31 Ocak 2012 Salı

Solgun



... Kısacası, bu adam kelimelerin arasından bir türlü çıkmak bilmezmiş.

Bu yüzden, artık eski kışla binasında kimse doğru dürüst göremezmiş onu.

Ya da, görülse bile sadece bir gövde halinde görülürmüş.

Kitap okuyan, solgun bir gövde halinde.


(Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş. Görsel, Seurat.)

30 Ocak 2012 Pazartesi

Aday

Geçen cuma gününün yazısı, geçirmekte olduğum illet gribe kurban gitti sevgili okuyucu; arayan, hatrımı soran herkese teşekkürlerimi bildiririm. Olaylı bir haftanın ardından bir yenisine adım atmaktayız, eh, yeni yılın ilk ayını da çaktırmadan devirmişiz bu arada, blog da olmasa takvimden kopuk yaşayacağım. Her neyse, geçen hafta Oscar adayları açıklandı; malum, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın sinema uyarlaması konusunda soru işaretleri eşliğinde bir bekleyiş içerisindeyiz, ancak film, öngörüldüğü üzere her kategoride parlamış falan değil; en iyi film ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında aday ki bu da senenin son günlerinde gösterime girmiş bir film için büyük başarı sayılır. Diğer adaylara baktığımızda bu yıl edebiyat uyarlamalarının yine öne çıktığını görüyoruz; ya senaristler özgün yazma konusunda sıkıntıda ya da 'makina' bir edebiyat eseri parladı mı filme uyarlamadan bırakmamakta... Ejderha Dövmeli Kız; Tinker, Tailor, Soldier, Spy; Moneyball; War Horse; The Help (Türkçede Yardımcı adıyla yayımlandı; ancak film Duyguların Rengi ismiyle gösterildikten sonra bir de bu ismi taşıyan edisyonu çıkmış) ve elbette ki Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, edebiyattan beyazperdeye aktarılan ve Oscar'a adaylığı açıklanan eserlerden bazıları. (Tenten olsun, Jane Eyre olsun, ilhamını kitaplardan alan pek çok aday daha mevcut görece daha geri plandaki adaylıklarda, kostüm vs.) Defalarca belirttim, Oscar'mış, şuymuş, buymuş fazla önemsediğimi söyleyemem; ancak belli kitlelerin eğilimlerinin ne yönde olduğuna dair herhangi bir göstergeyi ilgiye şayan buluyorum, Oscar'lar da bu çizgide önem taşıyor. Kişisel fikrim, Foer'in romanının beyazperdede işlemeyeceğine dair; ancak bunu da filmi gördükten sonra bilebileceğiz. Bir başka haber Foer'in bir sit-com senaryosu yazacağı ve Ben Stiller'ın başrol oynayarak bu projeyle ekrana döneceği yolunda - bu konuda da görmeden bir şey söylemektense beklemek gerek. Bu arada bu kadar sinema konuştuk, !f de bu yılki programını açıkladı, ilgilenenler için yolu burada. Yazıyı bağlarken Doğan Kitap'tan çıkan bir klasiğe dikkat çekmek gerek: Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'su, yeni bir çeviri ile raflarda, henüz bu yeni edisyonu inceleme fırsatı bulamamış olsam da şu karanlık kış günlerinde sağlam bir metin arayan herkese şiddetle tavsiye olunur. İyi haftalar!

(Görselde Kim Novak ve Kim Novak'ın yansıması.)

26 Ocak 2012 Perşembe

Cansız

Zihin bir arabanın motoru gibi, bazen öyle ısınmış gibi oluyor ki kapağını açıp buharını atası geliyor insanın. Her neyse, her zamanki olağan web gezintilerimden birinde ilginç bir habere rastladım, görünüşe bakılırsa heykel krizleri yaşayanlar sadece bizler değiliz - geçtiğimiz yılın son günlerinde Danimarka'nın Odense limanında Hans Christian Andersen, sulara gömülmek durumunda kalmış... Oldukça karışık bir hikaye ancak özetlersek durum şöyle; yerel otoriteler Hikayeci Çeşmesi isimli bir proje için iç içe geçen birtakım heykeller yapılmasını ve bunların şehir merkezinde konuşlandırılarak hikayecilik geleneğinin onurlandırılmasını ve yayılmasını hedefliyorlar, ancak evdeki hesap çarşıya uymuyor, ayrılan ödenekler Andersen'in heykeli yapıldıktan sonra projenin devamı için masrafları karşılamaya yetmiyor ve türlü çözüm önerisi sonrası Andersen'in heykeli bir başına ve sahipsiz kalınca bu defa heykeltraş, bir cenaze töreni düzenleyerek heykeli limana gömüyor. Heykeltıraş Jens Galschiot, Andersen'in doğumgünü olan 2 Nisan'da heykeli gömülü olduğu yerden çıkartmak suretiyle diriltip birkaç hafta şehri izlemesi için yeniden dikeceğini ancak sonra tekrar gömeceğini belirtmiş. Şehir yetkilileri ile maddi anlaşmazlıklar içinde olan sanatçının protest tavrı yanı sıra, hikayecilik geleneğine katkı amaçlı bir girişim de söz konusu burada - heykeltıraş, bu absürd olaydan yeni bir hikaye yaratma derdinde. Bütün bunlar olup biterken kendisine müdahale edilmemesi ayrıca ilginç, büyük bir objeyi ha bire gömüp çıkartmak pek de kolay olmasa gerek. Her neyse, Andersen'in heykeli, 2 Nisan'da yeniden gün ışığına çıkacak... Bu noktada istemsiz serbest çağrışım devreye giriyor ve gömüldükten sonra yeniden topraktan dışarı çıkarılıp sergilenen Hüseyin Çağlayan imzalı ipek elbiseleri düşünmeden edemiyorum - cansız nesneler için hayat, bizlerinkinden çok daha ilginç olabilir mi? Yazının görseli Lisa Occhipinti'nin kitaplar ile yaptığı işlerden birinden; sanatçı, "atık" mahiyetindeki kitaplardan yarattığı objeler ile tanınıyor - tuhaf zamanlar, ne diyelim, hararet yapmamak mümkün değil.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Sefil

