30 Ağustos 2013 Cuma

N-n-n

Cuma notları...

Anlamakta epey zorlandığım bir proje ile başlayalım: Sanatçı Fabrizio Lamoncha, kuşların dışkılarını belli bir düzenek dahilinde kullanarak (tamamen organik!) analog bir baskı makinesi tasarlamış. "Kuşların 'punk' doğalarında bizler için değerli olan pek çok şeyin üzerine dışkılamanın" yattığını iddia eden sanatçı, bir kafes içinde beslediği kuşların dışkılarıyla Latin alfabesinin kimi harflerini oluşturan bir düzenek kurmuş.  "1984'ün Büyük Birader'i misali," sanatçının "kuşların bu aykırı tavrını pazarlanabilir bir sanat eserine" çevirdiği iddia ediliyor... Proje ile ilgili bilgiler burada. Hayvan sömürüsünün 'pazarlama' değeri bir başka yazıya konu olsun.

Costa Rica, hayvanat bahçelerinin tümünü kapatma ve buraları doğal parklara çevirme kararı aldı. Hayvanlar "diledikleri takdirde" buralarda yaşamayı sürdüreceklermiş. Dışkıdan sanat yapmaya kalkışmadıkları için ayrıca takdiri hakkediyorlar sanırım.

Shakespeare'in eserlerine alternatif kapaklar - Romeo ve Juliet kapağı için alternatif yerine 'dehşet' ya da 'Juliet'in boynunu bulunuz' da denebilirdi.

Sokakta kolaj sanatı ya da Poster Boy neyin peşinde? Cilalı fotoğraflara sakal bıyık çizmekten feyz alanlar için gerçek bir ilham kaynağı.

Bu yaz onsuz geçti maalesef, ancak Elif Şafak'ın yeni kitabının Aralık ayında çıkacağı duyuruluyor: "Bu kitapta Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi, her üç dinden insan aynı gökkubbenin altında buluşuyor.
Sarayın en tepesindekilerden toplumun en itilmişlerine kadar rengârenk ve düşündürücü bir Osmanlı panoraması sunuluyor." Serbest çağrışımın sonu yok; nedense bir Alman, bir Fransız ve bir Türk çeşitlemeleriyle başlayan fıkraları anımsıyorum şimdi (... bir bara gider, ıssız adaya düşer, vs.) Anımsamamayı tercih ederim aslında. Neyse...

Nedense bugünün notları sürrealizme kaydı, sevgili blog okuru - ben de anlam veremedim. Kapanışı daha önce Hong Kong'da bulunduğunu not düştüğüm dev plastik ördeğin Pittsburgh'e doğru yola çıktığını duyurarak yapayım ve noktayı koyayım.

İyi tatiller!

