31 Mayıs 2019 Cuma

Dinlemeni isterim



(...)

“Bir podcast yayını açsam rahatsız olur musun?” diye sordu Jacob. Hem başka şeylerle ilgilenmek istediği hem de Julia’dan izin alması gerektiği için utanmıştı. 
“İyi fikir,” dedi, nedenini bilmese de Jacob’ın utandığını hisseden Julia. 
Yayın başladıktan birkaç saniye sonra Jacob, “Bunu daha önce dinlemiştim,” dedi. 
“Başka bir tane aç o zaman.”
“Yo, gerçekten çok iyi. Dinlemeni isterim.”

(Buradayım, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Begüm Kovulmaz. Buradayım, Foer'in en muazzam yapıtı olabilir, bu roman, aynı zamanda podcast dinlemeden uyuyamayan bir kahramanı, Jacob'ı karşımıza çıkarıyor... Podcast demişken, blogla kan bağı olan Kitap, Kaşık ve Diğer Gerekli Şeyler'in bağlantısını -bir kez daha- şuraya bırakıyorum; programın bu ilk sezonunda çevirmenler ve editörler kendi hikayelerini, kendileri için önemli olan kitapları anlatıyor, kitap odaklı profesyonel ortamdan hayli kişisel ve hayli samimi ayrıntılarla bir bakıma zamanın manzarasını çiziyorlar. Görsel: Moonrise Kingdom.)

27 Mayıs 2019 Pazartesi

Umut!


Hakikatın aşıldığının iddia edildiği bir devirde ilhamını gerçeklerden alan ve çağımızın meselelerine odaklanan kurmaca dışı kitaplardan oluşan yeni bir seriye başladık: Yaşadığımız Dünya. Serinin ilk kitabı, Şeyda Öztürk'ün çevirisiyle, yazar ve aktivist Rebecca Solnit imzasıyla Karanlıktaki Umut. Solnit, yakın geçmişin siyasi manzarasını ele alarak çok temel ve çok mühim bir sorunun yanıtını arıyor: Dünyanın her köşesinde bunca savaş, bunca adaletsizlik ve bunca organize kötülük varken -ve çağın gereği olduğu üzere biz hepsinden, her şeyden haberdar oluyorken- umutlu olmak mümkün mü? Solnit, umudu, göklerden yağarak bereket getirecek bir sağanak ya da büyük ikramiye kazanacak bir piyango bileti olarak değil, etkin bir eylem biçimi olarak değerlendiriyor ve okuruna -tarihsel gerçekler zaman zaman insanı yanıltsa da- en karamsar zamanların umut için en uygun zeminler olduğunu gösteriyor. Umuda dair düşünmeye ve umudu bir eylem zemini haline getirmeye en çok şimdi, bu devirde ihtiyacımız var.

Halihazırda ABD'de temsilciler meclisinde yer alan en genç kongre üyesi olan ve bu ülkenin geleceği en parlak siyasetçileri arasında anılan Alexandra Ocasio Cortez, geçtiğimiz günlerde sosyal medyada kendisine bu devirde nasıl umutlu olunur diye soran bir takipçisine Solnit'in kitabını salık vermiş; yanıtı da Karanlıktaki Umut'u özetler nitelikte... Tünelin ucunda bir ışık var mı diye kuşkuya düşenler için, Cortez'in mesajı aşağıda.

"Umut sizin kendi eylemlerinizden doğar. Eğer umutlanmak için haberlerden medet umarsanız, asla umutlanmazsınız. Umut için bekleyemezsiniz -umudun kendisi haline gelmeniz gerekir. Haberlerin kendisi haline gelmeniz - bu da öğretmen veya aktivist olmak ya da değişimi sağlayacak yerel bir hareketin parçası haline gelmek demektir. Ağaç dikmek, insanların kapılarını çalmak, davranışlarınızı değiştirmek, yeniden kullanılabilir bardak /çatal-bıçak/ torbaları tercih etmek, merak ettiğiniz konulara dair bir şeyler okumak; kendinizi eğitmek ve öğrendiklerinizi başkalarıyla paylaşmak.

Siyasi bakımdan umuda dair müthiş bir kitap (var) Rebecca Solnit'ten Karanlıktaki Umut. Uzun değil. Onu okuyun - okuyun ve en sarsıntılı dönemlerin aynı zamanda en büyük umutlara gebe olduğunu görün.

Vakit şimdidir! Bir şeyleri düzeltmek, değiştirmek için şimdiden daha iyi bir zaman olamaz. Ama bunun için üzerimize düşeni yapmamız gerekecektir."