Çünkü sanat bizi incitmez, yaralamaz. Bir oyunu izlerken döktüğümüz gözyaşları sanatın uyandırması gereken şiddetli, zarif, temiz duyguların ifadesidir. Ağlarız ama yaralanmadan. Kederleniriz ama kederimiz acı vermez bize. Spinoza'nın dediği gibi, gerçek hayatımızda keder, daha alt basamakta, daha zayıf bir mükemmelliğe geçiş demektir. (...) Ancak ve ancak sanat aracılığıyla kendi mükemmelliğimizi gerçekleştirebiliriz; gerçek varoluşun sefil, alçaltıcı tehditlerinden sadece sanat aracılığıyla koruyabiliriz kendimizi.

(Sanatçı Olarak Eleştirmen, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil. Oscar Wilde, çeviren: Esin Soğancılar. İletişim, 2008. Görsel, Frida Kahlo'nun günlüğünden bir sayfa.)

24 Ocak 2012 Salı

İnsan denen...

Bu hafta planlama ve yapım aşaması nerdeyse yirmi yıldır devam eden, Kerouac metni Yolda'nın Coppola imzalı aynı adlı beyazperde uyarlamasının sonunda bu yıl Cannes'da gösterileceği açıklandı; böylelikle bir yılan hikayesinin daha sonuna gelmiş olduk... Yolda'yı sinemada izlemek için geri sayımı başlatmakla beraber, henüz film hakkında sizdırılan fazla bir şey yok, dolayısıyla hayal etmekten ötesi olası değil daha. Önümüzdeki ay, Kerouac'ın uzun yıllar bir depoda yatmış olup ilk olarak 2004'te yayımlanan oyunu Beat Kuşağı, Garo Kargıcı çevirisi ile raflarda olacak. 6 45'in de Ginsberg'in Uluma'sı için özel bir baskı gerçekleştirdiğini ekleyelim ve Yolda'nın devamı niteliğindeki Big Sur'un sonraki aylarda karşınızda olacağını belirtelim bu arada. Takip ettiniz mi bilmiyorum; bir yandan Burroughs (ve çevirmeni Süha Sertabiboğlu ile yayıncısı İrfan Sancı) mahkemelerimizde halen ve ısrarla yargılanmakta, geçen haftaki celsede mahkeme kitabı inceleyecek bilirkişi bulunamadığını açıklamış; komik mi komik ama komedi diye nitelenemeyecek denli saçma ve trajik bir yandan bütün olan biten. Web'de dolaşırken Ginsberg'in 90'larda İstanbul'a yaptığı ziyaret sırasında epey şenlikli bir ekiple Kumkapı'ya, Kara Kartallar meyhanesi adlı bir mekana gittiğini okudum - gecenin başlangıcında Ginsberg, "Dünyanın bağışıklık sisteminin insan denen bir virüs tarafından fena halde yıpratıldığına dair" bir konuşma yapmış - ifadeye katılmakla beraber, üzerinde belli oynamalar yapıp yaşadığımız topraklara uyarlanabileceği kanaatindeyim. Ters Ninja'daki yazı, gece ile ilgili detayların şiir eleştiri dergisi Heves'in 23.cü sayısında yer aldığını belirtiyor - henüz dergiyi temin edebilmiş değilim, ancak sana buradan haber edeceğim sevgili blog okuru, zira Ginsberg'in Kumkapı macerasını fena halde merak etmekteyim. Yukarıdaki görselde Kerouac, New York'ta, kendi yansıması karşısında... Beat yazılarına henüz giriş yapmadık, yavaş yavaş oralara da uzanacağız. Yakındır.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Kaçış!

Bu ayki Sabit Fikir'e göz attıysanız kaçırmamışsınızdır: Aysu Önen, Kararsız Okur köşesinde şahane bir kitap yolculuğu krokisi hazırlamış. Yukarıdaki görsel, biraz daha farklı, Brain Pickings'de rastladım, birbirinden etkilenen ve birbirini etkileyen yazarları içeren bir tür harita, Circles of Influence (Etki Çemberleri) adıyla geçiyor. Geçen hafta epey yoğun, yorucu ve yıpratıcı geçti; ancak böyle oyuncaklı şeyler, haliniz ne olursa olsun, zihninizi cilalamaya yarıyor. Cila demişken, Karaköy Salt'taki Foto Galatasaray sergisini kaçırdıysanız Tayfun Serttaş'ın aynı adlı kitabını edinmenizi öneririm. Sizlere güzel bir hafta başlangıcı dileyip aşağıdaki Spike Jonze imzalı işi (trailer, tamamı You Tube'da) paylaşır, bir süredir her fırsatta gömüldüğüm Avunamayanlar'a doğru ilerlerim.

Kaçış rotalarınız çok olsun!

20 Ocak 2012 Cuma

Hepimiz

"Hepimizi o cinayete görgü tanığı yaptılar."

Tam metin burada.

(Bugün yazı yok... Bugün, öyle bir gün. Daha iyi günler umuduyla...)

