19 Ekim 2020 Pazartesi

Sohbet



Geçtiğimiz ay, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nin düzenlediği kitap şenliği kapsamında Erlend Loe romanı Naif. Süper'in çevirmeni Dilek Başak ile edebiyat, yayıncılık ve çeviri odaklı sohbetimiz Kıraathane YouTube sayfasında yayında.
 

30 Eylül 2020 Çarşamba

Kolay

"Farklı şeyler insanları farklı biçimlerde etkiler, bazı insanların belli meseleleri düşünmeleri için bir kitap okumaları ya da film izlemeleri gerekir, bazı insanlar bir arkadaşlarıyla ya da aile fertlerinden biriyle konuşmak isteyebilir. Benim için bunların hiçbiri geçerli değildi; ben sadece bu konuda hiçbir şey yapmamaya dayanamaz hale geldim. Greta Thunberg'i izlemek çok üzdü beni. Bu dayanamama halinden büyük ölçüde o sorumlu, belki benim de çocuklarım olduğundan ve kendi çocuklarım beni yetiştiriyormuş gibi hissetmiş olduğumdan. (...) Gezegeni kurtarmak isteyecek kadar duygulanmak çok kolay ama. Bu duygu durumunu muhafaza etmek zor. Uzun zamandır alışageldiğimiz yaşamlarımızı değiştirmek zor." 

(Jonathan Safran Foer, Eater söyleşisinde küresel iklim krizinden ve bizim bu konuda neler yapabileceğimizden bahsediyor.)

11 Eylül 2020 Cuma

Salgın


Kapı değildi mesele. Bölge’de geçirdiği onca zamandan sonra şifreli kapıları açmak için nereye tekmeyi basması gerektiğini gayet iyi öğrenmişti. Bu aralar yaygın olan yanılsamaya kapılması, bugünlerde kaçınılmaz olan, yaşamı zorlaştıran, yapılanmaya özgü iyimserliğe teslim olması hataydı. Anında başına üşüştüler.

Dördü de, ta en baştan beri içerde tıkılı kalmıştı. Belki içlerinden biri, sokakta yürürken, o renkli kent ağzıyla dile getireceği üzere “zırdelinin teki”nin saldırısına uğramış ve civardaki hastanenin imkânları kıt acil servisinde atılan birkaç dikişin ardından evine yollanmıştı: Sigorta kartınız var mıydı? Felaketin boyutları anlaşılmadan önce gerçekleşmiş olmalıydı hadise. Derken kudurmuştu. Meslektaşlarından biri zamanında kaçmayı başararak kapıyı kilitlemiş, bölmedekileri kaderleriyle baş başa bırakmıştı. Benzeri, çeşitlemesi çoktu bu tür hikâyelerin. Kimse yardıma gelmemişti çünkü herkes kendi canını kurtarmakla meşguldü.

Mark Spitz, ölülerin başlangıçtan bu yana gördüğü ilk insandı ve bir zamanlar İK personeli olan bu dört hanım, feci açtı. Onca zamandan sonra bir deri bir kemik kalmışlardı. Eriyip giden kalçalarından düşmüş etekleri yerde kümelenmiş, şık tayyörlerinin koyu renk ceketleri, püskürmüş kan ve pıhtı öbekleriyle iyice kararıp katılaşmıştı. İçlerinden ikisinin pabuçlarının topukları, bunca zamandır bir çıkış bulmak için duvarlara toslayıp dururken kırılıp gitmişti. Biri, son iki kız arkadaşının gözdesi olan kenarları kırmızı fırfırlı külotlardan giymişti. Yırtık pırtıktı. Mark Spitz, dikkatini başka şeylere vermesi gerekirken tangaya bakmadan edemedi. Gereken düzenlemeleri yapmıştı yapmasına ama eski benliği arada böyle yokluyordu. Derken yeni benlik devreye girdi: karşısındakilerin işini bitirmeliydi.

