31 Aralık 2010 Cuma

Yola devam

Radikal Kitap 2010 Yılının En İyi Kitapları listesinde 5 Numarada Etgar Keret ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü var.

Newsweek Türkiye dergisinde Yılın En İyi 10 Kitabı listesinde hem Dave Eggers'ın Ne Nedir'i hem de Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sı yer alıyor.

Sabah Kitap 2010'dan Hatırda Kalanlar dosyasında Dave Eggers ve Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser ile yine Etgar Keret ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü bulunuyor.

NTVMSNBC Yılın En İyi 50 Kitabı listesi; Dave Eggers'ın Ne Nedir'ini, Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sını ve Etgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförünü içeriyor.

Tüyap Kitap Fuarı'na bu yıl ilk defa katıldık; ısınma turlarımızı sizlerin de desteğiyle güzelce tamamladık.

Tüm okurlarımıza teşekkür ederiz.

İyi seneler!

En güzeli

Yeni yıl kartımızı Baysan Yüksel tasarladı; işlerini görmek için blogunu da ziyaret edebilirsiniz.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Şimdi ve burada

... Neden her şeye son kezmiş gibi davranmayı öğrenemedim? En büyük pişmanlığım geleceğe inanmamdır...

Yaşamayı öğrenmenin bir ömür sürmesi ne üzücü.

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Zaman

Senenin son haftasına resmen adım atmış bulunuyoruz. Okunacak metinler, hazırlanacak kitaplar yeniden değerlendiriliyor, programımız her zaman olduğu gibi özetler eşliğinde yeniden şekillendiriliyor. David Foster Wallace'ın İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'ini 2011'in ilk aylarına saklama kararı aldık; 2011 ayrıca Siren dokunuşuyla Jack Kerouac, Henry Miller, Dave Eggers, David Grossman, DBC Pierre gibi yazarların yeni çıkacak kitaplarını da deneyimleyeceğiniz yıl olacak. Çağdaş edebiyata tam gaz devam diyoruz ve bizi izlemeyi sürdürmenizi diliyoruz.

24 Aralık 2010 Cuma

Süperkahraman

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Gazze Blues ve Nimrod Çıldırışları (Parantez Yayınları) kitaplarındaki benzersiz öykülerin müthiş yazarı Etgar Keret; Kasım ayı başında İstanbul'a geldi ve bir dizi etkinliğe katıldı; bizler de bunları hemen her kanaldan duyurduk sizlere, biliyorsunuz. Ziyaretinin en eğlenceli saatleri, kendisiyle fotoğraf çekimine gelen Elle dergisi ekibini poz verdiğinde yapay gözüktüğü, ancak zıplarsa -aklındaki ilk şey düşerken yere nasıl ayak basacağı olacağı için- doğal çıkacağı iddiasıyla havalarda uçarken çekim yapmaya ikna etmesi oldu. Keret'in uçarken ve düşerken resimleri, bu ayki Elle dergisinde yer alıyor; ben ise blog için fotoğraf çekiminin çekimini yapmayı ihmal etmedim ve açıkçası, blog için fotoğraf çekiminin çekimini yapan beni çekecek birileri olsaydı ne olurdu diye düşünmeden de edemedim... Resimde gördüğünüz Etgar Keret, Asmalımescit semalarında Kaplan ve Ejderha filmini aratmayacak ve kesinlikle doğal göründüğü pozlar veriyor. Bunu da bir kenara yazmalı; fotoğrafı çekilirken kendini kasan ve dolayısıyla tuhaf çıkan biriyseniz eğer, bundan böyle zıplayarak ve atlayarak poz verin; doğal olacakları, olmasalar da en azından eğlenceli olacakları garanti.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Hayat!

