29 Temmuz 2016 Cuma

N-n-n


Cuma notlarına Kusama ile giriş yapalım: Küçük Denizkızı - Sonsuzluğa ve Ebedi Aşka dair bir Masal. Kusama hakkında daha fazlası için buraya ve buraya buyrun. Kusama'nın Alice Harikalar Diyarında'sı çizimleri için sizi buraya alalım.

Hemingway'e kim benzer, kim benzemez? Hah, bana böyle anlamsız haberlerle gelsinler; buradan hareketle, klonlanmış canlılar, bir tarihçe. Üzerine, zaruri biçimde, Ishiguro, Beni Asla Bırakma. Beni asla bırakma deyince, hazır mevsimlerden yaz iken ve yazın şiir okumak başka güzel diye: İbrahim'in Beni Terk Etmesi.

Seksenler, doksanlar ve bizim yeraltı: Murat Beşer zamanın flulaştırdığı simaları yeniden resmediyor - her biri roman olabilecek nitelikte, şiddetle öneririm. Üzerine, Jack White'ın uzaya yollayacağı pikap ve hazır nostalji damarına dalmışken Trainspotting 2: Play Tuşu soruyor, Trainspotting 2 neden çok önemli bir film? Blog yazarı olarak böyle bir söz hakkım var mı bilmiyorum ama bazen bir film sadece bir film ve bir kitap sadece bir kitaptır, kimileri hayatımızı değiştirecek kudrette olsa bile demek isterim bu noktada, bu arada Porno diye yazılır, Trainspotting 2 diye okunur, belirtmeden geçmeyeyim.

Güzel insanlardan güzel işler: Baysan Yüksel ve Zeynep Alpaslan'ın Lulu'su. Zeynep Alpaslan'ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan romanı Pagoda için buraya, Baysan Yüksel'in harikulade işleri için de buraya bir uğrayın.

Herkese edebiyat, sanat ve bilgi dolu günler ve elbette ki zihin açıklığı dilerim.

(Yukarıdaki görsel haliyle Kusama, aşağıda Mr. Fahrenheit ve Mazatl'a ait işlerle Doğu Londra, Fashion Street. Dünya büyük, hayat kısa yahut ars longa, vita brevis, zamanımızı harcamayalım (bir temenni.))


28 Temmuz 2016 Perşembe

Bilmemek


Yüzünü güneye dönerek ışıkları, köprüleri, körfezi Pasifik’ten ayıran çıplak, siyah tepeleri görebileceği şekilde oturdu. Birkaç milyon yıl önce tüm bunların sualtında olduğunu söylemişti biri ona. Tüm bu dağlık burunlar ve adalar eskiden o kadar derindeydi ki okyanus tabanındaki sırtlar olarak tanımlanabilirlerdi ancak. Gümüşî körfezin öte tarafında bir çift kuş gördü, balıkçıl ya da akbalıkçıllar, alçaktan uçarak kuzeye doğru gidiyorlardı. Mae bir süre oturup aklını başıboş bıraktı. Hemen altındaki oyukta bir ihtimal yaşayan tilkileri geçirdi aklından, sahilde taşların altında bir ihtimal saklanan yengeçleri, yukarıdan bir ihtimal geçen arabalardaki insanları, limana yanaşan ya da görülebilecek her şeyi görmüş, iç çeken yolcularıyla limandan ayrılan şilep ve tankerlerdeki erkekleri ve kadınları. Etrafını saran derin sularda belli bir amaçla dolaşarak ya da amaçsızca sürüklenerek yaşama olasılığı bulunan her şeyi bir bir tahmin etti ama hiçbirini uzun uzadıya düşünmedi. Etrafında mümkün olan milyon tane çeşitlemenin bilincindeyken çok bir şey bilmediği, asla da bilemeyeceği düşüncesiyle avunmak yeterliydi.

