28 Ocak 2010 Perşembe

Kaybolan

Milliyet'in bugünkü haberine göre Türkiye'de kayıtlara geçmiş 1661 kayıp çocuk var. Man Booker'a da aday olan romanı Kaybolan'da -anlaşılacağı üzere- bir kayboluş hikâyesini anlatan Catherine O'Flynn, sıradışı bir kayıp envanteriyle çıkıyor karşımıza; kaybolanlardan çok kaybedenlere dair.Kalanlardan eksilenler kayıtlara pek geçmiyor oysa, kayıpların üzerine inşa edilenler değerlendirmeye alınmıyor.

Ortaçağ Almanyası'nda, Vilmnitz'deki kiliseyi yapmaya kalktıklarında işçilerin inşaatı bitiremediklerini biliyor musunuz? Gündüz ne yaparlarsa yapsınlar, gece çöküyormuş. Bunun üzerine bir çocuk almışlar; bir eline bir fener, diğerine ekmek vermişler ve bir oyuğa yerleştirmişler. Oyuğu harçla kapamışlar. Bundan sonra bina sapasağlam yükselmiş. Vestenburg Kalesi'nde de duvarın içine çocuk için özel bir oturma yeri yapılmıştır. Çocuk o kadar çok ağlamış ki duvarı örmeden önce bir elma tutuşturmuşlar eline.

Avrupa'nın her yerinde refah, güvenlik ve mutluluğu sağlayan gömülü çocuklar var.

(Kaybolan; Catherine O'Flynn. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

23 Ocak 2010 Cumartesi

Jonathan Safran Foer'in Boş Sayfaları

İstanbul sonunda kara teslim oldu. Jonathan Safran Foer'in Her Şey Aydınlandı'sının Şubat ayının ilk haftasında kitapçılarda olması için son teknik hazırlıkları tamamlamakta olduğumuz şu saatlerde Foer'in eski bir makalesi geldi aklımıza. Yazarın boş kağıt koleksiyonundan ve bu koleksiyonun zihninde nasıl pencereler açtığından bahsettiği makaleden bir kesit paylaşmak için bu karlı günün uygun olduğunu düşündük. Söylenmemiş sözlerin önemini bilenler için:

"Boş sayfa koleksiyonuma ilk romanımı (Her Şey Aydınlandı) bitirdikten kısa süre sonra başladım. Bir aile dostumuz Isaac Bashevis Singer'in (bkz.YKY) kimi eşyalarının arşivlenmesi çalışmalarında yardımcı oluyordu. Eşyaları arasında kullanılmamış bir deste kağıt varmış. (Hâliyle arşivde yer almalarının gerekmediği kararına varılmıştı.) Dostumuz destenin üstünde yer alan boş sayfayı bu büyük yazarın hayatından geriye kalanlardan bir yadigâr olarak bana gönderdi(...)

Sayfayı haftalarca geldiği zarfın içinde sakladım. Ara ara çıkarıp baktım, kimi zaman beni ziyarete gelen dostlarıma gösterdim. Önceleri sadece tuhaf bir şeydi boş sayfa benim için, fazlası değildi. Ama yanılmışım. Aramızda bir münasebet gelişti zamanla. Sık sık kendimi boş sayfayı düşünürken buluyor, onu zarfından çıkarıp inceliyor,uzun uzun bakma isteği duyuyordum. Sonunda boş sayfayı çerçeveletip salonumda duvara astım. Kendi önümdeki boş sayfalara bakmadığım zamanlarda sık sık Singer'in boş sayfasına bakar olmuştum. Bakacak çok şey vardı. Singer'ın yazmadığı ve asla yazmayacağı kelimelerin hayaletleri... Sayfa hem boş hem de sonsuzdu. Singer'ın yazmadığı tüm kelimeleri ve yazdığı her şeyi kapsıyordu... Aynı zamanda bir aynaydı da. Genç bir yazar olarak ilk kitabımın ardından yazıya devam etmeye çabalıyordum ve tüm heyecanıma rağmen öfke içinde önümde duran boş sayfaların farkına varıyordum. Yazar olmak istediğim için mi yazıyordum, yoksa yazar olduğumdan mı? Narcissus gibi boş sayfalara bakıyor, kendi suretimi arıyordum (...)"