Haftaya Bilinmeyen ve David Bowie temalı bir yazıyla merhaba dedik; bugünlerde çok konuşulan bir başka kitap ve yazarıyla, Life (Hayat) ve Keith Richards ile devam ediyoruz. Life, Keith Richards'ın bu yıl büyük ilgi gören ve edebi çevrelerce de yüceltilen, şahane biyografisi; Richards, Life ile tüm sene sonu edebiyat listelerini altüst ettiği gibi rockstarların klişeleşmiş "hayat" anlatılarında da çıtayı yükselten, sarsıcı bir metin ortaya koymuş. Kitabın orijinali İstanbul'da İngilizce kitap satan kitapçılarda şimdilik tükenmiş ve Ocak ortasına değin gelecek gibi görünmüyor, ama meraklananlar Bir+Bir dergisi Kasım-Aralık sayısına bir göz atıp Yücel Göktürk'ün kitabın orijinalinden derlediği yazıyı inceleyebilirler. Bize sorarsanız, Keith Richards'dan yazar mı olurmuş demeyin ve çağın en önemli müzik adamlarından birinin kelimelerine bir şans verin. Bir+Bir'deki yazıda şöyle diyor Richards:
"İmaj uzun bir gölge. Güneş battığında bile sürüyor. Beni imajine ettiler, beni imal ettiler. O halk yarattı bu halk kahramanını. Sağ olsunlar. Bir halk kahramanı söz konusuysa, ortada o şahıs için yazılmış bir senaryo vardır ve o şahsın senaryonun hakkını vermesi gerekir. Ben, elimden gelenin en iyisini yaptım."

20 Aralık 2010 Pazartesi

Obje


Kimi romanlar sürpriz unsuruyla okuru sarsmaya muktedir; bir süredir Joshua Ferris'in Bilinmeyen'ine dair yazılar yazıyoruz blogda, bu da onlardan biri olacak gibi. Edebiyat ve müzik kesişti mi sarsıcı birliktelikler ortaya çıkabiliyor; hatırlarsanız burada daha önce Trainspotting ve Morrissey -daha doğrusu The Smiths ve There Is A Light That Never Goes Out- konulu bir yazı da yazmış ve Trainspotting anlatısı içinde The Smiths'in bu en duygusal şarkılarından birinin nasıl da cuk oturduğunu belirtmiştik. Bilinmeyen'de de Ramones ve Beatles gibi kimi gruplardan bahis söz konusu ancak anlatıya katkısı olan bir David Bowie şarkısının altını çizmeden geçmemeli: The Rise and Fall of Ziggy Stardust albümünden Five Years. Haber spikeri ağlayarak söyledi bizlere... Dünyanın gerçekten ölmekte olduğunu...

Bilinmeyen, farklı okumalara açık bir metin; Ziggy Stardust ve Five Years eşliğinde okunduğunda distopik bir yanı olduğu da söylenebilir. Beynim bir depo gibi, acılar içinde; boş yer kalmıyor, içine bu kadar çok şey ve insan istiflemem gerektiğinde gibisinden sözlerle devam ediyor Five Years ve beş yıllık ömrü kalmış bir dünyanın insanlarının ağıtlarını yakıyor. Bilinmeyen ile olan ilişkisini irdelemek okura kalsın; yalnız Bowie'nin bugünlerde Object adlı bir kitap hazırladığını ve kitabın görsel olarak özgün, Bowie'nin yaratıcı süreçlerini açma iddiasında olduğunu söyleyelim. Kitap, önceki yıllara kıyasla sönük geçen Frankfurt Kitap Fuarı'nda öne çıkan projeler arasındaydı ancak içeriği tam olarak açıklanmış değil.

Yazıyı kapatırken Underground Poetix dergisinin halen temin edebileceğiniz son sayısında birbirinden ilgi çekici Kathy Acker, Truman Capote, Henry Miller ve Jack Kerouac yazıları olduğunu söyleyelim ve burada rastladığımız, Irvine Welsh'in Suicide Girls söyleşisinden bir fragmanla bitirelim. Welsh'e gittiği konserler ve dostluk ettiği rock starlarla özellikle de David Bowie ile ilgili bir soru soruluyor; Welsh de Bowie'yi defalarca ektiğini, yanında 13 yaşında bir kız çocuğu gibi davranmaktan çekindiği için onunla karşılaşmaktan imtina ettiğini belirtiyor.