(Çember, Dave Eggers; çeviri: Handan Balkara. Görselde, Anish Kapoor'a ait bir iş yer alıyor, adını maalesef bilmiyorum, kayıtlarım karışmış, ama fotoğrafı ben çektim. Bu hafta çeşitli mecralarda daha evvel yayımlanmış birtakım yazılarımdan kesitler paylaştım, nasılsınız bilmiyorum ama ben, kitapların yardımı ve vasıtasıyla kendime gelmeye çalışıyorum, sizlere de aynını öneririm, işe yarıyor... Bibliyoterapi!)

 

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Güvende...

...

İletişimsizlik, olan bitene şahit olmakla yükümlü olduğumuz dünyada belki de insana verilmiş cezaların en büyüğü. Roman, Oskar’ınkiyle paralel olarak anlatılan Dresden Bombardımanı’ndan kurtulmuş yaşlı çiftin öyküsüyle de bu temanın altını şiddetle çiziyor. Bombardımandan kurtulduktan sonra konuşmayı bırakıp sadece yazı yazarak iletişim kuran adam ile ona adeta bir akrabalık bağıyla tutunan kadın, içinde bir türlü var olamadıkları ortak hayatlarında, yaşam alanlarını yavaş yavaş “hiçbir şey” yerlerine dönüştürüyorlar. Eski yaraların yerine yenilerini ekleyerek yaşamla uzlaşmaktansa, hayatta kalmış olmalarını reddedercesine kendi sessizliklerine ve boşluklarına gömülüyorlar. Suskun adam her gece üzerinde uyudukları çarşafları yazılarla doldururken; kadın, aylarca oturup yaşam öyküsünü yazdığı kâğıtları adamın önüne koyuyor: bomboş olarak.

İetişimsizliğin yanı sıra, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da ses teması da oldukça önemli.
Ses, birebir yaşamın içinden yükseliyor ve söylenmemiş sözler, yaşam akışına zıt çıkmazlara vesile oluyor. Bir yanda konuşmamayı ve çevresiyle iletişimini bir yerlere karaladığı cümlelere ve avuçlarına yaptırdığı “evet” “hayır” dövmelerine indirgemeyi seçen yaşlı adam, diğer yanda Oskar’ın Black soyadlı kişileri tararken tanıştığı ve duyma cihazının düğmelerini yıllar önce kapatarak etrafındaki seslere duyarsız yaşamayı seçen, yüz yaşını devirmiş adam… Bu iki karakter de, yaşama sesle dahil olmayı ya da yaşamın sesini duymayı reddettikleri çözümsüz noktalarda, akıp giden hayata karşı kapattıkları kapıları roman akışı içinde farklı biçimlerde aralamaya teşebbüs ediyorlar. Kimi yerlerinde satırların üst üste bindiği, anlatılan kadar anlatılamayanın da anlatının bir parçası haline geldiği bu romanda, Foer’in duruşu umuttan ve insancıl olandan yana.

Sözün bittiği yerde, üst üste binen satırlar, boş sayfalar ve akıllardan ne yapılırsa yapılsın silinemeyecek resimler öyküyü destekliyor ve söylenebilenlerin yoğunluk derecesini artırıyor. Oskar’ın babası olduğunu hayal ettiği, alevler içindeki İkiz Kuleler’den atlayan, gökten düşen adam resimleri gibi. Durmaksızın icatlar yapan Oskar, kuşyeminden bir gömlek icat ediyor mesela, yanan bir gökdelenin içinde hapis kalarak hayatından kaybolan babasını hayallerinde kurtarabilsin diye. O zaman, işte o zaman, sözün bittiği, tüm çözümlerin tükendiği bir yerlerde, yanan bir binadan atlayıp yere çakılmaktansa göklere yükselmek mümkün olabilirdi. Ya da düşüşü belgeleyen fotoğraf karelerinin sırasını sondan başa doğru dizerek… İşte o zaman, Oskar’ın da dediği gibi, “Güvende olurduk.”

...
----

Yazının tamamı, Varlık Dergisi'nde yayımlanmıştır.