İçlerindeki en genç kadının saçı, insanı ezip geçen bu kentte ayakta kalmaya çalışan farklı karakterlerdeki üç ev arkadaşını konu alan komedi dizisiyle moda olan tarzdaydı. Felaketin başladığı dönemde en tutulan televizyon programlarından biri olan dizide ekip, aksi bina görevlisi ve frapan komşu ile tamamlanıyordu. Patavatsızlığıyla gönülleri fetheden sevimli aktris Margaret Halstead’in, kırmızı halıların, televizyonda yayınlanan cilveli gece sohbetlerinin olduğu eski günlerde alâmetifarikası haline gelen saç stiline atfen Marge adı verilmişti modele. Mark Spitz, Halstead’i pek beğenmez, fazla zayıf bulurdu ama tekdüze kasaba ve küçük şehirleri terk edip kendilerini baştan yaratmak için Büyük Kent’e koşan genç kızlar, Marge’ın çırpınışlarında kendilerini bulmuş, aktrisin saç modelini fetişe dönüştürmüştü. Bu kızlar, ‘kentte isim yapma yalanı’ adlı pek eski zokayı yutup sürüklenir, sonrasında tek dertleri hayatta kalmanın yollarını bulmaya dönüşürdü: avcılık-toplayıcılıkla kirayı, artıkçılıkla çorbayı anca çıkarırlardı. Haftalık dergilerin duyurduğu en yeni gece kulüplerine ve lokantalara üşüşen, kenarı tarçınlı kadehlerde son moda kokteyller yuvarlayıp aşırı hevesli bir biçimde gülüşen Marge’lar her zaman ayakaltındaydı.

Mark Spitz’i önce Marge yakaladı ve sol kolunu tuttuğu gibi dişlemeye girişti. Parkasının kalın kumaşına hunharca saldırdı; kumaşın altında etin yattığını gayet iyi bildiğinden yüzüne dahi bakmıyordu. Leşlerle epeydir bu denli yakınlaşmamış olan Mark Spitz, sağlam bir ısırığın ne denli can yakabileceğini unutmuştu. Marge plastik fiberlerin karmaşık ağını delemezdi -salgın dönemi gerekliliklerinin ürünü bu mucizevî kumaşı dişleyerek delebilmeyi ummak için budala olmak gerekti- ama Mark Spitz, her salyalı ısırıkta çığlık çığlığa bağırdı. Omega’nın diğer üyeleri çok geçmeden koşturarak oraya gelecekti. Parkasının kolunda kırılan dişlerin seslerini duydu. Teğmen, süpürücülerin birbirlerinden ayrılmamasında, tamı tamına bu tür olayları engellemek adına ısrar etmişti. Ama son birkaç süpürme görevi gayet sakin geçtiğinden emirlere uymak yerine gevşeyivermişlerdi.

Marge şimdilik koluyla uğraşıyordu; leşlerin asgariye inmiş algıları yaptıkları şeylerin beyhudeliğini kavramalarının uzun sürmesine yol açıyordu. Dikkatini sağından saldıran leşe çevirdi.

Gür kaşlar ve dudaklarının üzerini gölgeleyen bir bıyık. Altıncı sınıftaki İngilizce öğretmeni Bayan Alcott’u anımsattı ona; ağdalı bir Bronx aksanıyla konuşan, torpido sutyen meraklısı Bayan Alcott’u. Sözcük dağarcığı testlerini toplarken yasemin kokuları saçardı sınıfa; Bayan Alcott’a karşı hep zaafı vardı.

Bu kadın, muhtemelen salgının ilk kurbanıydı. Gözlerinden aşağısı, suratın ete gömülmesiyle ortaya çıkan o karakteristik, bulaşık lekeyle kaplıydı. Sıradan bir iş gününün öğle molasında, köşedeki şarküterinin salata-barından mevsimlik spesiyalleri aldığı sırada bir New York manyağı tarafından ısırılıyor. Salgına yakalandığından habersiz, gününe devam ediyor. Derken gece titremeleri ile herkesin duyduğu ve görmemek için dua ettiği efsanevi kâbuslar başlıyor. Hayatı bir yanıt veya tuzaktan kurtuluş çaresi bulmak üzere tarayan bilinçaltının ürettiği bu kâbuslar, felaketin habercileriydi. Virüs başlangıçta bir tam gün dahi tanırdı insana. Belki yıllardır hastalık izni almadığından ertesi sabah kalkıp işe gidiyor. Sonra dönüşümü gerçekleşiyor.