6 Mayıs 2019 Pazartesi

Uyarlama



*** Sürprizbozan içerebilir ***

Shirley Jackson’ın romanı Tepedeki Ev, 1959 yılında yayımlandı. Bugün yazarın başyapıtı sayılan bu roman, 1960 yılında, Philip Roth ve Saul Bellow gibilerinin eserleri ile birlikte Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne aday gösterilecek ve değeri pek sık teslim edilmeyen gerilim janrının da edebiyata dahil olduğunu vurgulayacaktı. Jackson, o dönemde büsbütün azan agorafobisi yüzünden romanından sinemaya uyarlanan filmi (1963) izlemek için evinden güç bela çıkmış ve bir arkadaşına yazdığı mektupta kendi eviyle kurduğu sancılı bağdan bahsederken şöyle demişti: “Kendimi de evin içine tıkılmış halde yazmışım.”

Tepedeki Ev, 1963 yılındaki uyarlamadan sonra 1999 yılında bir kez daha beyazperdeye uyarlandı. İlkine kıyasla başarısız kabul edilen bu uyarlama Liam Neeson, Catherine Zeta Jones (Theo) ve Lili Taylor (Nell) gibi doksanların gözde oyuncularına yer verse de bilhassa romana kıyasla zayıf kalmıştı. Bu filmi doksanlarda, bugün artık yerinde olmayan Emek ’te* izlediğimi anımsıyorum; herhangi bir hayalet/perili ev hikâyesi olarak, oysa roman bundan çok daha fazlası.

Şimdi, yeni bir yorum ile Netflix’te karşımızda Tepedeki Ev. Mike Flanigan imzalı bu işin, kullandığı özgürlükler ve romandan uzaklaşma mesafesi şaşkınlık uyandırsa da göbek bağına, yani evin kendisine yönelik sadakatiyle yaratıcı bir uyarlamanın nasıl olabileceğini göstermesi bakımından ilham verici bir yanı olduğu kesin. Günümüzün gerilim gurusu Stephen King -ki kendisi, büyük bir Shirley Jackson hayranı olmasının yanı sıra en önemli eserlerinden The Shining’de doğrudan bu romandan yola çıkmış, “ışıyan” bir otelin içinde geçen dehşetli bir hikâye kurgulamıştır- bir twit atmak suretiyle Flanagan’ın dizi filmini dahice diye nitelemiş ve Jackson’ın da bu uyarlamanın arkasında duracağını söylerken, “gerçi kim tam olarak bilebilir ki,” diye şerh düşmüş… Bu kısmı ilginç bana kalırsa, zira Stephen King,  halen, The Shining’i sinemaya uyarlayan Stanley Kubrick’e** sayıp sövmekle meşgul, en son, Indiewire’da yer alan bir makalede, bu filmi motoru olmayan bir Cadillac’a benzetmiş – şahsen, kendi yapıtları hususunda bu derece hassas olan King’in, Shirley Jackson’ın gıyabında konuşarak orijinalden bu denli uzak bir uyarlamayı övmesini tuhaf bulduğumu söylemeliyim. 

Jackson’ın diziyi beğenip beğenmeyeceği tartışmaya ve haliyle spekülasyona açık; Tepedeki Ev’in Flanagan’ın tahayyülünde icadı, yenilikleri ve özgün metinle kurduğu bağlar ile gerçekten de yenilikçi – deneyim odaklı eğlence endüstrisi, Cadılar Bayramı arifesinde bundan daha iyisini yapamaz, klasik bir perili ev hikâyesini bunca dehşet, ailelere özgü -ve pek tanıdık- bir işlevsizlik manzarasını bunca sefalet ile bundan daha iyi bir biçimde betimleyemezdi … Öte yandan, özellikle son bölüm -sonuç- kısmının romandan sert bir biçimde koptuğunu ve Jackson’ın kurgusunda yeri olmayan notalara kayarak (yeni) çağa özgü bir tını kazandığını (“Sevgi her şeyin üstesinden gelir!”) unutmamak gerek. Flanagan’ın en güzel buluşu, kahramanlarını bahtsız bir ailenin üyeleri olarak yeniden icat ettiği anlatısında karşımıza kahramanlardan biri olarak Shirley’i çıkarması, kendini eve hapsetmiş, evinden çıkamayan yazarın trajedisini onun en büyük eserinden yapılan bu uyarlamaya böyle bir gönderme ile eklemesi olsa gerek. Yazarın otobiyografisini hikâyeye böylelikle dahil etmesi.

II.

Korkunun karşıtı nedir? Sevgi olabilir mi? Peki sevgi, her şeyin üstesinden gelir mi? Jackson’ın bize tanıdık gelecek bu pek sevilen yeni çağ söylemlerine kafa yorduğunu hiç zannetmemekle beraber; edebiyatından yola çıkarak korkuya ilişkin öngörülerinin daha gelişmiş olduğunu varsaymak olası. Uyarlamanın zayıf kaldığı ve yazarla uzak düştüğü nokta, tam da bel bağladığı bu (bayat) söylem.