19 Ocak 2012 Perşembe

Okur

Yazar deyip durduk dünkü yazıda; bugün yine bir yazardan, spesifik olarak Truman Capote'den bahsetmek ve yazarın okuma alışkanlıklarına dair Paris Review'da paylaştıklarını aktarmak niyetindeyim, zira son derece ilham verici (evet, blog yazarınız da kitaplar bir yana etiket, ilan, reklam, pano okumadan yaşayamayanlardan):
Çok fazla okurum. Ve her şeyi okurum; etiketler, yemek tarifleri, ilanlar dahil. Gazetelere tutkuyla bağlıyım - her gün tüm New York gazetelerini, Pazar ilavelerini ve pek çok yabancı dergi okurum. Satın almadıklarımı gazete bayi önünde ayakta dururken okurum. Haftada ortalama beş kitap okurum - normal uzunlukta bir romanı bitirmem 2 saat kadar alır. Macera romanlarından hoşlanıyorum ve günün birinde ben de bir macera romanı yazmak istiyorum. Kurgu tercih etmekle beraber, son yıllarda daha çok mektup, günlük ve biyografi okur oldum. Yazdığım sırada bir şeyler okuyor olmak beni bozmaz - yani, birden dönüp baktığımda başka bir yazarın uslubunu benimsemiş bulmam kendimi. Yalnız bir keresinde, uzun süren bir James okuması esnasında, kendi cümlelerim feci biçimde uzar olmuştu.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Yalnız

"Toplumu eleştiren düşünür toplumun yeni örgütlenmesi karşısında, artık, içinde yer almak istemediği çağdaş toplumdan uzaklaşamamakta; sadece "fraternal fuhuşa dönüşmüş" yeni toplumsal ilişkilerin yaşandığı kalabalıklar içinde yeni bir yalnızlığa çekilebilmektedir."*

Geçen hafta NY Times'da, Anne Trubek imzalı bir makale yer aldı; Trubek, yazarların yeni çağa özgü görünürlüğünden dem vurmuş, özellikle Twitter personalarını değerlendirerek önceden toplumla iç içe olamayan yazara dair mitin böylelikle yıkıldığını belirtmiş. Makale ilginç ancak biraz zayıf; başlıktan da belli aslında: 'Yazarlar neden tweet atar?' Twitter ya da sosyal medyanın bütününü alıp bir oraya bir buraya koymanın, genellemeler yapmanın, devrim niteliğinde olduğunu iddia etmenin ya da tamamen görmezden gelmenin de anlamı olduğunu düşünmüyorum. Ancak makalede tüm sorunlu genellemelere rağmen değinilen bir gerçek var - o da görünürlük olasılıklarının artmış olduğu bir çağda yaşadığımız. Bunları kullanıp kullanmamak, elbette kişinin kendi tercihi. Eskiden yazarların tercihen toplum dışında, bir masa başında, kalem ve kağıt dışında pek bir şey ile yakınlaşmadan hayatlarını sürdürdükleri iddiası da var ki makalede, belki en tartışmalı genelleme bu - Salinger, malum, resminin bile çekilmesine izin vermiyordu ama ondan seneler evvel Oscar Wilde, o davet senin bu davet benim dolaşma, meşhur monologları ile sürekli (tek taraflı?) bir sosyalleşme çabası içinde değil miydi? Yazarın ya da herhangi birinin nasıl yaşamayı tercih edeceğine kim karışabilir? (Jeffrey Eugenides, facebook sayfasına -manidar biçimde- bir seferlik bir not koymuş: "Okurun yazarla doğrudan iletişim içinde olmaması gerektiğini düşünüyorum; tuhaftır ama yazar, konunun dışında yer alır.")
Son zamanlarda dikkatinizi çekmiştir; eski sevgili sıfatıyla biri, meşhur bir yazarın özeline yönelik açıklamalar yapıp durmakta; yer aldıkları kültür-sanat sayfalarından çok magazine gidecek bu beyanatların, kendi adıma, bir tür performans sanatı hadisesi olduğunu ummadım değil (konu dışı demek bu demek olsa gerek.) Her neyse, yukarıda bahsettiğim makale, pek çok yazardan görüş aldıktan sonra sosyal medyanın edebiyatı 'demokratikleştirdiğini' ve yazmanın gizemlerini aydınlattığını iddia ederek sonlanıyor. Yazmanın gizemini -varsa eğer böyle bir şey- yazan kişiden başkasının anlayamayacağını düşünmekle beraber, yazarın kendi tercihi söz konusu olduğu sürece, sözlerinin ister Twitter, ister başka bir mecrada olsun, değer taşıdığına inanıyorum - edebiyatı demokratikleştirmeye gelince, epey talihsiz ve klişe bir beyan bu, her neyse... Ha, Twitter sayesinde Salman Rushdie'nin tuhaf gevezeliklerine tanık olmak ya da Gary Shteyngart'ın ilginç mizahını takip etmek kişinin o yazara yönelik kafasında biçtiği imajın değişmesine yol açıyor, orası doğru.

Peki, kalabalıklar içinde yalnız olmanın mümkün olmadığını kim söylemiş?

(Alıntı: Ünsal Oskay, 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. Der Yayınevi. Görsel, Awesome People Reading'den.)

17 Ocak 2012 Salı

Tek

... Max sonunda okyanusun açıklarında olduğundan emin oldu. Pusulası galiba çalışmıyordu ve günlerdir ne bir kara ne de yaşam belirtisine rastlamıştı. Nereye gidiyordu? Bu şekilde daha ne kadar hayatta kalabilirdi? Durumla ilgili yapabileceği bir şey olmadığının farkına varıp biraz rahatlayana dek aklından bir sürü korkunç şey geçti. Elinden tek gelen, yalnızca dosdoğru yol almak ve iyi şeyler düşünmekti.


