her sınıfta, bilincin her alanında. Savaş hastalıklara karşı değil; hastalıklar yan ürün sadece. Düşman mikroplar değil, insanın kendisi; gururu, önyargıları, aptallığı, kibri. Hiçbir sınıf bundan muaf değil, hiçbir sistem her derde deva ilaca sahip değil. Her birey kendine ait olmayan yaşam biçimine başkaldırmalı. Bu başkaldırı ancak sürekli ve kesintisiz olduğu takdirde başarıya ulaşabilir. Hükümetleri, efendileri, tiranları devirmek yetmez; kişinin doğruya ve yanlışa, iyiye ve kötüye, adalete ve adaletsizliğe dair kendi önyargılarını da devirmesi gerekir. Kazıp da içine kendimizi gömdüğümüz savaş siperlerini terk ederek açığa çıkmalıyız; kollarımızı açıp silahlarımızı, sahip olduğumuz şeyleri, bireysel haklarımızı, sınıflarımızı, ülkelerimizi, halklarımızı teslim etmeliyiz. Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek
için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. Güce güçle karşılık
vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 

Dünyanın iyiliğini, düzenini, huzurunu düşünmeyi reddettiğimiz sürece birbirimizi öldürmeye, birbirimize ihanet etmeye devam edeceğiz.

(Marousi'nin Devi, Henry Miller. Çeviren: Avi Pardo.)

16 Eylül 2015 Çarşamba

Işık!


Paris’te aynı evi paylaştığım Betty Ryan adlı kız olmasaydı Yunanistan’a belki de hiç gitmeyecektim. Bir akşam, bir bardak beyaz şarap içtikten sonra dünyayı gezerken yaşadıklarından bahsetmeye başladı. Onu hep can kulağıyla dinlerdim; deneyimleri farklı olmakla kalmaz, gezilerini adeta resmederdi ve tasvir ettiği her şey büyük ustaların tabloları gibi zihnime kazınırdı. O geceki konuşma gerçekten tuhaftı, sohbet Çin’den ve yeni öğrenmeye başladığı Çinceden açılmıştı. Bir süre sonra Kuzey Afrika’daydık, çölde, o zamana dek adlarını bile duymadığım insanların arasında. Sonra, birden, o, tek başınaydı, bir nehrin kıyısında yürüyordu, ışık çok parlaktı. Göz kamaştırıcı güneşin altında becerebildiğim kadarıyla peşi sıra gitmeye çalıştım, ama bir süre sonra ortadan kayboldu, bense kendimi daha önce hiç duymadığım bir dile kulak verdiğim yabancı topraklarda buldum. İyi bir öykü anlatıcısı değil, fakat bir tür sanatkâr Betty, çünkü o güne dek hiç kimse onun Yunanistan’ı anlatırken yaptığını yapmamış, bana bir yerin havasını böyle derinden solutmamıştı. Daha sonra
kaybolduğu ve onunla birlikte benim de kaybolduğum yerin Olympia civarı olduğunu anlayacaktım, ancak o zamanlar sadece Yunanistan’dı benim için, o güne dek hayal bile etmediğim, görmeyi
asla ummadığım bir ışık dünyası.

Bu konuşmadan aylar önce Korfu’ya yerleşmiş olan arkadaşım Lawrence Durrell’in Yunanistan’dan yazdığı mektuplar geçmişti elime. Mektupları harikulade olmakla birlikte benim için
biraz gerçekdışıydı. Durrell şair olduğundan yazdıkları şiirseldi; düşle gerçeğin, tarihle mitolojinin bu denli ustaca harmanlanması kafamı karıştırmıştı. Sonraları bu karmaşanın gerçek olduğunu ve sadece Lawrence’ın şiir yeteneğinden kaynaklanmadığını bizzat keşfedecektim, gelgelelim o zaman, defalarca yinelediği davetini kabul edeyim diye beni kandırmaya çalıştığını sanmıştım.

(...)

(Henry Miller, Marousi'nin Devi. Çeviren: Avi Pardo.)

15 Eylül 2015 Salı

Dev!

Sizler belki de tatildeyken tatil nedir bilmeyen bizler, yirmi yıl boyunca tatile çıkmamış bir yazarın, dünya tam da İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğindeyken çıktığı Yunanistan seyahatini konu alan bir kitap hazırladık: Henry Miller'dan Marousi'nin DeviYunanistan’ın yaşlı ve yoksul topraklarında aydınlanmaya varan bir yolculuğun, dünya sancısıyla çıkılan bir arayışın hikâyesi. Öyle bir arayış ki bu, yazarı Fransa’dan dostu Lawrence Durrell’in yaşadığı Korfu adasına getiriyor ve kana susamış bir dünya manzarasını gözler önüne seriyor. Öyle bir arayış ki, Henry Miller’ın kendi ışığını bulmasını ve geleceğe bakmasını sağlıyor... Öyle bir arayış ki, zenginliğin dünyevi değil, manevi ve ebedi olduğu bir dünyaya varıyor. 