Mark Spitz, bu canavarlarda ara sıra aşina bir şeylere rastlardı. Tanıdığı, sevdiği birilerini andırırlardı. Sekizinci sınıftaki laboratuvar eşi, süpermarketteki leylek kılıklı kasiyer, lise ikinin baharında çıktığı kız. Amcası. Beyni karıncalanırken zamanı şaşırmıştı. İşine bakmayı öğrenmişti öğrenmesine ama bazen, yitirdiği birilerine ait gibi görünen gözlere veya ağza takılır, derhal doğrulama çabasına koyulurdu. Karşılaştığı yaratıklarda tanıdığı veya sevdiği birilerini canlandırmanın ona avantaj sağlayıp sağlamadığından emin değildi. Teğmen’in dediği gibi, “Başarılı bir intibak” söz konusuydu. Mark Spitz -zengin piçlerinden birinin malikânesinde kamp kurdukları veya Wall Street toplantı salonlarından birinde kafaya kadar uyku tulumuna gömüldükleri sırada- bu tanıdık gelme meselesinin görevine bir nebze asalet kattığına inanmaya başlamıştı: yaptığı iş, onlara duyduğu merhametin göstergesiydi. Yaratıklar belki tanıdığı, belki pek tanımadığı veya tanışacağı insanlardı; hepsinin ailesi vardı ve kanlarına karışan hastalığın hükmünden kurtarılmayı hak ediyorlardı. O, sıradan bir haşere temizlikçisi değil, bu şeylerin yarım kalmış göçlerini tamamlamasına yardım eden ölüm meleğiydi. Bayan Alcott’u suratından vurdu ve benzerliği bir kan bulutuna çevirdi, ardından nefesi tamamen kesildi, yere yığıldı.

Şeker pembesi elbiseli yaratık üzerine atlamıştı. Marge ısrarla kolunu çekiştirmeye devam ederek dengesini bozmuş, o da diğerinin saldırısı karşısında ayakta kalamamıştı. Yaratık üstüne oturunca pencerenin başında durakladığı sırada omzuna astığı tüfek sırtına battı. Leşin keçeleşmiş, ak saçlarına takıldı gözü. Firketeler. Aptalca bir ayrıntı. Ne kadar sürmüştü acaba peruğunun düşmesi? (Bu tür durumlarda zaman, dehşete daha dramatik bir sahne sunmak adına yavaşlardı.) Yaratık yedi parmağıyla boğazına sarıldı. Diğer üç parmak mafsallarından kopuktu; herhalde mesai arkadaşlarından birinin midesindeydi. Mark Spitz yere devrilirken tabancasını düşürdüğünü fark etti.

Tepesine çöken yaratık, gerçek bir İnsan Kaynakları çalışanına yakışacak bir kararlılığa sahipti; bu iş için doğmuş, bu işle semirmişti. Salgının kişisel özelliklerine çektiği ayar, sadece bastırılmış yanlarını açığa çıkarmıştı. Mark Spitz’in çalıştığı ilk büro işine, evine uzak düşmeyen bir iş hanındaki bir muhasebe/maaş ödeme hizmetleri bürosunun koridorlarında gıcırtılı bir posta arabası itmek de dâhildi. Çocuk aklıyla binanın ruhsuz duvarlarını istihbaratın gücüyle bağdaştırmış, çalıştığı yeri askeri istihbaratla ilintili kabul etmişti. Esrar perdesi daha ilk günden aralanmıştı. Posta odasındaki herkes yaşıtıydı ve patron kendi odasına çekilir çekilmez geyiğin hasına başlanıyordu. Tek kötü yanı, İnsan Kaynakları’nın zalim müdürüydü; kadın, Mark Spitz’in evraklarında kılı kırk yarmış, her şeyin eksiksiz olmasında kötücül bir tavırla ısrar etmişti. İnsanların numaralarla, fiber-optik kablolar vasıtasıyla anlam kazanmaya yollanacak veri demetleriyle ifade edildiği bir departmana hizmet ediyordu.

“Evraklar tamamlanmadan maaş çekin işleme konamaz.” Nereden bilecekti sosyal güvenlik kartının yerini? Odası arkeolojik kazı alanı gibiydi; sırf çorap bulmak için bile kazı aletleri gerekirdi. “Sistemde değilsin. Yok olsan aynı şey.” E, felaketten sonra nereye gitmişti peki Sistem? Tepelerinde onca sene asılı durmuş görünmez yumruğun parmakları artık açıktı ve her şey o parmakların arasından kayıp gitmişti. 



(Alıntı Colson Whitehead'in Bölge Bir'inden; çeviri: Algan Sezgintüredi. Görseldeki resim Fairfield Porter'dan Union Square, Looking Up Park Avenue.)

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Sohbet



Kitabın girift yapısı -roman içinde roman, Polaroid’ler, listeler- en baştan beri aklınızda mıydı? 