(Dave Eggers, Vahşi Şeyler. Çeviren: Begüm Güzel. Elimizden tek gelen, bu değil de ne? Yukarıdaki görselde Sendak'ın hem yazıp hem resimlediği Where The Wild Things Are'dan bir yaprak. Sendak, 'Çocuklara yalan söylemeyi reddediyorum. Masumiyet saçmalığına hizmet etmeyi reddediyorum,' diyor. Aynı makalede yazarın şöyle bir beyanı da geçiyor ki, şu etiketler ve vitrinlerden menkul dünyada, takdire şayan: "Tamamen deliyim, biliyorum. Ukalalık olsun diye söylemiyorum bunu, ama işlerimin iyi olmasının özünde yatan şey bu. İşlerim iyiler, biliyorum. Herkes beğenmiyor, orası tamam. Herkes için değil zaten. Kimse için değil. Çalışıyorum çünkü (benim için) bunun aksi mümkün değil." Aydınlık günler dileriz.)

16 Ocak 2012 Pazartesi

Çocuk

Vahşi Şeyler, icraatlarını sürdürmekteler! Kitaba gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederiz. Geçen hafta Eggers'ın en son yayımladığı şeyin bir duş perdesi olduğunu haber etmiştik; Eggers, bildiğim kadarıyla Jules Verne'in meşhur çocuk kitabı Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'a yönelik de benzer bir meşgale içinde. Eggers'ın 'aşırı' yoğun çalışma dinamikleri göz önünde bulundurulursa, tek projesinin bu olmadığı tahminini yürütmek pek de zor değil. Geçtiğimiz sene efsanevi Patti Smith ile birlikte bir organizasyonda boy gösteren yazar; acı çekmeden, kendine işkence etmeden, uzun saatler boyunca çalışmadan yazamadığını ve hep bir suçluluk duygusu eşliğinde yaşadığını söylemiş. Üretkenliğini sanıyorum bir nebze buna yormak gerek.

Geçen hafta James Joyce'un telif haklarının serbest kaldığını duyurmuş, çok geçmeden pek çok Joyce çevirisinin karşımıza çıkacağı tahmininde bulunmuştuk - o minvalde, Joyce imzalı bir çocuk kitabından bahsederek çocuk kitaplarına yönelen 'yetişkin' yazarları bahsimizi kapatalım. Joyce'un metni Kedi ve Şeytan adını taşıyor ve torununa yazdığı bir mektupta anlattığı öyküyü aktarıyor. Yazıyı kaparken, soralım öyleyse; çocukluğunuzda okuduğunuz ve sizde iz bırakan kitaplar ya da öyküler neler? Benim soruya refleks olarak cevabım Küçük Kara Balık olsa gerek ama buraya yazar yazmaz başka kitaplar, dinlediğim öyküler vs. aklıma gelmeye başladı; sıralama yapmak zor ve öyküler sonsuz, kıyas imkansız... Sizlerinkileri merak ediyor, paylaşımlarınızı bekliyorum.
(Görselde, Joyce'un Kedi ve Şeytan'ından bir sayfa.)

13 Ocak 2012 Cuma

Vegan



Biliyorsunuz, daha evvel yazdık, merakla Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın beyazperde uyarlamasını beklemekteyiz - ben biraz da şüphe içindeyim, umarım haksız çıkarım. Her neyse, filme dair haberler etrafı kasıp kavuradursun, Foer'in önümüzdeki aylarda burada yayımlanacak henüz Türkçe isimlendirilmemiş kitabı Eating Animals'ın belgeselinin Natalie Portman tarafından çekileceği duyuruldu bu hafta. Portman, vegan olduğu bilinen bir şahıs; kitap, yetenekli bir romancının elinden çıkma sağlam bir inceleme-araştırma metni, Portman'ın projesi ne durumda bilemiyorum ama gerçekleştiği takdirde Foer, Şifre Ağacı adlı özel çalışması sayılmazsa yazdığı her kitaptan bir film doğması ile de ilgi toplayacak.

Birikim kitap ve yazarla ilgili bir yazı/söyleşi hazırlamıştı, ilgilenenler için yolu burada.

Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileklerimizle.

(Görsel, Jon Gray'in tasarladığı Amerikan edisyonu kapağı. Ancak kitap, yine Gray imzalı farklı bir kapakla yayımlandı.)

12 Ocak 2012 Perşembe

Cadı

Dün Kaplanın Karısı'ndan ve etiketlerinden bahsetmiştim; roman, içinden öyküler geçen, öykülerle yapılanan bir roman, elbette ki bütünü yapıtaşlarının toplamından fazla, yani etiketlemek de bir yere kadar... Her neyse, burada romanların içinde olan bitenden bahsetmek yerine içinden geçen şeylerden konuşmayı her daim tercih ediyoruz; bu bağlamda bugün Baba Roga'yı anlatmak isterim, kendisi Balkan dağlarında bir kaplanla karşılaşan köylüleri en az gördükleri yabancı canavar kadar korkutan, ancak kaplandan çok daha iyi tanınan bir figür olarak Obreht'in anlatısında boy gösteriyor. Baba Roga, Slav masallarında arz-ı endam eden bir cadı figürü; bilmem siz nasıl öykülerle, nasıl inançlarla büyüdünüz, benim çocukluğumda delice korktuğum bir Kuyu Anası vardı mesela, nedir ne değildir hatırlamam, ama duyduğum korkuyu anımsarım... Baba Roga, Baba Yaga adıyla da bilinen yaşlı bir cadı; tüm cadılar gibi uçtuğuna ancak yanında taşıdığı havanla izlerini ezip süpürgesiyle yok ettiğine inanılıyor, dişleri kırık, burnu kanca, yüzü siğilli, vs. Elbette farklı bölgelerde değişen anlatılar söz konusu; Baba Roga, Bosna'dan Rusya'ya uzanan folklorik bir figür.