26 Temmuz 2016 Salı

Büyük saat


 “Sonuç itibariyle her hayat, yakın ve uzak arasındaki mesafeyi adımlamakla geçiyor.”[1]

Kitabınızı matbu, mecranızı ise kitabevi olarak tercih edenlerdenseniz şimdilik size ne ifade eder bilmiyorum, fakat Amazon’un Temmuz ayından itibaren geçeceği uygulama, yazarları yakından ilgilendiriyor: Global yayıncılık arenasındaki en büyük ve belirleyici oluşumlardan Amazon, bundan böyle e-kitaplarının yazarlarına satın alınan kitaplar üzerinden değil sayfa hesabıyla, yani okunan sayfa başına ödeme yapacağını duyurdu. Bir nevi göz kirası... Tekelleşen  ve saldırgan stratejileriyle sektörün geleneksel aktörlerini tehdit eden dev şirket yayıncılık gündemini epeydir belirlese de bu son hamle, yazarın üretimini beğeniye endekslemesiyle gelecekte istisnasız hepimizi bekleyen karanlık günlerin habercisi sayılabilecek nitelikte. Öyle ya, beğeni yeterli değilse, yazarın özgün tercihleriyle, kendi yolunu tutarak hayatta kalması, ileride pek de mümkün olmayabilir.

Geri bildirim ve teknolojinin sağladığı geniş olanaklarla sınırsız bir diyalog düzleminde yaşamaktan kaynaklı sorulara –Basılı kitabın ömrü ne? Telif, Internet odaklı paylaşım imkanlarıyla nasıl bağdaşır? vs-  böylelikle bir yenisi eklendi: Kitlelerin beğenisi, yazma edimini nasıl etkileyecek? Zamanımızın en büyük yazarlarından biri kabul edilen Jonathan Franzen, 2011 tarihli bir konuşmasında,[2] Facebook sayesinde “beğenmek fiilinin bir halet-i ruhiyeden fareyle yapılan bir harekete, bir duyguyken bir tüketim ifadesine dönüştüğünü” söylüyor ve teknolojinin nihai amacının, isteklerimize kayıtsız kalan reel dünyayı ortadan kaldırıp bu istekleri anında ve birebir karşılayan bir dünya koymak olduğunu belirtiyor. Franzen, bilhassa sosyal medya teknolojilerine karşıtlığıyla biliniyor, dolayısıyla yeni çağın beğeni eğilimlerini eleştirmesi çok da şaşırtıcı değil. Öte yandan, yeni şekillenen kültürel manzarada, hele de Amazon’un son girişiminin ışığında bizlerin durumu, Sierra Nevada dağlarında karda mahsur kalmalarının akabinde yamyamlığa başvurup birbirlerini yemeye kadar varan türlü badireden sonra Kaliforniya’nın onlara vaat ettiği yeni ve sahipsiz (!) topraklara kavuşan Donner Ekibi’ndekilerin[3] içinde bulunduğuyla paralel sayılabilir; varış noktası hakkındaki vaatler ne denli parlak olursa olsun tuttuğumuz yolun pek de iç açıcı olmadığını söylemek için kâhin olmaya gerek yok sonuçta... Uygulama henüz sadece e-kitapları kapsıyor; fakat bunun kitabevleri ve matbu kitaplar nezdinde etkisi olmayacağını düşünmek ya epey iyimser olduğunuza ya da halihazırda tekelleşmiş kitabevi zincirlerinin yön verdiği ortamda tektipleşmeye fazlaca meyilli kitap raflarına uzun zamandır dikkatlice bakmadığınıza delalet olabilir. Tüketim çarkının en kurnaz manevrası bu belki de: taleplerin birebir karşılandığı, tercihlerimiz doğrultusunda iyiden iyiye şekillenen bir manzaranın parçaları olarak bizler, yeni ve farklı keşiflere her zamankinden daha uzak, yeni ufuklar karşısında her zamankinden daha kör, yeni sesler duymaktan her zamankinden daha aciziz.

