21 Eylül 2017 Perşembe

Korku


Tam karşımda yüzü beyaza boyalı, kapkara bir gülümsemesi olan kocaman bir palyaço duruyordu. Kel kafasına Chaplin’inkine benzer ama küçücük bir melon şapka takmıştı. Başımı sağa çevirdim. Aynı abartılı oranlarda başka bir palyaço yer alıyordu ekranda; üzerinde janjanlı bir tulumla, neredeyse yüzünün tamamı kan kırmızısına boyalıydı, koca kafasının iki yanından sarı bukleler fışkırmıştı. Solumdaki palyaço beyaz bir tulum giyiyor, boynunu sarı ördek tüyü bir atkı süslüyordu, yüzü pembeye boyanmıştı ve kaşlarının üzerine, neredeyse tamamen kel olan başına yükselen basamaklar misali, farklı farklı renklerde başka kaşlar çizilmişti. Söylemeye gerek yok ama üçü de o hepimizin bildiği, tüyler ürpertici, kırmızı palyaço burnundan takmıştı. Arkamdaki palyaçoya dikkatlice bakmak istemedim ama geniş tabanlı siyah ayakkabıları, kırmızı ve siyaha boyanmış yüzü ilişti yine de gözüme. Göz ucuyla, şöyle bir baktığımda sanki dördü arasında en fenaları o gibi geldi bana ve yüzümü yeniden karşımdakine -beyaz yüzlü, küçücük melon şapkalı olana- çevirdim. Derken karşımdaki palyaço, sinirlerimi tamamen altüst ederek bana göz kırptı.

Hem de iki kez.

(Luiselli, Valeria. Dişlerimin Hikâyesi. Çeviren: Seda Ersavcı. Görselde Ugo Rondinone'nin palyaçolarından biri yer alıyor.)

20 Eylül 2017 Çarşamba

Direnç



Müzayedecinin havaya kaldırdığı küçük, cam muhafazanın içinde beni bekliyorlardı ve ne olsa beğenirsiniz, Marilyn Monroe’dan başkasına ait değildi bu kutsal dişler. Aynen öyle, Hollywood diva’sının dişleriydi bu karşımdakiler. Herhalde diva’lar sigara içtiğinden olsa gerek, sararmış, küflenmiş ve belki biraz eğri büğrü bir halleri vardı. Ama önemi yoktu. Marilyn’in dişleriydi onlar. Müzayedeci açılışı yaptığında herkesi bir heyecan sardı, ortam gerildi. Arjantinli gazetecilerden biri de dahil olmak üzere, birkaç kadın dişlere göz dikti. Şişman ve demode giyimli bir adam bar masasına bir tomar para koydu ve puro yakmak için ayağa kalktı, sanıyorum gözümüzü korkutmaya çalışıyordu. Ama ben ayak direttim ve kazandım: Dişleri, dişlerimi aldım.

(Luiselli, Valeria. Dişlerimin Hikâyesi. Çeviren: Seda Ersavcı... Safi edebiyat!)

18 Eylül 2017 Pazartesi

Gerisi hikâye



Zihin karmaşık bir düzlemdir, en beklenmedik anlarda karşınıza sizi şaşırtacak, hatta ağzınızı bir karış açık bırakacak bir şeyler atıverir. Ağız demişken; gülerken dişlerini gösteren yazarlar bizden değildir zira dişler mahremdir.

Valeria Luiselli yazıyı, yazma edimini boşluklar arasında bir gezintiye benzetiyor, metruk bir alanın keşfine. Köşedeki çalı, ötedeki baraka ya da sonsuzluğa uzanan yol, yazar göz gezdirdikçe şekillenir ve formuna kavuşur bu gezide. Yemek, barınmak, yakınlık gibi ihtiyaçlar temeldir ve ateşin başında oturarak zaman öldürdüğümüz günlerden beri hikâyeler, zihnin temel yakıtı, hayatın dayanağı olagelmiştir. Fani yaşamlarımızda en değerli yaratımız, kendimize ve başkalarına anlattıklarımızdan, onlar uyarınca üstlendiğimiz rollerden ibaret olabilir.

Dişlerimin Hikâyesi, anlatmanın sihrine dair bir roman. Bir kitap yazıp dişlerini yaptıran bir adama da dair aslında, bir baba ile oğlunun temelden bozuk ilişkisine, bir sanat eserinin değerinin nasıl belirlendiğine, umulanlardan bulunanları çıkardığımızda geride kalan hayal kırıklıklarına... Kurmacanın şatafatına ve hikâyelerin değerine dair bir roman bu.

Gerisi mi? Gerisi safi edebiyat.