Alttaki resimde, henüz çıkmamış Bowie kitabı Object'den Kirlian tekniğiyle Bowie tarafından çekilmiş bir fotoğraf ve yine Bowie'nin notlarını görüyorsunuz.

Müziğin insanlar üzerindeki etkisinin kestirilemez olduğunu söylemiş miydik daha önce?
Güzel bir hafta geçirmeniz dileklerimizle...

17 Aralık 2010 Cuma

Kaçış biçimleri

Ferris, Bilinmeyen'de belirsizlikle savaşan bir karakterin kaçış öyküsünü anlatıyor. Edebiyat, kaçışa meyilli karakterlerden yana epey zengin; Edgar Allen Poe'nun Kalabalıkların Adamı adlı öyküsü, John Updike'ın Tavşan Kaç'ı (Alef Yayınevi) Bilinmeyen'i okurken ilk akla gelenlerden bazıları. Bilinmeyen'i ilk okuduğum zaman, Jon Krakauer'in Yabana Doğru'da da kullandığı bir Pasternak pasajından izlere rastladım - Yabana Doğru'nun finalinde, Chris McCandless'ın okumakta olduğu Doktor Jivago'da altını çizdiği bir pasajdan bahsedilir: "Bir an, yaşamının amacını yeniden keşfetti. Burada, dünyanın üzerinde, yaşamın vahşi cazibesinin anlamını kavramak ve her şeyi adlı adınca anmak için bulunuyordu." Bilinmeyen'de adı olmayan bir rahatsızlıkla boğuşan Tim, çevresindeki dünyayı dokunaklı bir çaresizlikle adlandırmaya çabalar, kendi belirsizliklerinde yitip gitmemek için. Tüyo vermek istemem, Bilinmeyen örtülü referanslar açısından zengin bir roman, ancak Tim'in "kaçışının" kurgusal olmayan bir karakter olan Chris McCandless'ın kaçışıyla Pasternak üzerinden kesişmesi fikri heyecan verici.

Hafta sonlanırken, şahane bir kitap önerisi: James Woods - Kurmaca Nasıl İşler? Ekin Bodur çevirisiyle Ayrıntı tarafından yayımlanmış. Haftayı buradan bir soruyla kapatalım:

"Hepimizin, hayat tarafından yaratılan ve kendimiz tarafından yazılan kurmaca karakterler olmamız mümkün müdür?"

Kitabın adı neydi peki?

15 Aralık 2010 Çarşamba

Umut var


Belki siyaseten, evet, ülkeler hatırlamalıdır, dünya hatırlamalıdır. Fakat bireysel olarak acı çekenler değil. Bırakın acı çekenler kaçsın acıdan. Herhangi bir kedere düşmeden ölme olasılıkları yüksek çünkü. Kendimden örnek vereyim: diyelim ki Rema kaybolmuş değil de ölmüş olsun, eh, bu tarz çözümsüz bir durumun yaratacağı acı yüzünden kendimi parçalamazdım. Çözülemeyen gizemler sükûnet içinde, ya da buna benzer bir şeyle zamana bırakılmalı. Rema ölmüş olsa onu düşünüp durmazdım – ya da en azından kendime bunu telkin ederdim. Şu an yüzleştiğim durum yani Rema’nın yokluğu, idrak edilemezliğin sınırında duruyor, ama aslında idrak edilemez bir şey değil. Çözüm umudundan tamamen yoksun da değil. İşte bu yüzden bu konuda düşünme izni veriyorum kendime, çünkü umut var.


Pasaj Joshua Ferris ve Jonathan Safran Foer'le beraber New Yorker'ın geleceğin yazarları listesinde yer alan Rivka Galchen'den geldi; Hira Doğrul çevirisiyle Galchen romanı Atmosferik Rahatsızlıklar, bilinmeyen değil ama ender rastlanan bir rahatsızlıktan mustarip bir adamın sancılı arayışını konu alıyor. Eğer adı varsa sorunun, umut da yaşıyor kişi ile. Yaşam sürdükçe.