Foer makalenin devamında boş sayfa koleksiyonunu genişlettiğinden; Joyce Carol Oates'tan David Foster Wallace'a, Sigmund Freud'dan Don DeLillo'ya, Victor Pelevin'den Zadie Smith'e uzanan bir yelpazede kimi yaşayan, kimi çoktan ölmüş figürlere ait boş sayfalar topladığından bahsediyor. Makalesini sonlandırırken dergideki boş sayfayı belirlediği bir adrese göndermelerini rica etmiş okurlarından. Bu noktada makalenin 10 milyona yakın tirajlı Playboy'da yayınlandığını söylemek gerek. Söylenmemiş sözler, yazılmamış kelimeler ve süregiden yaşamlar sayfalar çevrilirken... Sizin boş sayfalarınızda neler yazabilirdi?

Karın nazik örtüsü şehri kaplarken yazılmamış kelimeleri, söylenmemiş sözleri düşünmenin tam zamanı.

15 Ocak 2010 Cuma

Sürpriz Yumurta

İntihar saldırısında ölenler otopsi için Abu-Kabir’deki Adli Tıp Kurumu’na götürülürler. İsrail toplumunun önde gelen düşünürleri bu prosedürden rahatsızlık duyduklarını defalarca belirtmişlerdir, Abu-Kabir’de çalışanlar bile bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorlar. Herkes bu saldırılarda ölüm nedenini kuşkuya yer bırakmayacak biçimde biliyor, insan bedeni içinde ne bulacağını bilmediğin bir sürpriz yumurta değil ki – bir yelkenli belki, ya da bir yarış arabası veya plastik bir koala. Ne zaman otopsi için cesetleri inceleseler aynı şeyi buluyorlar – küçük metal parçaları, çivi ve şarapnel. Sürprizler enderdir. Ama bu otuz iki yaşındaki kadının vakasında farklı bir şey buldular. Etine saplanmış şarapnel parçacıklarından başka kadının içinde onlarca tümöre rastladılar, iri tümörlere...

Her neyse, kocası kadını teşhis etmek için morga gittiğinde, patolog adama söyleyip söylememe konusunda karar vermekte zorlandı. Bir yandan beraberinde bir tür rahatlama duygusu getirecek bir bulguydu bu – karının zaten öleceğini biliyorsan, “O gün işe gitmemiş olsaydı,” ya da “keşke onu arabamla ben bıraksaydım,” gibi sorularla kendine işkence etmenin anlamı kalmaz. Öte yandan, bu haber kadının rastlantısal ve korkunç ölümünü çok daha korkunç bir şeye çevirerek duyulan elemi daha da artırabilirdi; bir anlamda iki kez yaşanmış kaçınılmaz bir ölüm söz konusuydu, yukarıda biri işi sağlama almak istemişti sanki. Yoktu o kadını kurtaracak bir “şayet,” varsayım olarak bile. Ama bir yandan da, diye düşündü patolog, ne fark eder? Kadın ölmüştü, adam dul, çocuklar ise yetim kalmışlardı, buydu önemli olan, gerisi saçmalıktı.

(Gazze Blues, Etgar Keret & Samir El Youssef. Çeviren: Avi Pardo)

Tek Hayvan

Dünya hep aynı kalırken ölen insan sayısının artması ve günün birinde kimseyi gömecek yer kalmayacak olması tuhaf değil mi yani? Geçen yıl, dokuzuncu yaşgünümde babaannem bana, 'The National Geographic' dediği National Geographic dergisine abonelik hediye etti... Her neyse, büyüleyici olan, dergide bugün dünyada tarih boyunca ölmüş olan herkesten daha fazla canlı insan bulunduğunu okumamdı. Başka bir deyişle bugün herkes birden Hamlet oynamaya kalksa, yeterince kafatası bulunmayacağı için bu mümkün olmayacaktı!

***

"Kızaran, gülen, dine inanan, savaş açan ve dudaklarıyla öpüşen tek hayvan insandır," dedim. "Yani bir anlamda ne kadar çok dudaktan öpüşürsen o kadar insansın demektir."

"Ya daha çok savaş açarsan?"

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

12 Ocak 2010 Salı

Pamuk...