Talep gören filmlerin illa ki devamlarının gelmesi yahut yeterince izlenmedikleri için orta yerinde gösterimden kaldırılan diziler misali, kitapların da tüketime ya da serileşmeye şartlandığı bir gelecek sanılandan daha yakın ise eğer, özgün, ayrıksı, öncü yazar miti nasıl evrilir? Sorunun yanıtı zamanla belli olacak, fakat güçlü ve benzersiz seslerin, yenilikçi yaklaşımların seyrelerek yerlerini denenmiş, sınanmış ve onaylanmış olanlara bırakacağını, kendi yolunda yürüyen yazar imgesinin yerini kalabalıkları eyleyen yazara bırakacağını iddia etmek mümkün. Yazınla gelişen okurdansa, kitlelerin tüketim tercihleri doğrultusunda şekillenen edebiyat ve kalabalıkların içinde özgünlüğüyle, sürüden ayrılarak tuttuğu yolla öne çıkacağı yerde sürüye, yani kitlelere, daha doğrusu “tüketiciye” –ve endüstriye- hizmet eden yazardan oluşan bir bulanık manzara karşımızdaki. Öyleyse ne türden olursa olsun baskıya boyun eğmemiş kalemleri anmak, yazarın kitlelerle değil, onlara rağmen hayatta kalma ve kendi özgün rotasını çizme edimine daha yakından bakmak, sormak gerek: Yazarın yolu, nerelerden geçip de buralara geliverdi?  

(...)

Ünlü romancı Neil Gaiman, geçtiğimiz günlerde, The Long Now adlı vakıf için bir konuşma yaptı ve burada bahsedilenin aksine, oldukça parlak bir manzara çizerek hikâyelerin asla ölmeyeceğini, bilakis, insanlar fani olsa da iyi hikâyelerin sonsuzluğa uzanacağını söyledi. İyimserlik de manzaraya bakarken kullanılacak bir tercih elbette; fakat eklemeden geçmemeli, The Long Now, geleceğe yatırım yaptığını söyleyen bir kuruluş ve en büyük projelerinden biri, çölde inşa edilen ve on bin yıl boyunca çalışacak olan saat... Projenin en önemli sponsoru ise Amazon CEO’su Jeff Bezos’dan başkası değil; Bezos, bu saatin inşasına şimdiden milyonlarca dolar yatırmış halde.

Şüpheye mahal yok; geleceğe giden yol epey uzun sürecek, öte yandan manzara, nicedir şekillenmekte.






[1] Solnit, Rebecca. Kaybolma Kılavuzu. Çeviri: Gökçe Gündüç.
[2] Franzen, Jonathan. “Acı İnsanı Öldürmez,” Uzaktaki. Çeviri: Zarife Biliz.
[3] Seksen yedi kişiden oluşan at arabalı ekip, 1846’yı 1847’ye bağlayan aylarda Kaliforniya yolundayken soğuk kışın bastırmasıyla dağlarda mahsur kalmış, yiyecek stoklarını tüketmiş ve içlerinden sadece kırk sekiz kişi, yolculuğun sonunu görebilmiştir. Donner ekibinin macerası, Amerikalı öncülerin göçlerine dair kayıtlara geçmiş en büyük trajedi sayılır.

--------

Yazının tamamı IAN Edebiyat'ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.

Drone'ları, algoritmaları ve diğer ütopik projeleriyle Amazon hakkındaki düşüncelerinizi, Çember'i okuduktan sonra bir daha gözden geçirin derim. On bin yıl sonra, on bin yıl önce...

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Geleceğe dönüş

...

Bu yazıyı kaleme aldığım sırada, Halkların İklim Yürüyüşü kapsamında dünyanın dört bir yanında eylemler düzenlenmekteydi. Yüz milyon kadar insan, 23 Eylül’deki İklim Zirvesi öncesinde gezegenin geleceğine dair kaygılarını ortaya koymak üzere harekete geçmiş, küresel olarak gerçekleşen en büyük eyleme imza atmıştı. Gelecek, ekolojik bağlamda, pek de iç açıcı görünmüyordu.