Kaplanın Karısı'nda bahsedilen bir temel unsur var yalnız; Baba Roga'nın tavuk bacakları üzerinde dikilen bir kulübede yaşadığına ve bu kulübenin -haliyle, bacakları olduğundan- gezinebildiği, icabında insanları kovaladığı da anlatılıyor. Wikipedia, Sibirya'da benzer yapılar içerisinde yiyecek muhafaza etme geleneği olduğundan bahsediyor, arkeologlar ayrıca bölgede eski çağlardan kalma benzer yapılarda ölülerin yakıldığını da ortaya koymuşlar. Her neyse, bir şeyleri birbirine bağladınız mı her şey birbirine bağlanma eğilimi gösterir ya; Kaplanın Karısı'ndaki tek Sibiryalı, Balkan yamaçlarında gezinen ve Baba Roga'dan bile daha fazla dehşet saçan kaplan değil demek ki.

Bu kadar bahsettik, bir de çağdaş edebiyat okuma önerisi gelsin: Baba Roga ilginizi çektiyse İthaki'den çıkmış olan Baba Yaga'nın Yumurtası'na bir göz atın, yazar Dubravka Ugresic, bir önceki kitabı Acı Bakanlığı Everest tarafından yayımlanmıştı.

Aydınlık günler dileriz.

(Yukarıdaki görsel Marc Chagall'a ait; aşağıda Baba Roga'nın tavuk ayaklı kulübesine yönelik iddiaların türediği düşünülen yapılardan biri, kaynak Wikipedia.)

11 Ocak 2012 Çarşamba

Yazar

Sene sona ererken yabancı basını ele geçiren liste çılgınlığı, yerini futuristik haberlere bıraktı. 2012, zaten Mayalar sağ olsun, kıyametvari tınılar barındıran bir sene - gerçi ben çocukluğumda patlayan halis muhlis Türkiye kökenli bir sakallı bebek hadisesi hatırlıyorum ki Mayaların kıyamet öngörülerini solda sıfır bırakacak kapasitedeydi. (Ya da çocuk algımla öyleydi? Emin değilim.) Her neyse, içinde yaşadığımız çağ, kıyamet öngörülerinin bollaşmasını, bunlara itibar etmenin anlamsızlığı ile birlikte paket olarak içeriyor, bir nevi fala inanma, falsız da kalma hadisesi. Oysa 90'ları anımsayanlar, Nostradamus'tan ekmek yiyenlerin bolluğunu hatırlarlar; şimdi devir değişti, insanlar Facebook aplikasyonlarıyla ne gün ve nasıl öleceklerini öğrenip arkadaşlarıyla paylaşıyorlar duvarlarında, maksat sohbet olsun. Neyse, listeler sonrası yeni sene kitap odaklı yabancı basında kıyamet değil yenilik haberleri eşliğinde başladı.


Millions'da bir yazı, kitapların 'soundtrack'lerinden bahsediyor, karaktere özgü playlistlerden dem vuruyordu örneğin. (Bu arada not, grooveshark kullanıcıları için biz de böyle listeler hazırlıyoruz, bazısı burada çalanlardan, bazısı kimi kitaplara eşlik etmeleri için hazırlanmış listeler bunlar, tabii herkesin zevki kendine, bizimkiler subjektif önerilerden ibaret.) Bir başka haberde Soft Skull'dan tanıdığımız ve bugünlerde Red Lemonade isimli yenilikçi yayınevi/e-kitap/forum oluşumunun ardında yer alan şahıs Richard Nash'e rastladım - Nash, Small Demons adını verdiği bir proje için kitaplardan oluşan paylaşım bazlı bir veritabanı hazırlıklarına girişmiş - burada ne var, kitaplar, kitapların içinde bahsedilen kitaplar, kitapların içinde geçen müzikler, yemekler, yerler var. Small Demons henüz beta aşamasında ama fütüristik girişimleriyle tanınan Nash ve ekibinin yeni çağ ile gelişecek yeni okuma tecrübeleri adına böyle bir işe bulaştığı aşikar - yani nedir, okur bu sayede okuyacağı kitaba metnin içinde geçen birtakım unsurlara ilgi duyduğundan seçebilecek hale gelecektir, diyelim Venedik'te geçen bir macera romanı arıyorsunuz, o zaman buradan referans alabileceksiniz vs - aslında metinlerin en kaba anlamda etiketlenmesi söz konusu olan, ötesi değil. Geçen hafta Don DeLillo'nun bu konudaki öngörülerinden bahsetmiştik; kitapların açtıkları pencerelere her daim ilgi duyan blog yazarınız olarak, şahsen bu gibi projelere sıcak baktığımı belirtmem gerek - ki bu blogda, genelde bunlardan yola çıkarak yazılar yazıyoruz. Her neyse, Small Demons'da Téa Obreht'in Kaplanın Karısı üzerinden bir deney yürüttüm, karşıma çıkanlardan bazıları şöyle - Kitapta adı geçen şahsiyetler: Şeytan, Johnny Cash, Ölüm, Remus, Kabil (Saramago'nun aynı adlı metnini okudunuz mu? Okuyun!), Clark Gable, Bruce Springsteen, Bob Dylan, Bakire Meryem. Kitapta adı geçen yiyecek ve içecekler: Istakoz, Türk kahvesi, Ajvar, Rakı, Künefe, Sarma, Ahtapot Salatası. Bunlardan fazlası söz konusu elbette, ancak şunu belirtmek gerek - hafızanın belli ölçülerde benzer etiket sistemleri üzerinden işlediği iddia ediliyor, misal çocukken delice okuduğum Gizli Yediler serilerinden tek hatırladığım kitaplarda limonata içildiği ve çikolatalı pasta yenildiği ama ne olmuştu, ne bitmişti, işte onları kaydetmemişim, herhalde bahis konusu yiyecek, içecek etiketlerinin daha cazip olmasından kaynaklanan bir durum bu. (Hafızaydı, algıydı, bunlara önümüzdeki ay çıkacak Hafiyenin El Kitabı üzerinden sardırdım sevgili okur, ancak geçen yıl okuduğum Joshua Foer imzalı Moonwalking with Einstein'ın da fazlasıyla ilgi çekici bir metin olduğunu ve hafıza ile iştigal ettiğini ekleyeyim. Joshua Foer, bu arada Jonathan Safran Foer'in erkek kardeşi olmakta.)
Her neyse, gördüğünüz üzere, etiketten etikete atlarken bir nevi Sunay Akın kafasına bağlamamak elde değil, zihin bulandırdıysam affola.