Kesinlikle hayır. Yeni bir şey yazmaya başladığımda henüz bilmediğim pek çok şey olur. Bir kere İspanyolca mı yoksa İngilizce mi olacağını bilmiyordum. Bu kitabı yazmaya 2014’te başladım ve iki lisanı da bir yıl kadar denedim – notlar aldım, yanlış başlangıçlar yaptım, iki dil arasında gidip geldim ve hangisinin işleyeceğinden emin olamadım, ta ki günün birinde İngilizce olduğunu anlayana değin. Belli bir dilde yazdığınızda o dile ait edebi kültürün içine yerleşiyorsunuz ki bu, İngilizcede beni bir okur olarak şekillemiş yazarlarla, Emily Dickinson, TS Eliot, Ezra Pound gibileriyle sohbet ettiğim anlamına geliyordu. (Valeria Luiselli, Kayıp Çocuk Arşivi’nin yazım sürecinden bahsediyor. Yazar, 2015'te Amerikan Ulusal Kitap Ödülü komitesinin seçtiği 35 Yaş Altı 5 Yazar'dan biriydi; 2019'da MacArthur deha bursu, 2020'de Vilcek Vakfı gelecek vaat eden edebiyat ödülü ve Folio Ödülü'nü kazandı. Booker adayları arasında yer alan ve Luiselli'nin İngilizce yazdığı ilk roman olan Kayıp Çocuk Arşivi, yazarın tüm kitapları gibi yine Seda Ersavcı'nın çevirisiyle kitapçılarda.)

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Mutlak


Bazı şeylerin "mutlak son" olduğunu hemen anlarsınız - son süt dişinizi düşürdüğünüzü ya da on üçüncü yaş gününüzden bir önceki gece on iki yaşınızın son uykusuna yattığınızı (...)

(Karen Russell, Timsah Park. Çeviren: Püren Özgören.)

23 Mayıs 2020 Cumartesi

JIMMY’DEN MEKTUP GELDİ - Shirley Jackson

Bazen, diye düşündü, mutfakta bulaşıkları üst üste koyarken, bazen erkeklerin akıl sağlığından şüpheleniyorum, hepsinin. Belki hepsi de deli ve bunu benden başka her kadın biliyor; annem bana hiç söylemedi, ev arkadaşım hiç bahsetmedi, diğer eşlerin hepsi de zaten bildiğimi sanıyor...

“Bugün Jimmy’den mektup geldi,” dedi adam peçetesini açarken.

Nihayet, diye düşündü kadın, demek nihayet pes edip sana yazdı, belki artık her şey düzelir, her şey yoluna girer, dostluk tekrar başlar... “Ne diyor?” diye sordu üstünde durmadan.

“Bilmem,” dedi adam, “açmadım.”

Tanrım, diye düşündü, tam o anda olacakları açık bir şekilde görerek. Bekledi.

“Yarın açmadan geri göndereceğim.”

Böyle yapacağını tahmin etmeliydim, diye düşündü. Ben olsam o mektubu açmadan beş dakika dayanamazdım. Yırtıp minik parçalar halinde geri yollamak ya da birinden benim için ters bir yanıt yazmasını istemek gibi pis bir şey planlayabilirdim ama açmadan beş dakika duramazdım.

“Bugün Tom’la öğle yemeği yedim,” dedi konu kapanmış gibi, tam da sanki konu kapanmış gibi, diye düşündü kadın, sanki bir daha asla bu konu üstüne düşünmeyi beklemiyormuş gibi. Belki de beklemiyor, diye düşündü kadın, Tanrım.

“Bence Jimmy’nin mektubunu açmalısın,” dedi. Belki bu kadar kolay çözülür, diye düşündü, belki pekâlâ der ve gidip mektubu açar, belki de evine gidip bir süre annesiyle yaşar.

“Neden?” dedi.

Başta sakin ol, diye düşündü. Sakin olmazsan yenilirsin. “Ah, merak ediyorum da, ne yazdığını okumazsam meraktan öleceğim, o yüzden sanırım,” dedi.

“Aç o zaman,” dedi adam.

Bir hamle yapayım da gör o zaman, diye düşündü. “Ciddiyim,” dedi, “bir mektuba kin gütmek çok saçma. Jimmy’ye karşı tamam. Ama bir kin yüzünden mektup okumamak çok saçma.” Tanrım, diye düşündü, saçma dedim. İki kere saçma dedim. Buraya kadarmış. Onun saçmaladığını söylediğimi duyarsa biterim, istersem bütün gece konuşayım.

“Neden okuyacakmışım ki?” dedi. “Onun söylemiş olabileceği hiçbir şeyi merak etmiyorum.”