III.

Flanagan’ın kurguladığı, bir aile evi; Jackson’ınki ise içinde yaşandığı bildirilen paranormal olaylar dolayısıyla birtakım gönüllülerin inceleme amaçlı olarak içine girdiği bir yapı. Mekânların, tıpkı insanlar gibi hafızası olması, içinde yaşananların gölgesini taşıması ve yeni sakinlerine ruhundan parçalar sunması hem romanın hem de dizinin çıkış noktasını oluşturuyor. Ev, pek çok yüze sahip ve sakinlerine farklı yüzleriyle yaklaşıyor; iki eserde de başrolde olan bu yapı, öylesine baskın karakterde ki, Flanagan’ın baştan yarattığı kahramanlarla bile özgün metne olan göbek bağının muhafazasını sağlıyor. Kahramanlar ya da faniler, evin kapısından içeri girip çıkan ya da ilelebet orada kalan ruhlar sadece ve tek hakikat var: Evin baskın ve habis varlığı. O varlık ki birilerinin yaşamına mal oluyor, birilerini yaşamları boyunca damgalıyor ve her birini, dünyadan -sorunlu, yaralayan, mutsuz dünyadan- uzak, kendi çatısı altında, fakat farklı bir alemde barınmaya çağırıyor; bu da, yine Jackson’ın tahayyülüne damardan bağlanan Flanagan’ın yorumunda esas aldığı, romanla paralel unsurlardan biri. Yine de Flanagan’ın evinin bir enstrüman, Jackson’ınkini ise başlı başına bir kahraman olduğu söylenebilir. Jackson, annesinin ezici varlığından yeni kurtulmuş Nell’i bir grup maceraperestin arasından sıyırıp kendi deliliğinin, kendi travmalarının pençesinde ve evin insafına kalmış halde resmederken Flanagan çok daha şefkatli, çok daha duygusal bir noktadan yaklaşıyor ve ailenin kırık ve arızalı bir yapı olarak ev ile -kapsayıcı- hesaplaşmasına odaklanıyor; hesaplaşmasına ve yaralarına rağmen kendini onarıp yaşama devamına – işte bu, Flanagan’ın korkudan sevgiye doğrusal olarak çektiği çizgi, Jackson’ın ruhuyla en çok ters düşen dokunuş haline geliyor… ne ki zamanın ruhuyla, çağın talepleriyle örtüşüyor. Çağ, bu masallardan, efsanelerden, mitlerden çıkma söylemi sahipleniyor, sevginin sihirli ve onarıcı gücünden bahsetmeyi seviyor. Jackson’ın kurguladığı ev, böyle kolay bir açıklamayı kaldıracak bir yer değil oysa; temel bir sağ kalım refleksi olan korkunun zıddı, sevgi falan değil, illa bir karşıtı olacaksa bu, ancak ölüm olabilir. 

Gelgelelim Tepedeki Ev, ölüm dahil fani dünyaya özgü her tür kavramı çarpıtması ve bozması ile meydan okuyor her şeye. Korkuyu sevgi ile tedavi etme fikri, ancak bir hayal, (yeni) çağa özgü bir arzu şimdi... Bu, korkuyu tanıyıp irdeleme değil, kendine bakma, kendini iyileştirme/şifalandırma, kendini her koşulda sevme çağı. 

Sen yeter ki iste çağı bu; ama ya yetmiyorsa?

IV.

“Korkularımdan zevk alıyorum.” – Shirley Jackson.


* Emek geçmişte bir hayalet değil, hafızada bir boşluk şimdi sadece.

** King'in Kubrick’in tahayyülündeki Shining’e temel itirazı, filmin ana kahramanı Jack Torrance’ı cinnetinden ibaret bir adam gibi göstermesi ve insani niteliklerinden soyutlayarak salt canavara çevirmesi yönünde. King, eşiyle beraber bir süre kaldığı otelde geçirdiği vaktin ardından, kişisel deneyiminden hareketle yazdığını söylüyor bu romanı, anlatılanın kendi hikâyesi olduğunu, o otelin içinde kendisinin olduğunu… Yazar, 1997’de, bu romanın televizyona uyarlanmasına önayak olmuş, projede bizzat yer alarak Kubrick’in uyarlamasında kaybolan bazı unsurları yerine koymaya çalıştığını belirtmiştir. 

*** Konuyla alakasız sayılır ama not düşmeden geçmemeli; Flanagan'ın uyarlamasında anne Olivia Crane'i canlandıran Carla Gugino, TV ve sinemadaki pek çok işinin yanı sıra doksanlarda, yine bu dönemin öne çıkan TV dizilerinden birinin, Felicity'nin yıldızı olan Keri Russell ile bir Bon Jovi videosunda yer almıştı. (Doksanları anımsayanlara selamlarımla...)