Gezegenin geleceği bir yana, kitapların geleceği, bilhassa dijital devrimin başlangıcından bu yana büyük bir hararetle tartışılmaya devam ediyor. Umberto Eco, kitabın tıpkı makas ya da tekerlek gibi bir nesne olduğunu, icadından sonra daha iyisinin yapılamayacağını[i] ifade ederek noktayı koymayı denediyse de, çağın yeniliklerinin ışığında tartışmalar dinecek, uzlaşma sağlanacak gibi görünmüyor. Tahayyülü ancak şimdiki zamanın verileriyle mümkün olan gelecek, geleneksel anlamda kitaplar ve dolayısıyla kütüphaneler söz konusuyken ekolojik resmin aksine, daha puslu, daha bilinmez bir çehreye sahip.

Ulusal medyada kütüphanelerin dijital alt yapılara geçmekte olduğuna yönelik haberler artadursun, geçtiğimiz günlerde, İskoç sanatçı Katie Paterson’ın girişimiyle, tabir yerindeyse akıntının tersine bir girişimin ilk adımlarının atıldığı duyuruldu: Gelecek Kütüphanesi. Kütüphanenin, yüz yıl boyunca her sene, yayımlanmamış, yeni bir metni alarak mühürlü bir kutuda saklayacağı ve 2114 yılında bu metinleri yayımlayacağı açıklandı. Gelecek Kütüphanesi, tohumları bugün atılan, hasadı sonraki kuşaklara kalan bir girişim; zemini, şimdilik Oslo dışındaki Nordmarka civarına dikilmiş, yüz yıl sonra kitap kâğıdına dönüşecek bin fidandan ibaret. Kütüphanenin bu sene edindiği ilk kitap ise, distopik gelecek tahayyülüyle bilinen Margaret Atwood’a ait.

Kozmokomik Sanat

“Dua et bizim için, bir zamanlar uçabileceğimizi düşünürdük biz de.”[ii]

Gelecek Kütüphanesi’nin yaratıcısı Katie Paterson, 1981 doğumlu bir sanatçı; bugüne değin yaptığı işlerin hemen hepsinde zaman ve uzama dair duyarlılığı ön plana çıkıyor. Bütün Ölü Yıldızlar isimli işi için, kayıtlara geçmiş tüm kaymış yıldızlara ait bir harita çıkarmış; İkinci Ay ile aya ait bir taş parçasının hava yolu kargosu vasıtasıyla dünyanın etrafında seyahatini sağlamış. Karanlığın Tarihi ise, karanlığa dair, milyonlarca yılı kapsayan imgelerle uzun soluklu bir arşiv oluşturan bitimsiz bir iş olarak tanımlanıyor. Dünya-Ay-Dünya adlı işi için Paterson, Ayışığı Sonatı’nın Mors alfabesine dönüştürülerek radyo sinyalleri vasıtasıyla Ay’a gönderimini sağlamış ve Ay’dan yansıdığı kadarıyla sonatı, yeniden notalara aktararak, kendi kendine çalacak bir piyano düzeneği yardımıyla, 2014 Edinburgh Sanat Festivali bağlamında sergilemiş.[iii] The Guardian, Paterson’ı, Calvino’yu anıştırarak ‘Kozmokomik Sanatçı’ diye niteliyor ve bilinen ile bilinmeyeni kozmokomik bir şiirsellikle harmanladığını belirtiyor.[iv] Paterson, sanatından bahsederken, eserlerinde hayal gücünün merkez konumda olduğunu söylüyor; kayıp gitmiş yıldızların, aydan dünyaya yansıyan müziğin ya da ayın dünyanın etrafında bir kargo uçağıyla seyahatinin temsili vurgusu, sonsuzluk çağrışımlarıyla, uzay ve zamana dair dipnotlar açan tasavvur süreçleriyle iz bırakıyor. Slow Space adlı uzun vadeli sanat girişimleri projesi kapsamında yürütülen Gelecek Kütüphanesi ise, Paterson’ın diğer işleriyle örtüşen niteliğiyle, bugünün kelimelerinin yüz yıl sonrasında nasıl bir akis yaratacağını hayal etme imkânı tanıyan bir zemin yaratıyor... Tabii unutmamak kaydıyla: Yüz yıl sonra, bugünün teknikleriyle kâğıda basılmak üzere saklanan bir metnin hayali, kuşkusuz bunu mümkün ya da geçerli kılacak bir dünyanın var olacağını kabul etmekten geçiyor. Bilim-kurgu, metnin içeriğinden bağımsız olarak, tam da burada devreye giriyor esasında; yüz yıl sonrasının kitaplarını nerede, hangi formatta canlandırdığınızı sorgulamış, kendi ütopik/distopik gelecek resminizi çizmiş oluyorsunuz.