Pamuk Prenses şimdi de dört sayfalık, açık saçık, uzun bir şiir yazmış. Bize okutmuyor, kesinlikle reddediyor bunu. Nuh diyor peygamber demiyor. Şiirden tesadüfen haberimiz oldu. Eve erken saatte, yorgun argın gelmiştik. Holde bir süre oyalanarak içeriye girip girmemeyi düşünmüştük. Tuhaf ama sezmişiz işte ya da içimize doğmuş olmalı. Sonra yorgun argın içeri girdik. “Posta gelmiş,” dedik. Bir şeyler yazıyordu, görebiliyorduk. “Posta gelmiş,” dedik tekrar. Çoğu zaman postayı pençeleriyle havada kapardı ama dalmış gitmişti, kafasını kaldırmadı, oralı bile olmadı. “Ne yapıyorsun,” diye sorduk, “bir şey mi yazıyorsun?” Pamuk Prenses başını kaldırdı. “Evet,” dedi. Yeniden başını önüne eğdi, kapkara gözlerinin kapkaralığını renklendirecek en ufak bir duygu kırıntısı göstermeden. “Mektup mu?” diye sorduk, bir mektupsa kime ve ne hakkında olduğunu merak ederek. “Hayır,” dedi. “Liste mi?” diye sorduk, beyaz yüzünde bir şefkat belirtisi arayarak. Ama yoktu şefkat. “Hayır,” dedi. O zaman laleleri yeşil kâseden mavi kâseye aktardığını fark ettik. “Ne o halde?” diye sorduk. Zambakları yazı masasından alıp şifonyere koyduğunu fark ettik. “Ne o halde?” diye tekrarladık. Gördük ki ipekotunu sürükleyerek ta mutfağa kadar götürmüştü.

“Şiir,” dedi.

(Pamuk Prenses, Donald Barthelme. Çeviren: Hakan Toker)

9 Ocak 2010 Cumartesi

Woody Allen ve Kim, Kiminle, Nerede

Woody Allen'ın son filmi Whatever Works (Kim, Kiminle, Nerede) 15 Ocak tarihinden itibaren sinemalarda. Filmi festivalde izleme şansını yakalamış olanlar, Allen'ın Match Point gibi "karanlık" tabir edilebilecek son dönem filmlerinin ardından erken dönem naif hallerini çağrıştıran, bir anlamda kendisi ve dünyasıyla barış yapmış olduğunun sinyallerini veren bir film yapmış olduğunu yadsımayacaklardır. Karanlık tabiri bizlerin yakıştırması elbette, ancak Allen'ın son dönem filmlerinde insanlığın yüceltilmediği, bu büyük yönetmenin insana özgü zaafları mercek altına alarak bizlere sandığımız kadar erdemli varlıklar olmadığımızı hatırlatmasından bahsediyorum. Ayrıca New York'u da özlemiş olmalı ki uzun süren Avrupa macerasından sonra şehrine nihayet dönmüş. Whatever Works (Kim, Kiminle, Nerede) Hannah ve Kızkardeşleri'nden anımsayacağımız, kalbin ne kadar da esnek (!) bir kas olduğu düşüncesini yineler gibi... Filmden fazla tüyo vermeden, ustanın en son kitabı Sırf Anarşi'den tadımlıklarla bağlayalım sözü:

Kilo ve suçluluk sorununu çözmekte zorlanan filozofların imdadına, Descartes yetişti: Beden ve zihni birbirinden ayıran Descartes sayesinde, beden istediği gibi tıkınabilirken, zihin, “Bana ne? Bu ben değilim ki!” düşüncesiyle rahatsız olmuyordu... Öte yandan Spinoza çok ender yemek yerdi, çünkü Tanrı’nın her şeyde var olduğuna inanıyordu. Yumuşacık pişmiş bir kuzu pirzolasını gövdeye indirirken Bağışlayan ve Esirgeyen Rabbin üzerine hardal sürebiliyor olacağı düşüncesi karşısında iştahı kesiliyordu. - Böyle Tıkındı Zerdüşt, SIRF ANARŞİ

***

Comfort Tobias o salı günü Washburn’lerin evine girdiğinde, aile tatildeydi. (Yunan adaları turu yapan bir gemiye kaçak binmişlerdi ve ambardaki varillerde saklanıp üç hafta boyunca susuz ve gıdasız kaldıkları halde, her gece saat üçte güverteye çıkıp güverte hokeyi oynamışlardı.) Tobias, ampul değiştirmek için üst kata çıktı.