“Ben ediyorum.”

“Aç o zaman,” dedi.

Ah, Tanrım, diye düşündü, ah, Tanrım, ah, Tanrım, çantasından çalarım, yarın çırpıp yumurtalarının içine karıştırırım ama bu meydan okumaya karşılık veremem, kolumu kırar. 

“Peki, öyle olsun,” dedi, “ben de merak etmiyorum o zaman.” Konuyu kapattığını sansın, bırak koltuğuna bir güzel kurulsun, bırak limonlu turtasını yesin, başka konulara geçsin.

“Bugün Tom’la öğle yemeği yedim,” dedi.

Mutfakta bulaşıkları toplarken, belki de doğru söylüyordur, diye düşündü, belki mektubu açmaktansa kendini öldürmeyi yeğliyordur, belki gerçekten de ne yazdığını merak etmiyordur ya da merak etse bile tuvalete kapanıp mektubu zarfın dışından okumaya çalışarak hezeyanlar geçirecektir. Ya da belki alınca, ah, Jimmy’denmiş, deyip mektubu çantasına atmış ve tamamen unutmuştur. Böyle yaptıysa onu öldürürüm, diye düşündü, onu bodruma gömerim.

Daha sonra, adam kahvesini içerken, “John’a gösterecek misin?” dedi. John da meraktan ölecek, diye düşündü, John da benim gibi temkinli yaklaşacak.

“Neyi John’a gösterecek miyim?” dedi.

“Jimmy’nin mektubunu.”

“Ha,” dedi. “Gösteririm tabii.”

Harikulade bir şekilde muzaffer hissetti kendini. Demek aslında John’a göstermek istiyor, diye düşündü, demek kendisinin hâlâ kızgın olduğunu görmek istiyor, John’un ona, gerçekten mi, Jimmy’ye hâlâ kızgın mısın, demesini istiyor. Buna evet cevabını verebilmek istiyor. Bu büyük zaferinin ortasında, bunca zamandır hep mektubu düşünmüş, dedi içinden ve kendine engel olamadan ağzından şu sözcükler döküldü:

“Hani açmadan geri gönderecektin?”

Adam kafasını kaldırdı. “Unutmuşum,” dedi. “Öyle yapacağım.”

Çenemi tutamadım, diye düşündü. Unutmuşmuş. Ne yazık ki, diye düşündü, gerçekten de unutmuştu. Aklından tamamen çıkmıştı, bir an bile tekrar düşünmemişti, burnunun dibinde dursa görmezdi. Bodrumdaki merdivenin altına, diye düşündü, kafatası parçalanmış vaziyette, lanet olası mektubu da katlı duran ellerinde ve değer, diye düşündü, of, hem de nasıl değer.

(Türkçesi: Berrak Göçer. Piyango ve Diğer Öyküler'de yer alan bu öykü, yayıncının izniyle daha önce Duvar Kitap'ta yayımlanmıştır.) 

13 Mayıs 2020 Çarşamba

Çay


"Merricat, dedi Connie, bir fincan çay ister misin?
Eksik olsun, dedi Merricat, beni zehirlemek niyetindesin."

(Shirley Jackson, Biz Hep Şatoda Yaşadık. Çeviren: Berrak Göçer.)

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Shirley


Shirley Jackson'ın hayat öyküsünden yola çıkan Shirley, Haziran ayında izleyiciyle buluşacak... Şimdilik, pandemi şartlarında olduğumuz için bu buluşmanın nerede gerçekleşeceğinden emin değiliz ama filmin tanıtımı, 5 Haziran'da diye duyuruyor olayı. Sundance'te gösterilen ve yönetmen Josephine Decker'a Jüri Özel Ödülü (Auteur) getiren filmin başrolünde, Shirley Jackson karakterini canlandıran Elizabeth Moss yer alıyor. Piyango ve Diğer Öyküler, Berrak Göçer'in çevirisiyle Mart ayında yayımlandı; ıskalamayın!


İnsanlar


"... Ne tür bir kimyasal madde olduğunu söylediler mi?"
"Niyodin Türevi ya da Niyodin T. diyorlar. Okulda seyrettiğimiz toksik atıklarla ilgili filmde duymuştum. Hareketleri kameraya çekilen şu fareler var ya."
"Neye yol açıyormuş?"
"Film insanlarda neye yol açtığı konusunda kesin bir şey söylemiyordu. Vücutlarında tehlikeli yumrular oluşan farelerden bahsediliyordu daha ziyade."
"Bunlar filmin söyledikleri. Peki ya radyo ne diyor?"
"Önce kaşıntı ve avuç terlemesi dediler. Şimdi mide bulantısı, kusma ve nefes darlığı diyorlar."
"İnsanlarda bulantıdan söz ediyoruz, değil mi? Farelerden değil."
"Farelerden değil," dedi.