23 Aralık'tan itibaren Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi, Pera Müzesi'nde; acıdan bahsedip Kahlo'yu atlamak olmaz.

Bulunacak vakit, hem öldürmek, hem yaratmak için (...) Vakit senin için de benim için de, hâlâ daha hâlâ vakit kararsızlıklar için, bin bir karar, bin bir pişmanlık için, kızarmış ekmekle çay ikramından önce.*

(*Alfred J. Prufrock'ın Aşk Şarkısı - T.S Eliot.)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Yaşamın dehşeti



PEN/Hemingway ödüllü genç yazar Joshua Ferris'in son romanı Bilinmeyen, kimselerde görülmemiş bir rahatsızlıktan mustarip bir adamın hayatla, dünyayla ve bedeniyle mücadelesini konu alıyor. LibraryThing söyleşisinde yazara hastalığı kurgularken nereden yola çıktığı sorulmuş, cevap şöyle:

Az rastlanan rahatsızlıkların çeşitliliği dehşet ve şaşkınlık verici. Meraklıların az rastlanan hastalıklar web sitesine bir bakmalarını öneririm. Birinden birine yakalanacağınıza ikna oluyorsunuz. Kanser, kalp hastalığı, araba kazası falan değil de ölümcül Q ateşinden gideceğinize dair şüpheniz kalmıyor. Ya da vücut sistemini çökerten Shy-Drager sendromundan... Ya da öleceğinize değil de, Klüever-Bucy sendromu geliştireceğinize, temporal loblarınızın hasar göreceğine ve sonuç olarak tuhaf nesneleri cinsel anlamda çekici bulmaya başlayacağınıza... Veya Morgellon hastalığına tutulacağınızı düşünüyorsunuz, bu tabloda hasta ipliksi bir şeylerin derisinin altında gezindiğinden ve tenini kesip yaktığından şikayetçi oluyor. Site kendini hasta sanmaya meyilli olanlar için dört dörtlük.

Ama Tim'in rahatsızlığı kurgusal. Zihnimden geçenleri özgürce yansıtabilmem için bilinen şeylerin sınırlamaları dışına taşmam gerekliydi.


S: Tim, bu rahatsızlığa yakalanmasa kendini işine gömmeye ve ailesinden böylelikle giderek uzaklaşmaya yazgılı mıydı peki?

Zamanımızın çoğunu kafamızı dağıtarak ve aylaklıkla geçiriyoruz. Kendini, faniliğini, başkalarının varlığını duyumsayarak yaşamak varoluşun en zorlu safhası. Tim kaçınmanın doruk noktasında. Şuurunu işine gömülerek kapatıyor. Ama rahatsızlığı nüksettiğinde, kafasını dağıtan şeylere sığınma lüksünü de yitiriyor.

Bunun, bir uyanış olduğu da söylenebilir.


Hiçbir şeyin hayat kadar şaşırtıcı olamayacağına dair alıntıyı bu blogda defalarca kullanmıştık, değil mi? Yazı hariç, elbette. Yazı hariç.

10 Aralık 2010 Cuma

İdiopatlar

Adlandırılamayan duygular, tanısı konamayan arazlar, bildiğimiz ama kelimeleri bulamadığımız için adsız kalan ve ifade edilemeyen şeyler nereye gider? Dilbilimci Edward Sapir ve Benjamin Whorf, düşüncelerin dil ile ilişkili olduğunu ve farklı diller konuşan insanların dünya algılarının da farklı olduğunu savunurlar. Sapir ve Whorf'un kabaca özetlediğimiz tezi, dillerin toplumların ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiği ve farklı diller konuşanların düşünsel ve algısal anlamda farklılıklar taşıdıkları yönünde. Ayıp kelimesinin olmadığı bir dilde size ayıp edildiği nasıl ifade edilir örneğin? Bu, sonu kolay kolay gelmeyecek bir tartışma; eğer diller dolayısıyla düşünce ve algı farklılıkları var ise, ortak bir insanlık tecrübesinden bahsetmek mümkün olabilir mi? Tüm deneyimler görece ise eğer, ortak bir dil üzerinden anlaşmak mümkün olabilir mi ki?