29 Ağustos 2013 Perşembe

Roman


"Roman en kolay yakılan sanat biçimidir. On dokuzuncu yüzyılın ortasında, kasabamızın tüm sakinleri -tüm erkek, kadın ve çocuklar- en az bir roman yazabilecekleri kanısına vardılar. Bu döneme muhtemelen, her ayın üçüncü pazar gününde kasaba meydanına bir araba dolusu kitap getirip işbu kitapları Sözcüklerin değerli sözde âlemleri, mucizeler yaratan sarmallar çığırtkanlığı eşliğinde satan gezgin Çingene satıcı yol açmıştı. Seçilmiş Halk’ın dudaklarına Ben de yapabilirim’den öte başka ne yakışırdı ki?
1850-1853 arasında yedi yüzü aşkın roman yazıldı. Biri şöyle başlıyordu: Ne zamandır düşünmemiştim bu rüzgârlı sabahları. Bir diğeri: Herkesin ilk seferini hatırladığı söylenir; ben hatırlamıyorum. Bir başkası: Cinayet pis bir iştir, ona kuşku yok ama insanın kardeşini öldürmesi, bilinen suçların en beteridir.
272 anı kitabı, 66 suç romanı, 97 savaş öyküsü yazıldı. Romanların 107’sinde erkek kardeşini öldüren bir adam vardı. Geleceği merak eden çiftler 29’unda yer alıyorlardı; 68 tanesi öpücükle son buluyordu ve 35’i hariç hepsinde “utanç” kelimesi yer almıştı. Okuma-yazma bilmeyenler görsel romanlar yarattılar: kes-yapıştır çalışmaları, oymabaskılar, karakalem çizimler, suluboyalar… Yankel ve Brod Kütüphanesi’ne Trahimbrod romanları adında yeni bir bölüm kuruldu. Ancak yazılmalarından beş yıl sonra sadece birkaçı okunmuştu.
Bir keresinde, yaklaşık yüz yıl sonra bir oğlan bu bölüme girdi.
Küçük kızlığından beri Trahimbrod romanlarına bakan ve hepsini okuyan tek kişi olan Kütüphaneciye, Bir kitap arıyordum, dedi. Büyük-dedem yazmış.
Kütüphaneci, Neydi adı? diye sordu.
Safranbrod ama galiba takma adla yazmış.
Kitabının adı neymiş?
Hatırlamıyorum. Sürekli bahsederdi. Yatmadan önce bana o kitaptan öyküler anlatırdı.
Konusu neymiş kitabın?

Aşk.
Kütüphaneci güldü. Trahimbrod romanlarının hepsinin konusu aşk."

(Her Şey Aydınlandı, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi.)

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Şehir

Woody Allen'ın son filmi Blue Jasmine'in, yönetmenin gişe başarısı en yüksek filmi olarak kayda geçtiğini sanırım notlarımda belirtmiştim. (Gerçi belirtmemiş, sadece aklımdan geçirmiş de olabilirim, bu aralar fikirle eylemi karıştırdığım oluyor.) Bir yanda Blue Jasmine'e övgüler koparken, Rio belediye başkanı, Allen'ın şehirde film çekmesi için 'ne gerekirse' yapacağını açıkladı. Yönetmenin Kopenhag'da film çekeceği yolunda söylentiler çıkmış ve Allen'ın Stockholm'de film çekmesi için de bir davet aldığı vs. belirtilmişti.

Allen'ın filmlerinin çoğunda, geri planda uzanan şehre (çoğunlukla New York) saygı duruşunda bulunduğunu söylemek mümkün; hatta erken dönem filmlerinden Annie Hall'da, New York ve Los Angeles'i karşı karşıya getirip (Annie'yi 'çalan') Los Angeles'ı epey yerdiği, New York'a aşkını ilan ettiği de gözden kaçmıyor. Vicky, Christina, Barcelona'nın gişe başarısının İspanya'ya turizm geliri olarak yansıdığı da düşünülürse, şehirlerinin imajlarını cilalamak isteyen belediye başkanlarının yönetmene yanaşmaları şaşırtıcı sayılmaz. Allen, New York ve L.A filmleri haricinde Londra'da da geçen birden fazla filme imza attı ve biri Paris, biri Roma olmak üzere iki farklı şehri de (Barcelona ve çevresine ek olarak) hikayelerinde geri plan olarak kullandı. Adı üstünde: geri plan.

Allen ve film çekmesi (geri plan) için para ödemeye talip olan şehirler söz konusu olduğunda, belki yönetmenin üretkenliği de had safhada olduğundan, her seferinde kıyamet kopuyor ve sorular art arda sıralanıyor: Burada da film çeker mi? Ya burada? Ya da burada? Twitter'da 'Woody Allen Rio' verileriyle bir arama yaparsanız, aynı haberin defalarca tekrarlandığını görüyorsunuz, ancak yönetmenin tavrından pek bahseden olmuyor. Eh, dünyaca ünlü bir yönetmeni 'ederi neyse' ödeyerek Rio'ya, İstanbul'a, Stockholm'a, Belgrad'a ya da Minsk'e getirtip film çektirme 'olasılığı' yönetmenin işini hangi kaygılarla güttüğü gibi soyut bahislerin yanında daha çok 'reyting' taşıyor olsa gerek. Yani yönetmenin derdi, anlatmak istediği hikaye olmaktan çıkıp bütçeye indirgeniyor. Ver parayı gelsin!  