30 Nisan 2020 Perşembe

Anlamlı

...

Bahar geldi, kocamla ben vergi beyannamelerimizi doldurduk ve işitsel peyzaj projesi için topladığımız malzemeleri teslim ettik. New York’ta sekiz yüzden fazla lisan konuşuluyordu, dört yıllık çalışmanın ardından hemen hemen hepsini örneklendirmiştik. Nihayet hayatlarımıza devam edebilecektik - artık devamında bizi ne bekliyorduysa. Ve tam da öyle oldu: Hayatlarımıza devam etmeye başladık. İlerliyorduk ama birlikte ilerlediğimiz söylenemezdi.   

Manuela’nın iki kızının aleyhinde açılan davaya iyiden iyiye dahil olmuştum. Kamu yararına çalışan bir avukat nihayet davalarını almayı kabul etmişti, her ne kadar kızlar henüz annelerine kavuşmuş değilse de, en azından Teksas’taki gayriinsani, yarı güvenli gözaltı merkezinden sözüm ona daha insani koşullara sahip başka bir yere -reşit olmayan göçmenler için gözaltı merkezine dönüştürülmüş olan Lordsburg, New Mexico yakınındaki eski bir Walmart mega mağazasına- nakledilmişlerdi. Davayı takip edebilmek için göçmen yasası üzerine biraz daha araştırma yapmış, duruşmalara katılmış, avukatlarla görüşmüştüm. Ülke genelindeki on binlerce benzer davadan biriydi onlarınki. Son altı yedi ay içinde Meksika’dan, bilhassa da Orta Amerika Kuzey Üçgeni’nden gelen seksen binden fazla kayıt dışı çocuk ABD’nin güney sınırında tutuklanmıştı. Bu çocukların hepsi korkunç bir istismar ve sistematik şiddet ortamından, çetelerin tanınmayan devletlere dönüştüğü, iktidarı zapt ettiği ve hukukun üstünlüğünü zorla ele geçirdiği ülkelerden kaçıyorlardı. ABD’ye korunma amacıyla, annelerini, babalarını ya da daha önce göç etmiş olan ve kendilerini yanlarına alabilecek diğer akrabalarını bulma amacıyla gelmişlerdi. Genelde anlatıldığı üzere Amerikan rüyası peşinde değillerdi yani. Sadece her gün yaşadıkları kâbustan bir çıkış yolu arıyorlardı.   

O sıralarda radyoda ve birtakım gazetelerde ülkeye gelen kayıt dışı göçmen çocuk dalgasıyla ilgili haberlere yavaş yavaş yer verilmeye başlanmıştı ama hiçbiri durumu bu çocukların gözünden aktarmıyordu. New York Üniversitesi Kentsel Bilim ve Gelişim Merkezi’nin yöneticisiyle görüşmeye karar verdim. Hikâyenin farklı bir açıdan nasıl anlatılabileceğine dair genel bir fikir sundum. Bir süre didindikten ve verdiğim birtakım tavizlerden sonra sınırdaki göçmen çocuk krizi üzerine kaydedeceğim ses belgeseli için ödenek sağlama konusunda bana yardım etmeye razı oldu. Öyle büyük bir prodüksiyon değildi: yalnızca ben, kayıt cihazlarım ve kısıtlı bir süre.   

Başta fark etmemiştim ama kocam da yeni bir proje üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlkin Apaçi tarihiyle ilgili birkaç kitap vardı sadece. Çalışma masasının, komodininin üzerinde yığılıydılar. Bu konuya önceden beri ilgi duyduğunu biliyordum, ayrıca çocuklara sık sık Apaçilerle ilgili hikâyeler anlatırdı, dolayısıyla tüm o kitapları okuyor olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Sonra Apaçi topraklarının haritaları, şefleriyle savaşçılarının fotoğrafları çalışma masasının çevresindeki duvarları doldurur oldu. Ömür boyu süren bir merakın resmi bir araştırmaya dönüşmekte olduğunu sezmeye başladım.  
“Ne üzerine çalışıyorsun?” diye sordum bir öğleden sonra.   
“Bazı hikâyeler sadece.” 
“Ne hakkında?”   
“Apaçiler.”  
“Neden Apaçiler? Hangileri?”  
Şef Cochise, Geronimo ve Çirikavalarla ilgilendiğini çünkü onların Amerika kıtasındaki son özgür halkların -ahlaki, politik, askeri açıdan- son Apaçi liderleri olduğunu, en son onların teslim olduğunu söyledi. Elbette herhangi bir araştırmaya girişmek için hayli geçerli bir sebepti ama duymayı beklediğim yanıt tam da bu değildi.   