Katie Paterson, Gelecek Kütüphanesi’nin, bir asır sonra ev sahipliği yapacağı metinlerle birlikte büyüyen ağaçlardan oluşmasından heyecan duyduğunu belirtmiş. Atwood’un kelimelerinin bu ağaçlarla birlikte büyüyeceğini, ağaç halkalarının kitaptan bölümlere dönüşeceğini ve böylelikle, yüz yıl içinde orman olacak fidanlıkla ile yayımlanmak üzere mühürlü, ahşap bir kutunun içinde bekleyecek metinlerin arasında özel bir bağ kurulacağını eklemiş.[v] Gelecek bir yana, girişimin şimdi, bizlere verdiği mesaj oldukça güçlü: Bugün, bu zamanda, kâğıttan mamul kitapların ömrü tartışmaya açılmışken yüz yıl sonra kitap kâğıdına dönüştürülecek bir orman alanı yaratmak, kitabın bildiğimiz şekliyle varlığını sürdüreceğine, hiç değilse kültürel ortamdan tamamen silinmeyeceğine dair inancı ortaya koyuyor ve bu, azımsanacak bir iddia sayılmaz.


[i] Eco, Umberto & Carrierre, Jean Claude. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın. Çeviren: Sosi Dolanoğlu.
[ii] Atwood, Margaret. “Ölü Gezegende Bulunan Zaman Kapsülü.” Başka Dünyalar. Çeviren: Selin Siral.
[iii] www.katiepaterson.org
[iv] The Guardian. “Katie Paterson, the Cosmicomical Artist.” 6 Nisan, 2012.
[v] Paterson’ın şairane betimlemelerini okurken ister istemez nükleer savaş, iklim felaketi, orman yangını gibi senaryolar geçiyor aklımdan; distopyalar ile beslenmiş bir nesilden geldiğimden olsa gerek.

-----

Yazının tamamı, Ekim 2015'de, IAN Edebiyat'ta yayımlanmıştır. 

Kitaplar bizi iyileştirir... Ve söylemeden olmayacak: Hepimize geçmiş olsun.

22 Temmuz 2016 Cuma

N-n-n



Bu cuma not yok.

Görselde Anish Kapoor'a ait bir iş: Yellow (Sarı.) Yanına yeni çalma listesi: O halde. 

Dehşetten ve şiddetten uzak, barış ve huzur dolu günler dileklerimle.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Karanlık


"Bir şeyler yakalama arzusuyla bir sürü video çekiyor, sürekli bir şeyler paylaşıyor ve sosyal medya akışını durmaksızın takip ediyoruz, kaçırmaktan korktuğumuz heyecan verici bir anın, duygunun ya da deneyimin peşinde... Gelgelelim hayata dair şeylerden yakalamayı en çok istediklerimiz, nihayetinde, buna imkan tanımayan cinstendir belki de."

Sor kendine... sosyal medyada asıl takip ettiğin, peşine düştüğün, ihtiyaç duyduğun nedir diye... Yansıyan nedir... Ekrandaki ile senin arandaki fark, mesafe nedir... Seni bunca besleyen ve yine de aç bırakan nedir?