Fazla uzaklaşmadan, Joshua Ferris'in Bilinmeyen'ine geri dönelim ve Tim'in ağzından dinleyelim:


“Laboratuvar sonuçları durumun varlığına ya da yokluğuna dair herhangi bir bulgu göstermiyor,” demişti Regis adlı bir doktor. “Bu yüzden hastalığın fiziksel olduğuna inanmamız için hiçbir neden yok, hastalık olduğu bile şüpheli.”
Johns Hopkins’den Janowitz bazı dürtülerin onu yürümeye zorladığı sonucuna varmış, grup terapisi önermişti.

Klum “iyi huylu idiopatik yürüyüp durma hali” adını vermişti. Tim, idiopatik kelimesinin ne demek olduğunu anlamak için sözlüğe bakmak zorunda kalmıştı. “Sıfat–nedeni bilinmeyen hastalık.” Anlamından soyutlandığında bu sözcüğün Klum ve arkadaşları için biçilmiş kaftan olduğunu düşündü.

İdiopatlar.

İyi huylu lafına da takılmıştı. Salt tıbbi açıdan belki öyleydi ama yürüyüp durmalarının ardı arkası kesilmezse hayatı mahvolacaktı. Bunun neresi iyi huyluydu ki?

(Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş.)

8 Aralık 2010 Çarşamba

Dünya yok


Amerikan edebiyatının en genç ve parlak yazarlarından Joshua Ferris'in 2010 tarihli romanı Bilinmeyen, çıktı. Bilinmeyen, işine derinlemesine bağlı bir avukat olan Tim Farnsworth üzerinden sancılı bir insanlık durumunu, belirsizliklerin göbeğindeyken yaşamını kontrol etmeye çabalayan bir adamın dramını ortaya koyuyor. Bilinmeyen, çok katmanlı bir roman; kısmen bir cinayet romanı, kısmen kendi başına bir macera, bazı yönlerden bakılırsa toplumsal eleştiri, kimi açılardan ise felsefik yaklaşımlarla şekilleniyor. Ferris'in öyküdeki tüm sapmaları, okuru tam romanı kategorize edecekken ters köşeye yatırma dürtüsünden kaynaklanıyor. Bilinmeyen'in ana karakteri Tim Farnsworth, kontrol edemediği bir yürüyüp gitme hali ile, dolayısıyla bedenine hükmedemediğini hissettiği bir rahatsızlıkla boğuşuyor; ancak roman tıpkı anlık bir dürtüyle çok tanınmadık bir coğrafyada yapılacak yürüyüş gibi çeşit çeşit sürprizler ve beklenmedik engebelerle dolu... Ötesi sayfaların arasında gizli kalsın ve daha fazlasını açık etmeyelim. Yalnız bu yürüyüşlerin pek sevimli olmadıklarını, bilakis gayet vahşice gerçekleştiklerini söylemek gerekli.

En son ne zaman bir yerden bir yere gitmek için değil de sadece yürüme amaçlı yola çıktığınızı anımsıyor musunuz? Thomas De Quincey, Immanuel Kant'ın Son Günleri adlı makalesinde ünlü filozofun yürüyüşlerini betimliyor; Kant'a göre yürüyüş düzenli ve tek başına yapılmalı - bilhassa burundan nefes almaya çabalanmalı. Yürümek var, yürümek var elbette; sağlık için yürümekle tükenişin pençesinde yürümek zorunda olmak farklı şeyler, her ne kadar işlevsel olarak hadise bir, ayaklar mekanik olsa da...

Yazımız Jack Kerouac'ın 1958 yılında Hunter College'da gerçekleşen "Beat Kuşağı Var mı?" adlı sempozyumda söyledikleriyle sonlansın: "Bu gece dünya var mı diye sorabilirdik. Devam edip 5,10, 20 dakika boyunca bunun hakkında konuşabilirim - çünkü dünya yok, çünkü bazen yürüdüğümde yere bakıyorum ve altını görebiliyorum. Dünya yok. Ve sizler de bunu anlayacaksınız."