Sonra bu araştırmadan yeni bir ses projesi olarak bahsetmeye başladı. Karton kutular alıp içlerini birtakım zımbırtılarla doldurdu: kitaplar, notlar, alıntılarla dolu dizin kartları, oradan buradan kesilmiş şeyler, kupürler ve haritalar, halk kütüphanelerinde ve özel arşivlerde bulduğu saha kayıtları ve ses haritaları, bunların yanı sıra her gün, hani neredeyse saplantılı bir şekilde yazdığı bir dizi küçük kahverengi not defteri. Tüm bunların sonunda bir ses parçasına nasıl çevrileceğini merak etmiştim. Ona bu kutuları, içlerindeki zımbırtıları ve planlarını, onun planlarının bizimkilerle ne şekilde örtüştüğünü sorduğumda henüz bilmediğini ama çok geçmeden beni haberdar edeceğini söyledi.   

Ve birkaç hafta sonra beni haberdar ettiğinde bir sonraki adımlarımız üzerine konuştuk. Ona projeme odaklanmak, çocukların hikâyelerini ve New York Göçmen Mahkemesi’ndeki davalarını kaydetmek istediğimi söyledim, ayrıca yerel bir radyo istasyonunda bir işe başvurmayı düşündüğümden söz ettim. O tam da tahmin ettiğim şeyi söyledi. Apaçiler hakkındaki belgesel projesi üzerine çalışmak istiyordu. Başvurduğu bursu almıştı. Ayrıca bu proje için toplaması gereken malzemelerin belirli yerlerle bağlantılı olduğunu ama bu işitsel peyzajın farklı olacağını da söyledi. “Yankı envanteri” olarak tanımladı, Geronimo ile son Apaçilerin hayaletleri hakkında olacağını belirtti.   

Biriyle beraber yaşamakla ilgili mesele şu: Onu her gün görseniz, sohbet esnasındaki tüm jestlerini tahmin edebilseniz, hareketlerinin ardında yatan niyeti okuyabilseniz, neye ne tepki vereceğini oldukça isabetli bir şekilde hesaplayabilseniz de, keşfedilmemiş tek bir kırışıklığı bile kalmadığından emin olsanız da o kişi, gün gelir ansızın bir yabancıya dönüşebilir. Kocamdan duymayı beklemediğim bir şey vardıysa da bu, yeni projesi üzerine çalışabilmek için zamana, tek bir yazdan çok daha uzun bir zamana ihtiyacı olduğuydu. Ayrıca dediğine göre sessizliğe ve yalnız kalmaya da ihtiyacı vardı. Bir de yer değiştirmeye, ülkenin güneybatısına yerleşmeye ihtiyacı vardı.  
“Ne kadar sürecek?” diye sordum.   
“Muhtemelen bir iki yıl, belki biraz daha fazla.”   
“Güneybatıda neresi peki?” 
“Henüz bilmiyorum.”  
“Peki ya benim buradaki projem?” diye sordum.   
“Anlamlı bir proje,” dedi yalnızca. 

Kayıp Çocuk Arşivi, Valeria Luiselli. (Çeviren: Seda Ersavcı)    

28 Nisan 2020 Salı

Kırıntı


“Merak etme, her şey yolunda.”
“Bu kocaman, rutubetli odada oturuyoruz. Geçmişe fırlatılmış gibiyiz.”
“Isınıyoruz, ışığımız var.”
“O dediklerin Taş Devri’nde de vardı. Onlar da ısınıyorlardı, onların da ışığı vardı. Ateşleri vardı. Çakmaktaşlarını birbirine sürtüp kı­vılcım elde ediyorlardı. Sen taşları birbirine sürtebilir misin? Bir çakmaktaşı görsen tanır mısın? Bir Taş Devri insanı sana nükleotitin ne olduğunu sorsa açıklayabilir misin? Karbon kâğıdını nasıl yapıyoruz? Cam nedir? Ya­rın sabah ortaçağda uyanacak olsan ve orada feci bir salgın patlak vermiş olsa, hastalıkların tedavileri konusundaki ilerlemelerden haberdar olduğun halde onu durdurmak için ne yapabilirdin? İşte neredeyse yirmi birinci yüz­yıldayız. Bilim ve tıp hakkında yüzlerce kitap, yüzlerce dergi okumuş, yüzlerce televizyon programı izlemişsindir. Bir buçuk milyon kişinin hayatını kurtarabilecek tek bir kritik bilgi kırıntısı verebilir miydin o insanlara?”