“Bayan Washburn, ampullerinin her salı ve cuma değiştirilmesini isterdi,” diye açıkladı. “Yeni ampullere bayılırdı. Çarşafları ise yılda bir değiştirirdik.”

Temizlikçi büyük yatak odasına girer girmez bir şeyin eksik olduğunu anladı. Sonra ne olduğunu gördü ve gözlerine inanamadı. Biri döşeğe yanaşmış ve üzerinde “Bu etiketi son tüketiciden başkasının çıkarması yasaktır,” yazan etiketi kesmişti. Tobias titredi. Dizlerinin bağı çözüldü ve midesi bulandı. İçinden bir ses çocukların odalarına da bakmasını söyledi. Evet, onların da döşeklerindeki etiketler kesilmişti. O anda duvarda kocaman bir gölgenin hareket ettiğini görünce kanı dondu, kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu ve bağırmak istedi. Derken o gölgenin kendisine ait olduğunu fark etti, rejime girmeye karar verdi ve polisi aradı.

“Hiç böyle bir şey görmemiştim,” dedi Komiser Homer Pugh. “Wilton’s Creek kasabasında böyle şeyler olmaz. Gerçi adamın biri geceleri fırına girip pastaların içindeki kremayı emerek bitiriyordu ama üçüncü denemesinde çatılara keskin nişancılar yerleştirip etkisiz hale getirmeyi başardık.”

“Neden ama, neden?” diye ağlıyordu Washburn’lerin komşusu Bonnie Beale. “Ne olacak bu dünyanın hali? Son tüketici dışında biri döşeklerin etiketini neden keser, anlamıyorum!”

“Eskiden döşeklerimizi evde bırakıp çıkabilirdik,” dedi civardaki okulun öğretmeni Maude Figgins. “Ama artık ister alışverişe ister akşam yemeğine gideyim, döşeğimi mutlaka yanıma alıyorum.”

- Hukukun Üstünde, Somyanın Altında, SIRF ANARŞİ (Çeviren: Sıla Okur)

4 Ocak 2010 Pazartesi

Kayıp Zamanın İzinde - Rivka Galchen



Şu Yunan atasözünü hatırlayın: Deli bir adam her zaman yerinde laf eder.


(Deliliğe Övgü; Erasmus. Çeviren: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi.)


Kimi kitaplar vardır, kolay kolay sınıflandırılamaz.


Atmosferik Rahatsızlıklar işte tam da böyle bir roman. 1976 doğumlu Rivka Galchen'in bu ilk romanı, kabaca bir gün karısının kendi karısı değil de onun tıpatıp bir benzeri olduğuna kanaat getirip 'gerçek' karısının peşine düşen bir psikiyatrın sancılı arayışını anlatıyor. Bir açıdan delilik ile gündelik hayatı ayıran o ince çizgiyi konu aldığı söylenebilir. Birbirini seven iki insanın yabancılaşma öyküsü dersek, delilik temasını göz ardı etmiş olsak da yerinde bir tespit yapacağımız kesin. Bütün bunları bir kenara bırakıp, romanın paralel evrenlerden ve çoğul benliklerden yola çıktığı da iddia edilebilir ki Atmosferik Rahatsızlıklar tüm bunları ve daha fazlasını kapsıyor. Galchen bookslut söyleşisinde Proust'a selam çakmış ve geçmişte tanıdığımız kimselerin bizim tanıdığımız insanlar olmadığını ve bunun onların değişmesinden ziyade onlarla tanışmış olan bizlerin eski benliklerinin geçen zamanın ardından aynı kalmaması dolayısıyla söz konusu olduğunun altını çizmiş.




Yabancılaşma ülkesinin çorak topraklarına hoş geldiniz; arayışın sonu olmadığını söylemeye gerek var mı?




 

"Onunla sadece bir kez tanıştım," dedi benimle göz göze gelmeksizin..."Ama dürüst olmak gerekirse -insanları çok iyi tanırım, analistim ben- ondan hoşlanmadım. Ondan zerre kadar hoşlanmadım."


Çikolata kaplı uzun kurabiyelerin içinden beklenmedik şekilde çıkan yumuşak karamela ile nazikçe başa çıkmaya kaptırmıştım kendimi. Benden mi bahsediyordu? Yoksa başka bir benden mi? Ya da tamamen başka birinden mi?


(Atmosferik Rahatsızlıklar; Rivka Galchen. Çeviren: Hira Doğrul.)