6 Aralık 2010 Pazartesi

Adı Yok

Antropolog Clifford Geertz, insanı "kendi ördüğü anlam ağlarında asılı bir hayvan" olarak tanımlıyor. Yine Geertz, kültürü insanların "kendi deneyimlerini yorumladıkları ve eylemlerine rehberlik etmesi için kullandıkları anlamlardan oluşan bir doku" olarak ifade ediyor. Pazartesi pazartesi tüm bunlar da nereden çıkıyor derseniz, söyleyelim: Joshua Ferris'in Bilinmeyen'i çok yakında kitapçılara iniş yapacak, öncesinde bir girizgah oluşsun istedim. Bilinmeyen'i okurken, fazlaca düşündüm ve biraz da şaşırdım; Geertz'e sığınarak söylemek istediğim sanırım dünyanın ilerleyiş hızı ne denli artarsa artsın insana özgü olanın paylaşıldığı, semboller üzerinden uzlaşıldığı ve insani deneyimlerin bu kolektif uzlaşmalar sonucu ve ihtiyaç üzerine adlandırılmış olduğu.

Ferris, Bilinmeyen'de tam olarak ne yaşadığı adlandırılamayan ve dolayısıyla anlamlandırılamayan bir karakter tanıtıyor ve onun izinden karanlık bir yola sokuyor okuru. Bir düşünün: 30 sene önce baş dönmesi, çarpıntı, uyuşma hissi semptomları ile doktora başvuran ancak fiziksel anlamda herhangi bir hastalık ibaresi rastlanmayan vakalara bir şeyleri olmadığı söyleniyordu, şimdi aynı durumdakiler kuvvetli bir anti-anksiyete ve sakinleştirici kombinasyonu ve panik bozukluğu tanısıyla evlerine yollanmaktalar... İşte Ferris'in Bilinmeyen'de yarattığı ana karakter, belki zamanının biraz ötesinde, belki aklından rahatsız, belki de tamamen bambaşka şeylerin etkisinde -durumunun adı konulamıyor- ve adı olmayan diğer her şey gibi, kendi varoluşu da tartışmaya açık hale geliyor.
Geertz'i anmam boşuna değil; dünyada hâlâ sedece kimi topluluklara özgü ve sadece bu gruplarda rastlanan belli başlı bazı "kültürel" hastalıklar var. Yakın zamana değin kendi yaşadığımız topraklarda insanların "kara sevda"dan mustarip olabildiklerini, yataklara düşüp iştahtan kesildiklerini anımsatalım ki günümüzde bu, sanıyorum semptomları doğrultusunda major depresyon olarak tanımlanacak ve farmakolojinin yardımıyla rahatlıkla çözümlenecek bir rahatsızlık olurdu. Kore'de sadece yaşlı kadınlarda rastlanan ve özellikle sık sık iç çekme ile kendini gösteren Hwabyeong, Çin'de ve Güneydoğu Asya'da görülen ve kişinin cinsel organının vücudunun içine çekildiği sanrısına kapılmasına yol açan Koro ve yine Asya'da belli bölgelerde rastlanan, bir çeşit cinneti tanımlayan Amok adlı rahatsızlıklar belli kültürlere özgü olsalar da birden fazla kişiyi etkilemeleri dolayısıyla tanımlanmış ve literatüre geçmiş vakalar.

Bilinmeyen, pek çok şeye dokunmasının yanı sıra okurunu dürten bir kitap. Soru şu: Hangi tecrübe ya da duygu sadece bize özgü ve bize dair olabilir? Kişinin toplumdan, kültürden ve dilden bağımsız, sadece kendi duyumsadıklarından menkul bir ağda asılı kalması mümkün olabilir mi? Dil, ortak bir alansa eğer, kelimelerle ifade edilemeyenin yeri neresidir?