(Don DeLillo, Beyaz Gürültü. Çeviren: Handan Balkara. Görselde Andy Warhol, süpermarkette.)

26 Mart 2020 Perşembe

Yüce

Bir süredir evden çalışıyoruz, Covid19 haberlerini herkes gibi biz de kaygıyla takip ediyoruz, ama arada, kim olduğumuzu, neye neden inandığımızı anımsatan şeyler de oluyor - Valeria Luiselli, Kayıp Çocuk Arşivi ile Rathbones Folio Ödülü'nü aldı birkaç gün önce ve konuşması bizleri mutlu etti; sizinle de paylaşmak isteriz. (Evet, madem olağanüstü bir hal, madem karantina, o zaman gelsin blog da geri, konuşalım.)

Alanımızda hizmet verenler için endişeliyim - bağımsız kitapçılar için, küçük ve o kadar da küçük olmayan yayıncılar için, ajanslar, reklamcılar, tasarımcılar, düzeltmenler, matbaacılar, dağıtımcılar ve depo çalışanları için endişeliyim. Gelgelelim edebiyatın geleceği için hiç endişeli değilim. Bu da nihayetinde düze çıkacağız demek oluyor. Gerçekten de edebiyat için endişelenmiyorum. Tam tersine, edebiyat her zaman olduğu gibi yine bize belirsizlik ve kaygıyla dolu zamanlarda neye sarılmamız gerektiğini gösteriyor, kendi içimizde ve çevremizde günlük halimize dair anlatıyı hep birlikte yeniden tahayyül etmek, kelimelere biçim vermek, onlarla yeni fikirler üretmek ve yeni manalar bulmak üzere çaresizlik ve anlamsızlıkla baş etmek için bir dayanak oluyor. Peki ne için? Bizlerden sonraki kuşaklar, bizden sonraki kuşakların içinde yaşayacağı ve onların eninde sonunda reddedip başkaldıracakları bir anlatıya sahip olmaları için. 

British Library'de düzenlenecek ödül töreni coronavirüs salgını nedeniyle iptal edildi ama jüri başkanı Paul Farley, online olarak düzenlenen törene katılanlardan hayal etmelerini rica ediyordu: "bir podyum, ince uzun kadehlerde prosecco, toplanmış konukların ve yapılan konuşmaların yankıları." Hayal gücü devreye girdikten sonra ödül Twitter üzerinden takdim edildi ve Luiselli, video mesajıyla teşekkürlerini iletti. "İlk başta gülümsedim, sonra, Londra'daki yayıncım, 'Beraber olmamızı, kadeh kaldırmamızı çok isterdim' deyince ağlamaya başladım" diyordu yazar, ertesi gün Guardian'da yayımlanan haberde. "Yazı yalnız bir iştir, beraber çalıştığınız ekiple kutlama yapma fırsatı her zaman geçmez elinize. Üzücü ve sinir bozucuydu benim için ama dünyadaki herkes için geçerli bu, dilediğimiz gibi bir araya gelmediğimiz için sinirlerimiz bozuk. Devam edebildiğimiz için,  'Tamam, bu edebiyat ödülünü veriyoruz yine de,' diyebildiğimiz için müteşekkirim; neden mi? Çünkü kitapların bizden ve içinde olduğumuz bu andan daha yüce bir şeylerin yankısı olduğuna inanıyoruz." 

Tuhaf zamanlar bunlar, kendimize iyi bakmamız gerek, ortalık karışık... Valeria Luiselli'nin Kayıp Çocuk Arşivi'nin Türkçe çevirisi için olağanüstü bir süreç dahilinde emek veren değerli çevirmeni Seda Ersavcı ile sonbaharda kitaba ve bu sürece dair sohbet etmiştik, merak edenler için bağlantı burada. Seda Ersavcı'nın kitap hakkındaki Medyascope söyleşisine buradan erişebilirsiniz. 

Sağlıklı günler dileklerimizle...