Dave Eggers'ın, bugünün sözde şeffaf karanlıklarını mükemmelen anlattığı romanı Çember, şimdi tüm kitapçılarda.

(Alıntı, Facebook'ta müşteri hizmetlerinde işe başlayıp Mark Zuckerberg'in metin yazarlığına yükselen Katherine Fosse'den; The New Yorker'da yayımlanan 'Sharing is Caring is Sharing' adlı makalede geçiyor. Görselde, Edward Hopper'ın Sunday'i, Nastja Pitchek'in Emoji Nation projesi kapsamında çağa maruz kalmış halde.)

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Hak



S: Bugün özgürlüklerimizi tehdit eden en önemli unsur nedir sizce?

C: Kimin hakkında, neyi bilmek istersek isteyelim öğrenme hakkımız olduğunu sanmamız.

(Dave Eggers, Telegraph söyleşisi; Dave Eggers mahremiyetin önemini savunuyor; etrafımızdaki Çember, giderek daralıyor. Çember, Handan Balkara'nın çevirisiyle şimdi raflarda.)

15 Temmuz 2016 Cuma

N-n-n

Kişisel bir şeyle başlayayım: Birkaç sene önce, Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nda çok ısrarlı bir okur, satın aldığı kitabın yazarının orada bulunmamasına hayıflanarak standda duran bizlerden onu imzalamamızı istedi, bunu yapamayacağımızı öğrenince de içine hiç değilse tarih atılmasını istedi... Anı olarak. Neyse, bu cumanın ilk notu benzer bir damardan: Red Hot Chili Peppers'a Metallica CD'leri imzalattılar. Zorla.

Drone'lar salan, dünyayı yerinden sarsan Amazon bu defa market alışverişinizi kapınıza getirecekmiş. Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in sosyal medya hesapları çalınmış. Yine Mark Zuckerberg ya da: Biri sizi gözetliyor. Önce Çember'i okuyun, sonra konuşalım.

Abbas Kiarostami aramızdan ayrıldı. Meğer NYRB'nin Yaşar Kemal edisyonlarından birinin kapağında, onun çektiği bir resim yer alıyormuş... Çağrışımlar geniş.

Yazarın odası: Valeria Luiselli. Luiselli demişken, K24'ün 'Yolu Yarılamadan Sınırları Aştılar' adlı makalesine dikkat, Luiselli burada bir diğer yazarımız Tea Obreht ile birlikte boy gösteriyor. Dosyadaki diğer isimler de ilgiye şayan, kaçırmayın, gönlünüzce kurcalayın.

Yeraltı, on altıncı yüzyıl dolayları. Üzerine, metroda arz-ı endam eden hayvanlar. Eh, kapanış görseli Snapchat tarihimin en saçma karesiyle gelsin öyleyse: Hacıosman metrosundaki at kafalı genç adam.

Güzel günler dileklerimle.


14 Temmuz 2016 Perşembe

Rüya


Çember, dünyanın en güçlü Internet şirketi Çember'de çalışmaya başlayan Mae Holland'ın hikâyesi... Genel merkezi Kaliforniya'da bir yerleşkede bulunan Çember Twitter, Facebook, Amazon vb. gibi pek çok Internet sitesi ve uygulamasını kendi çatısı altında toplamış ve kullanıcılarına tek hesapla Internet'te varlık gösterme fırsatı sunmuş, böylelikle yeni bir tür şeffaflık çağına önayak olmuş bir şirkettir. Burası, Çember mensuplarının deyişleriyle bir iş yeri değil, bir "insan yeri"dir; dünya işlerine sınırsız çözüm üretmekle kalmayıp sabahlara kadar süren partiler düzenlenen, ünlü müzisyen ve göstericileri düzenli olarak davet eden, çalışanları spor yapmaya teşvik eden, rüya gibi bir yer... Oysa mükemmeliyetin simgesi Çember beklenmedik bir biçimde daralacak ve bu rüya, bizlere son dercee tanıdık gelecek bir kabusa dönüşecektir.