Adı olmayan bir deneyim ya da rahatsızlık, var mı gerçekten? Dünyada yaşanmamış bir tecrübe ya da duygu, ufukta yepyeni karanlıklar var mı?

3 Aralık 2010 Cuma

Hayat


Geçtiğimiz hafta Woody Allen, 75.ci doğumgününü kutladı. 75 yıllık yaşamına pek çok şahane film, öykü, senaryo vb. sığdıran Allen, yakında Uzun Boylu Esmer Adam (You Will Meet a Tall Dark Stranger) ile vizyonda da olacak. Film hakkında konuşan Allen, son dönemde yaptığı işlerde yaşlı karakterlere daha geniş yer vermesiyle ilgili olarak (Stranger'da önemli rollerden birini Anthony Hopkins üstleniyor) -Vancouver Sun gazetesinin haberine göre- sorulan sorulara aşağıdaki gibi cevap vermiş.

Yakında 75 yaşında olacağım ve şimdiden tükendiğimi, bir ayağımın çukurda olduğunu hissediyorum. Bu hissi bertaraf etmek için ne olursa yaparım. Zihnim hep 30, 40 yıl daha genç olsaydım neler yapardım ile meşgul. Artık çok geç tabii. Geri dönüşsüz... Yaşlanmanın güzel bir tarafı yok. Kırışıyorsun, kuvvetten düşüyorsun, becerilerini yitiriyorsun, arkadaşların birer birer ölüyor. Odanın birinde oturup lapa yer hale geliyorsun. Bunun iyi bir yanı yok. Tam anlamıyla yok oluş. Geri dönüşsüz.

Yapabileceğin en iyi şey bunu düşünmemeye çalışmak tabii. E sen de sinemaya falan gidiyorsun, sonucu evrenin gidişatında herhangi bir rol oynamayacak anlamsız ilişkilere giriyorsun, Roger Federer'i izliyorsun... Onca spora ve sağlıklı beslenmeye rağmen yine de bir gün gelip seni alacak olan uzun boylu esmer yabancıyı düşünmemek için yapıyorsun tüm bunları.


Allen, bunları anlattıktan sonra kimsenin canını sıkmak istemediğini de ekliyor. Blog yazarınızın favorisi Annie Hall'dan bir dizeyle bağlansın ki kimsenin canı sıkılmasın:

"Sefalet, yalnızlık ve acı dolu hayat - ve çok çabuk sona eriyor."

1 Aralık 2010 Çarşamba

Kırbaç


Gelmiş geçmiş en sert kışlardan biriydi. Nehirlerden yükselen rüzgârlar kudurmuş gibiydi. Gökten yağan buz parçacıklarının uçları, zehirli oklar gibi saplanıp kalıyordu yerde. Yalnızca ocak ayındaki dört kar fırtınasının sonunda karlar donarak en az savaşlardaki kadar aşılmaz, korkunç gri barikatlara dönüşmüştü. Mezarlıklarda mezar taşları kar altına gömülmüş, yol kenarlarına park edilmiş arabalar çiğnenmeden yutulmuştu. Havanın böylesine aniden değişmesine dair süregiden tartışmalar çoktan bir kenara itilmiş ve yaşlılar ile evlerinde mahsur kalanlar için duyulan endişe ön plana çıkmıştı. Çocuklar haftalarca okula gidememişti. Teslimatlar durma noktasındaydı, uçaklara iniş izni verildiği günlerde dükkânlar tıklım tıklım dolup taşıyordu. Marketlerin önünde insanlar upuzun kuyruklar oluşturuyorlardı - her an patlamaya hazır, duruma ayak uydurmanın zorluğu karşısında homurdanarak. Kurnaz kamu kurumları, sivil toplum kuruluşlarını yardıma çağırıyorlardı; sıcak barınak, gönüllü ev tarama hizmetleri için. Soğuk tüm icatların anasıydı, mesajını kırbaçla veren intikamcı bir ana.

Joshua Ferris'ten Bilinmeyen, Hatice Taş çevirisiyle çok yakında, tüm kitapçılarda...