Tercih hakkı sizde olsaydı, okumak istediğiniz romanın nerede geçmesini, içinde hangi müziklerin çalmasını, hangi tarihsel olaylara değinilmesini, kısacası nelerden bahsedilmesini isterdiniz? Bu öngörüler gelişecekse eğer, nihayetinde yazar sizsiniz aslında... Cevaplarınızı bekliyorum.

(Görsel, Basquait'e ait. Kimi zamanlarda blog yazarının zihninin tasviri için de uygun.)

10 Ocak 2012 Salı

Çürüyüş

Hazırladığım ikinci kitabın adı Dublinliler. On iki kısa öyküden oluşuyor. Ticari açıdan da değerli bulacağınızı umuyorum. Kitabımı Messrs Constable'a göndermeden önce size sunmaktan memnun olacağım ve eğer kısa süre içinde yayımlayacağınıza söz verebilirseniz memnuniyetle kabul ederim. Ne yazık ki koşullarım gereği kitaplarımdan birinin en kısa sürede basılması benim için zorunlu.
Şimdiye kadar bir yazarın Dublin'i dünyaya tanıttığını sanmıyorum. Binlerce yıldır Avrupa'nın başkentlerinden biridir. Britanya İmparatorluğu'nun ikinci büyük şehri olarak kabul edilir, Venedik'in neredeyse üç katı büyüklüktedir. (...) Zaman zaman yayınevlerinin listelerinde İrlanda'yla ilgili kitap duyuruları görüyorum ve insanların öykülerimde -gezindiğini umduğum- çürüyüşün özel kokusunu almaya istekli olacaklarını düşünüyorum. Saygılarımla.

-James Joyce.


(Sanatçının Mektupları, James Joyce. Çeviren: Kudret Emiroğlu, İmge. Joyce'un telif hakları, 2012 itibariyle serbest. Yeni senede yeni Joyce çevirileri gündeme gelecektir, hazır olun. Görselde Joseph Beuys, Joyce'un yaşadığı Sandycove'da.)

9 Ocak 2012 Pazartesi

Duş?

Yeni yıl telaşını ve yılın ilk haftasını kapattık; şanslı takipçilerimize Dave Eggers'ın Vahşi Şeyler'ini gönderdik; harıl harıl çalışmayı sürdürüyoruz sevgili okur. Takipçilerimizden Türker, Vahşi Şeyler'in ilham kaynağı Maurice Sendak kitabı Where The Wild Things Are'ı sormuş, bizler de meraktayız, tek bildiğimiz Türkçe yayın haklarının epey evvel satılmış olduğu - şahane çocuk kitapları basılıyor Türkiye'de, umarız bu kült klasik de tez elden yayınlanacaktır. Bu arada, Eggers demişken, kendisi iştahla takip ettiğimiz McSweeney's dergisi ve türevi faaliyetlerin editörü olmasının yanı sıra, birbirinden yenilikçi metinleri ve 826 Valencia adlı derneğin kuruculuğu ile iştigal etmesi üzerinden tanıdığımız bir şahıs - 826 Valencia, ABD'de lise öğrencilerine yönelik kurulmuş ve okumayı teşvik eden bir oluşum, alışılmadık metodlar dahilinde işliyor ve büyük bir başarı kazanmış; Eggers, burası için yaptığı işlerle 2008'de TED tarafından da ödüllendirilmiş. Her neyse, bütün bunları Eggers'ın yeni marifetinden bahsetmek için özetledim; on parmağında on marifet Eggers'ın yeni marifeti: bir duş perdesi. Evet, bir duş perdesi. The Thing Quarterly dergisi, yazarlardan sıra dışı objelere basılmak üzere kısa öyküler alıyor, bu metinleri beklenmedik ortamlarda 'yayınlıyor'; Eggers da bu proje dahilinde kısa bir öyküsünü bir duşperdesine basılmak üzere sunmuş - yıl sonlanırken hemen her web sitesinde karşıma çıkan bu perdeyi/dergiyi paylaşmadan edemedim. Bir de şu var tabii, malum, uzun süredir tartışıyoruz, matbu kitap ölecek mi, ya sonra ne olacak vs. vs. - hatta Marshall McLuhan'dan da bahsettik, mesajın içeriği kadar bulunduğu ortamın bizleri değiştirme yetisi taşıdığı iddiasını vs. andık burada... Elektroniğin kağıdı 'öldüreceği' tartışmalarında kağıttan yana durduğu bilinen Eggers'ın duş perdesi, süregiden tartışmaların kısırlığına bir meydan okuma olarak da değerlendirileceği gibi, neden duşperdesi sorusunun cevabı -pekala- 'neden olmasın' şeklinde de gelebilir. Yeter ki canımız sıkılmasın, içimiz daralmasın, alanlarımız küçülmesin de büyüsün, genişlesin.
Sürprizlerinizin bol, algınızın her daim açık olmasını dileriz.