‘İnsan neyle yaşar?’ diye soruyor Henry Miller Marousi’nin Devi’nde... Kanla mı, terle mi, yıllar yılı didinip edindiği servet ile mi yoksa barış, huzur ve doyum ile mi? İnsan bunca savaşın, bunca şiddetin ortasında nasıl yaşar? Şarap ile mi, şiir ile mi, doğa ile mi yoksa para ile mi? Marousi’nin Devi, medeniyetin insan ruhuna açtığı yaraların nasıl iyileştiğini, Miller’ın insanlığa olan inancının nasıl pekiştiğini anlatıyor ve kadim uygarlıkların kalıntılarının kıyısında Batı medeniyetine belki de en sert eleştirilerini yöneltiyor.

Avi Pardo'nun Türkçesiyle, şimdi raflarda.

(Görselde, Miller'ın yaptığı bir Yunanistan resmi: A La Durrell.)



14 Eylül 2015 Pazartesi

Nefes

Blog yazmak tuhaf şey sevgili okur, mesela canınız sıkkınsa, sıkkınlıktan öte nefes alamaz gibiyseniz yazmak zul geliyor... Öte yandan, nefes alamazmış gibi hissederken altından kalkılabilen şeyler epey fazla, mesela sokakta yürüyebiliyorsunuz, mesela masada çalışabiliyorsunuz, mesela pencereden dışarıyı gözleyebiliyorsunuz, mesela kendinize pek hayrınız dokunmasa bile kuşları, kedileri, köpekleri besleyebiliyorsunuz... Kolay kolay becerilemeyen şeyler de var elbette, sorayım mesela, her şeyi, yazmayı falan geçelim de, bu aralar hanginiz rahat bir uyku uyuyabiliyorsunuz?

Bir zamanlar, dünyanın kendisi yine böyle büyük bir kabusa dönüştüğünde ve içimdeki sıkıntı şişelenip dizilebilir, paketlenip süslenebilir, biriktirilip odun niyetine sobaya atılabilir denli somut bir hal kazanmışken yazmayı çizmeyi bırakıp gazetelerden kestiğim ve zihnimi terk etmeyen resimleri -sadece resimleri ve manşetleri- koca bir deftere yapıştırmaya başlamıştım... sanki o resimler, orada muhafaza edilirlerse zihnimi koruyabilecekmişim gibi. Sonrasında,  iyiden iyiye bir dehşet kolajı görünümüne kavuştuğunda anımsamak istemediğim pek çok şeyle dolu bir kutuya kapatıp rafa kaldırdım onu. Şimdi düşününce komik tabii, sayfalarını asla çevirmek istemeyeceğim bir utanç envanteri - insan, zihnine kazınanı dönüştürebilir mi ki? Kişisel tarihime gömülü bu anlamsız girişimi de anımsadıktan sonra sancılanmadan yaşayabiliyorsanız eğer etrafınıza daha dikkatlice bakın diyeceğim sadece, çünkü sancı, bir şeylerin yolunda olmadığını anımsamanın en temiz yolu, yaşıyor olduğunuzu hatırlamanın da elbette.

Özetle: bu geniş aranın, bu tuhaf girişin ardından hepimize, herkese daha havadar bir dünya diliyorum.

Kaybolmayalım.

1 Eylül 2015 Salı

Yazar


...

"Bu öykü müthiş," dedi abim. "İnsanın aklını başından alıyor. Fazla kopyan var mı?" Olduğunu söyledim. Bana abisi-küçük-kardeşiyle-gurur-duyuyor gülümsemesiyle baktıktan sonra yere eğilip elindeki sayfayla köpeğin kakasını aldı ve çöp bidonuna attı.

Yazar olmak istediğimi işte o anda anladım.

(Etgar Keret, Yedi Güzel Yıl. 'İlk Öyküm' adını taşıyan ve Keret'in 'Borular' adlı öyküsünün yazımını anlattığı öyküden; çeviren, elbette ki Avi Pardo. Bu arada Keret, Ot dergisine mini bir söyleşi verdi, özleyenler kaçırmasın.)