Fazlasıyla tanıdık olsa da henüz yeterince uzak bir geleceğe dair, son derece zekice kurgulanmış bir roman.

Dave Eggers'ın en iyi romanı sayılan Çember, Handan Balkara'nın çevirisiyle, şimdi tüm kitapçılarda.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Evci


Uzun bir aradan sonra karşınızdayım sevgili blog okuru, sanmayın ki vaktimi denizlerde, deryalarda, ıssız plaj ya da adalarda falan geçirdim, tabii oralarda değil, şaşaadan uzak bir yerde, masamın başındaydım. En son çıktığım ve yine ramazan bayramına denk gelen tatilde, rüya gibi bir Ege beldesinde, en iyi ihtimalle insanı intihara sürükleyecek vahşi çocukların özgürce şahlandığı bir yerde kopan patırtıyı yok saymaya çalışarak feci yorulduğumu ve ailesi olaya ilgisiz kalırken bir kediye olta yutturmaya çalışan on yaşlarında bir çocukla kapıştığım sırada bunu kendime neden yaptığımı sorduğumu anımsıyorum... Gerisi, uzun yılları kapsayan bir tatil fobisine giriyor ki bu hususta burada değil ancak bir terapistin muayenehanesinde konuşabilirim. Kanımca tatil, haklı olarak feci sıkılan birtakım beyaz yakalıların uydurup herkese sattığı bir fikir - öyle ki onsuz çalışma yaşamı tahayyül edilemiyor, tıklım tıkış alanlarda sıkış tepiş vakit geçirmeye sırf tatil hatrına katlanılıyor; zira bunca çile için başka bir açıklama bulamıyorum. Betimlediğim kadar dehşetli olmak zorunda değil elbette, her tatil illa kalabalık ve cıyak cıyak geçmek zorunda değil, ama ya çoğunun öyle geçmesine ne demeli? Bu kolektif tatil iştahına katılmayışım bir yana, ben de masa başında yaşayan bir canavar değilim, ara ara rutini kırmayı tabii ki sevdiğimi, bir çam gölgesinde kitap okumaya ya da serin maviliklere dalmaya bayıldığımı söyleyeyim, ne var ki şartlar, son yıllarda beni bunlardan mahrum bıraktı - şartlar ve büyük "T" ile tatil kültüne duyduğum tepki. (Tatilciler başlı başına bir cemaat olabilir.) Ve yıllar var ki kumsallarda yağlanmış yatan kadın ve erkeklerin neler okuduğunu görmedim, kitap dedektifliği hobimi şehrin toplu taşıma araçlarıyla sınırlı tutmak zorunda kaldım. Bayram zamanı plajlar, feribotlar, otobüsler ve uçaklar, nelerin okunduğuna dair veri toplayabileceğiniz harika saha fırsatları sunar insana; eh, bu açıdan bakılırsa gerçekten bir şeylerden mahrum kalmış olabilirim. Geçen sene, yine herkes sosyal medyasında denize atlama, hamakta ayak sallama, dizleri sosis gibi gösterme videoları paylaşır, günbatımında rengarenk kokteyl görselleri paylaşırken ben, Henry Miller'ın, yirmi yıl tatile çıkmadıktan sonra tam da İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde Yunanistan'a gidiş öyküsünü anlattığı Marousi'nin Devi'nin hazırlıklarıyla uğraşıyordum ve ister inanın ister inanmayın ama yazın büyük kısmını o sayede Ege'de, hiç bilmediğim yerlerde, geçmiş bir zamanın kuytusunda geçirdim - hem de etrafımda bana hayatı zehir edecek canlılar olmadan.

Her neyse, gevezeliğin sonu, kitabın da mevsimi, yazı kışı yok. Tatil güzel olabilir ama siz kitaplarınızı ihmal etmeyin, gerisini boş verin.

İmza: Bir dost.