(Görselde Marilyn Monroe, olanca rahatlığıyla inci gibi dişlerini sergiliyor. Aşağıda, Doug Aitken'a ait bir iş, ki romanı okursanız kendisiyle daha yakın bir ilişki kurmanız muhtemel. Valeria Luiselli'nin eleştirmenlerden tam not alan romanı Dişlerimin Hikâyesi, şimdi, Seda Ersavcı'nın çevirisiyle tüm kitapçılarda.)



15 Eylül 2017 Cuma

Manzara




"Yazdığım her şey, çevresinde yer alan manzaranın ve yazma sürecinin izlerini taşır." - Valeria Luiselli.

(Dişlerimin Hikâyesi, Seda Ersavcı'nın çevirisiyle, şimdi tüm kitapçılarda. Görsel: Barn Images.)

14 Eylül 2017 Perşembe

Burası


Mesken tuttuğumuz bu dünyadaki kozmolojik anlatılarının pek çoğu, bir başlangıç noktasını esas alır: “Önce söz vardı,” “önce ışık vardı,” “önceleri her şey bir toz bulutundan ibaretti…” İnançlar ve kültürel aidiyet uyarınca anlatılar değişse de kendi hikâyemizin temelinde yatan müşterek bir başlangıçta anlaşabileceğimizi sanıyorum: “Önce mekân vardı.” Önce mekân vardı ve insanî faaliyetin tohumları orada atıldı. Kim olduğumuz sorusunun cevabı mesken tuttuğumuz yerler ile, mesken tuttuğumuz yerlerin çehreleri bizim kim olduğumuzla zaman içinde iç içe geçti, bizler yerleştikçe mekân, -insan hayatını dönüştürür ve insan tarafından dönüştürülürken- pek çok hikâyeye zemin olageldi. Hafızanın kırılganlığına kafa tutmak ve kendi varlığımızı meşru ya da anlamlı kılacak yer/ mekân anlatıları yaratmak, biz insanlara özgüydü ve mağara resimlerinden yazıtlara, sokak isimlerinin yazılı olduğu tabelalardan anıtlara değin insanın elinin değdiği her yere, bu anlatıların gölgesi düşüyordu. İnsan, ayaklarını basacağı sağlam bir yere muhtaç olduğu kadar anlatacağı ve dinleyeceği hikâyelere de muhtaçtı.


(...)

(K24 için bir mekân yazısı yazdım: bağlantı için buraya. Görsel, yazıda da bahsi geçen Richard McGuire'ın Here'inden.)

13 Eylül 2017 Çarşamba

Fırtına



Jonas bile gergindi -annemizin deyimiyle fırtına gibi esiyordu- ve sessizce uyuyamıyordu; Jonas, değişim rüzgârlarının estiği o günler boyunca huzursuzdu. Derin bir uykudan irkilerek uyanır, bir şey duymuşçasına kafasını kaldırır, sonra ayaklanıp şiddetli bir dalga misali merdivenden yukarı, yatakların üzerinden, kapılardan içeri dışarı, sonra merdivenden aşağı, antreden, yemek salonundaki bir sandalyenin üzerinden, masanın etrafından, mutfağın içinden koşarak geçip bahçeye çıkar, orada durulur, aheste aheste yürür, sonra patisini yalayıp kulağını kaşımak için durup şöyle bir güne bakardı. Geceleyin koştuğunu duyabiliyor, biz yatarken ayak ucumuzdan geçtiğini, fırtına gibi estiğini hissedebiliyorduk.

Tüm alametler değişime işaret ediyordu. Cumartesi sabahı uyandığımda bana seslendiklerini sandım; uyku sersemliğini üstümden atıp öldüklerini hatırlayana kadar, kalkmamı istiyorlar, diye düşündüm; Constance beni uyandırmak için asla seslenmezdi. O sabah giyinip aşağı indiğimde kahvaltımı hazırlamak için bekliyordu ve ona, “Bu sabah bana seslendiklerini sandım,” dedim. “Hadi bir an önce kahvaltını et,” dedi. “Yine çok güzel bir gün.”


Kasabaya inmem gerekmeyen güzel sabahlarda, kahvaltıdan sonra yapmam gereken işler vardı. Çarşamba sabahları mutlaka çit boyunca yürürdüm. Tellerin kopmadığını, dış kapıların kilidinin bozulmadığını düzenli olarak kontrol etmem şarttı. Bunları kendim tamir edebiliyor, teli koptuğu yerden kıvırıp tekrar birleştiriyor, gevşek parçaları sıkıştırıyordum; her çarşamba sabahı bir hafta daha güvende olacağımızı bilmek büyük mutluluktu.