(Yukarıdaki görsel, Basquait.)

6 Ocak 2012 Cuma

Sayfa

Jack Kerouac, geçtiğimiz yıl müzayedeye çıkan bir mektubunda bir arkadaşına kendini ve eserlerini tanıtmak için düzenlenen aktivitelerden usandığını, bunun hiç de ona göre olmadığını ve hayatın 'kendi propagandasını yaparak' geçirilmeyecek denli tatlı olduğunu söyler ve mektubunu, bunlardan elini eteğini çekerek artık sayfaya 'girdiğini' söyleyerek bitirir... Söyleyecek çok şey var aslında bu konuda, ama yeni senede ne olursa olsun henüz bayramlık ağzımızı açmıyoruz sevgili okurlar, hayat -tâbir caizse- sürekli çemkirerek geçirilmeyecek kadar da 'tatlı.' Seneyi kapatırken Ursula K. Le Guin'in Versus tarafından Algan Sezgintüredi çevirisi ile yayımlanmış Yaban Kızlar'ını okuduk topluca, hepimiz farklı satırların altını çizmişiz (yayıncılık ile ilgili şahane de bir makale mevcut burada) ama madem yeni bir yılın ilk haftasındayız ve Kerouac'ı andık, öyleyse Le Guin'in tevazuya dair sözleriyle kapatalım, propaganda yapanların olsun, mütevazı sohbetler bizlere kalsın diye temenni edelim: "Geniş kapsamda mütevazı sohbet toparlanır, bir kayanın etrafından akan sular misali tekrar bir araya gelir ve kesintisiz akar. Sıradan insanları bir arada tutan şeydir mütevazı sohbet. Reklamın zıddıdır. Birliktir. Paylaşımdır. Duygu ortaklığıdır."

Sayfaya girme vakti.

(Görsel, Douglas Gordon'ın işlerinden birine ait.)

5 Ocak 2012 Perşembe

Şanslı

Vahşi Şeyler, sonunda, tüm kitapçılarda!
Bizimle 'vahşi' çocukluk anılarını paylaşan 5 yorumcuya birer kitap yollayacağımızı duyurmuştuk, eh, kitap çıktı, vakit kitap gönderme vakti. Random.org üzerinden yaptığımız çekilişte belirlenen şanslı (ve vahşi) isimler: Böcek Yiyen Peygamber, Kemal Eser, Fame, Adsız (Elif) ve Tunalızade Gürkan Efendi. info@sirenyayinlari.com adresimize kendi adres bilgilerinizi içeren bir mesaj gönderirseniz, kitaplar haftaya elinizde olur. (Yalnız bilgilerinizi pazartesiye değin yollamanızı rica ediyorum yoksa diğer yorumculardan yedekleri seçmemiz gerekecek.) Keyifle okumanız dileklerimle - Kudurma vakti!


4 Ocak 2012 Çarşamba

Sıçrayış

Güne Dave Eggers'ın editörlüğünde derlenmiş Okumanız Gerekmeyenlerin En İyileri antolojisi ile başladım; antolojide yok yok; okumamız gerekmeyenler, ilginçtir ki okumamız gerekenleri solluyor genelde, nedendir bilinmez. Antoloji, Don De Lillo'nun Pen'e gönderdiği bir faks mesajıyla açılıyor; malum, geçtiğimiz sene matbu kitapların cenazesiydi, e-kitap devrimiydi, epey konuştuk durduk, konuşan kafalar her zamanki gibi klişe ve ezber beyanlardan kaçınmadan epey söz söylediler ama pek de bir şey demediler. Amazon, Aralık ayında haftada bir milyon adet Kindle sattığını beyan etti bu arada, az buz değil. De Lillo, faks mesajında -faks kullanmasından yola çıkarak hangi tarafta yer aldığı tahmin edilebilir elbette- sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyenlerin elbette ki değinmediği birtakım şeylere değiniyor ve bazı sorular yöneltiyor (sıçrayış da denebilir):

"Sormamız gereken teknolojinin büyük gücünün ve zamanı hızlandırıp zemini pekiştirmesinin insanların anlatıya duyduğu ihtiyacı azaltıp azaltmayacağı - geleneksel anlamda anlatıya... Romanlar kullanıcı odaklı olacaklar. Birey sadece içinde bulunduğu ruh hali, zevkleri, ihtiyaçları ekseninde bir düğmeye dokunup kendine göre bir roman edinmekle kalmayacak, içinde ana kahramanın kendisi olduğu kendi romanını tasarlayacak. Dünya giderek kişisel talepler doğrultusunda özelleşiyor. Daralan bağlam muhakkak ki konuştuğumuz, yazdığımız ve okuduğumuz dili de değiştirecek. Öylesine bir soru yöneltelim o zaman (ya da metafiziksel bir sıçrayış gerçekleştirelim): Dil, basılı kağıt üzerinde sahip olduğu derinliğe elektronik ortamda ulaşabilecek mi? Dilimizin güzelliği ve esnekliği önemli ölçüde onu taşıyan ortama dayanmıyor mu? Şiirin kağıda ihtiyacı var mı?"

IKEA'nın geleneksek kitap rafları üretmeyi bırakması üzerinden çıkarımlar yapıp matbu kitapları öldü bilenlere gelsin De Lillo'nun sorusu... Gelecekte karşımıza ne gelecek? İşte bütün mesele bu, bütün mesele bu.

(Görsel, Kumi Yamashita.)

3 Ocak 2012 Salı

Hiza

Max, düşüncelerinin kimi zaman, tıpkı mahallelerinde dört bir yana saçılan kuşlar gibi davrandıklarını biliyordu. Max’lerin sokağının dört bir yanında bıldırcınlar vardı; uçmaya fazla hevesli olmayan, tuhaf, tepelikli kuşlar... Bunlar bir an için bir aile gibi, düz bir çizgi halinde bir araya toplanır, içlerinden bir tanesi alçak bir çit direğinin üzerine tüneyip davetsiz misafirlere karşı gözcülük ederken diğerleri yerden topladıkları tohumları yerdi. Ardından, en ufak çıtırtıyla birlikte hepsi birden bir sürü farklı yöne saçılır, aniden başka taraflara saparak çalıların arasında gözden kaybolurdu.

Max çoğu zaman kendi düşüncelerinin de düzeltilebileceğini, bir sıraya sokulup sayılabileceğini, hizaya getirilebileceğini hissederdi. Öyle günler vardı ki, Max saatlerce dur durak bilmeden bir şeyler okuyup yazabilirdi. O günlerde sınıfta kendisine söylenen her şeyi anlar, sakince akşam yemeğini yiyip sofranın toplanmasına yardım eder ve sonra tek başına salonda sessizce oyun oynardı.

Fakat bir de diğer zamanlar, diğer günler -aslına bakarsanız çoğu günler- vardı: Düşünceler bir türlü hizaya girmezlerdi. Yön değiştirip kendisinden uzaklaşarak kaçan, zihninin içerisindeki çalılıkların arasında saklanan anıların ve içinden kopup gelen şeylerin peşinden koştuğu günler...


(Vahşi Şeyler, Dave Eggers. Çeviren: Begüm Güzel. Yarın raflarda olacak! 'Vahşi' postumuza gelen yorumlar arasından hangilerinin sahiplerine kitap gideceğini perşembe günü duyuracağız; bir nevi piyango söz konusu. Bugün gün boyu yorumlara devam edebilirsiniz, çekilişi çarşamba yapıyoruz. Bıldırcınlarınıza sahip çıkmanız dileklerimizle... Görsel, Matthew Picton'un kitap kapaklı işlerinden.)

2 Ocak 2012 Pazartesi

Kime Ait?

Yeni bir sene, dünya benzeri bir gezegen derken iki tanesi, gezegenimiz ısrarlı deveranını sürdürüyor sevgili okuyucu, yeni seneniz dilediğinizce geçsin diyorum öncelikle. Buraya bir kart koyduk geçen hafta ancak kimileri kişiye özel tebrik almadı mı hakarete uğramış gibi hissediyor ya, o hesaptan sözle söyleyelim öyleyse - oysa ne saçma, hakarete uğramak için hakarete uğramanız gerekir, yeni yıl tebriği almanız değil... Her neyse, ıslak ve karanlık bir Ocak ayının pençesindeyiz şimdi İstanbul'da; Etgar Keret ise ABD'de büyük çıkartmasını yapmaya hazırlanıyor, geçtiğimiz hafta çok fantastik bir öyküsü vardı New Yorker'da, dergiyle bir de söyleşi yapmış, aktarayım isterim - bu arada belirtelim, Keret'in kitabı Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, 4. Baskısında, 2011'in en sevindirici şeylerinden biri, bu müthiş yazarın Türkiye'de böylesi beğeni kazanması oldu, New Yorker'dan anlaşıldığına göre ABD'de yayımlanacak olan Kapı Birden Vuruldu da o bölgede benzer bir etki yaratacak...

New Yorker: (Yaratıcı Yazı adlı öyküde) Maya adlı karakter, tamamen kendi perspektifinden anlatmıyor öyküsünü; son iki bölümde kocası konuşuyor. Neden?


Öykü yazdığımda içindeki bütün karakterler benimdir. Kahramanın karısını öldürmesi için kiralanmış bir katil bile söz konusu olsa, duygusal bir bağ kuramadığım bir karakter yaratamam. Kafamda yaşadıkları için, ben olmaları gerekir ve böylece öykü dünyasında vücut bulurlar. Hepsi ben olduğundan içlerinde seçim de yapamam, öyküde kimin bakış açısı ilginçse anlatıcı ya da kahraman o olur. Maya da aynısını yapıyor... Kedi yavrusu doğurmuş bir kadına dair öyküyü şüphe içindeki kocasının perspektifinden anlatmaktan iyisi var mı?



Buzdolabının Üstündeki Kız da, ilginçtir ki, birbirlerine birbirlerinin öykülerini anlatan karakterler ile başlıyor; okuduysanız hatırlayacaksınız - "Korkunç güzel bir hikaye, ama bana ait değil," diye sonlanır aynı adlı öykü. Sizin hayatınızdaki öykülerin sahibi kim?
Ne olursa olsun bu yıl sizin yılınız olsun.

(Görsel, Jim Hodges işlerinden.)