(Jackson, Shirley. Biz Hep Şatoda Yaşadık. Çeviren: Berrak Göçer.)

12 Eylül 2017 Salı

Güven




Mantar sever misiniz? Karanlık ve ıslak ortamları tercih eden, yüz binden fazla türü olan bu “ilkel” oluşumlar, kimi zaman şirin görünümleriyle bize cazip gelir: Çıkarılacak ders bellidir; görünüşe aldanmamak, her duyduğumuza inanmamak gerekir.

Shirley Jackson’ın Biz Hep Şatoda Yaşadık romanı, her gördüğümüze ve her duyduğumuza inanmamamızı öğütlercesine yazılmıştır ve karşımıza, küçük bir kız görünümde güvenilmez bir anlatıcı çıkarır… Ama o bile, şüphe duymamızı gerektirir, zira anlatıcımız, küçük bir kız tınısına sahip olsa da aslında on sekiz yaşındadır, hiç değilse romanın başlangıcında bize öyle demiştir ve nedense, köygöçüren mantarını sevdiğini eklemiştir.

Hayaller gerçeklere, zehirler zevklere usulca karışır; yaşamın akışı böyledir. Küçük bir kız -öyle midir?- bizi yanıltıyor, şirin bir kasabanın ahalisi -öyle midir?- sonumuzu hazırlıyor olabilir. Neyin ne olduğunu tam olarak bilmek için biraz sağduyu, biraz da altıncı his gerekir… Gelgelelim beyin ve bağırsaklar, her zaman güvenilir çıkarımlara varmamızı sağlamayabilir. Öyle midir diye sorup dursak dahi, nasıl olduğunu bilemediğimiz vakidir.

Güven denen şey aydınlıkta büyüyenler, hayatın dehşetleriyle sınanmayanlar içindir. Diğer herkes için kargaşanın kuralları geçerlidir... Ormanların karanlıklarında neler büyür? En dehşetli korkular açık havada değil, zihnin koridorlarında yürür.

Shirley Jackson’dan Biz Hep Şatoda Yaşadık, zihnin inşa ettiği yapıların tamamını sarsacak nitelikte bir roman. O sarsıntılar ki, anlatımların ve anlatıcıların söylemlerine bütünüyle kuşkuyla yaklaşmanızı sağlayacak, dünyanın karnındaki tekinsiz fay hatlarını size duyumsatacak. Dünya türlü çorap öredursun, burada iki kız kardeş kendi şişlerini kendi oynatacak, kendi kumaşlarını dokuyacak.

Mantar sever misiniz? Çayın yanında ne arzu edersiniz? 

(Görsel: Ernst Haeckl.)
-->

11 Eylül 2017 Pazartesi

Dönüş



Haftanın beş günü güncellediğim blog’a o kadar uzun zamandır yazmamışım ki yeniden başlarken girizgah yapacak, klasikleşmiş ‘Yazmadım ama bir sor bakalım, neden yazmadım’ temalı bir şeyler anlatacak halim yok doğrusu; o zaman öyle gerekmiş demek, şimdiyse yeniden yazma ihtiyacı duydum. Bu bloğu açalı on yıl olmuş neredeyse, biz Siren için çalışmaya başlayalı on yıl; on yıl boyunca, iyi zamanlarımda haftanın her günü yazmışım, onun dışında ara ara kayıplara karışmış, o aralarda kendi sağlamalarımı çıkarmışım. Türlü mikroblog alanı varken, herkesin herkesle dalaşmaya hazır gibi göründüğü Twitter’dan yaşamı yeterince estetik olmayanların sürüldüğü Instagram’a varana değin çeşitli platformlar dururken tarih öncesinden kalmış gibi duran Blogspot’ta etkinliğe devam edeceğiz; zira bu blog, bir kitabın hazırlık sürecinin resmi olmayan ayrıntılarını -bize neler düşündürdüğünü, neler çağrıştırdığını, nelere uzanmamızı sağladığını- paylaşmak üzere kuruldu ve zaman içinde yazarı için sağlama tahtasına dönüştü; öyle bir sağlama tahtasıydı ki bu, zaman içinde, kitaplar hakkındaki gayriresmi söylemlerimiz bir yana, bizlerin de dışavurum alanı haline geldi. Benimsediğimiz tüm diğer yerler gibi bu alanı da terk edecek değiliz, ama herhalde ara sıra, yerimizde rahatımız yerinde diye herhalde, uzun molalar verebiliriz.

Ve sonra… Sonra geri geliriz.

Yeniden merhaba.

(Görsel: Lise Sarfati'ye ait.)