Allen'ın kendisine yöneltilen taleplere cevabı çok net oysa: Film çekmek için paraya VE hikayeye ihtiyaç duyduğunu söylüyor, aksi takdirde çekeceği şeyin bir tanıtım filminden ibaret olacağını belirtiyor.

Sonuçta Allen İstanbul'a ya da Rio'ya gider mi/gitmez mi bilemiyorum sevgili okuyucu. Ama omurga dediğimiz şey, sadece belden boyuna uzanan bir kemik yapısı değil, orası kesin.








27 Ağustos 2013 Salı

Alan

Daha evvel notlarda bahsetmiş olmalıyım; Miranda July, bugünlerde We Think Alone isimli proje kapsamında belirli kişilerden izinle aldığı elektronik postaları, belli konu başlıkları altında derleyerek isteyenlere gönderiyor. Yani, birilerinin, birilerine yollamış olduğu e-postalar, July'ın 'küratörlüğünde' her hafta sizin posta kutunuza düşüyor - Konu başlıkları çeşitli: Arzuladığınız bir şeyle ilgili bir mesaj, Barack Obama'nın adının geçtiği bir mesaj, gördüğünüz bir rüya ile ilgili bir mesaj, birine tavsiye verdiğiniz bir mesaj, para ile ilgili bir mesaj, vs.

July'ın sinemasından bahsetmek arzusunda değilim, zira kimi işlerini çok beğenip kimileri karşısında irkilmeden duramıyorum. It Chooses You adlı projesini epey beğenmiştim ki onun hakkında da burada bir şeyler yazmışım. We Think Alone, açıkçası kafamı karıştıran, beni bir nebze zorlayan bir iş oldu; Etgar Keret, Sheila Heti, Kareem Abdul Jabbar, Kirsten Dunst ve Lena Dunham gibilerinin (başkalarına hitaben yazmış oldukları) e-postaları okumak, ister istemez, bir tür suçluluk duygusu yaratıyor insanda; birilerinin özel eşyasını karıştırıyor, pencerelerinden içeriyi gözlüyormuşsunuz gibi bir his - şahısların izinleri dahilinde paylaşılsa da, insan kendini bir şeyleri 'rontluyor' gibi hissediyor.

July, Huffington Post ile yaptığı söyleşide, e-posta ile iletişimin gündelik doğasında olağanüstü bir samimiyetin gizli olduğunu düşündüğünü belirtmiş; ancak, o samimiyetin yazışmanın kapsadığı tarafların dahilinde olmayanlara nasıl aksettiği, tartışmaya açık.

July'ın tüm işleri, az çok, çağdaş dünyada yaşayan insanların aralarındaki 'varsayılan' mesafelerin ayarlarıyla oynuyor. Mesajlar, bağlamlarından kopup size ulaştığında, tam tersi etkiyi yapıyor kanımca - bir radyoyu kurcalayıp parazitler arasında insan sesleri duyuyormuşsunuz (ama tam çıkaramıyormuşsunuz) ya da yerde bulduğunuz (size yazılmamış) bir mektubu okuyormuşsunuz gibi bir duyguya kapılmak, oldukça kolay dolayısıyla.

Öte yandan July tam olarak haksız sayılmaz; yazarların yazarlara (veya başkalarına) mektuplarını benzer bir mahremiyete tecavüz hissi duymadan, ilgiyle okurken belli bir konu başlığı altında derlenmiş elektronik postalar karşısında yaşanan yabancılaşma, e-posta formatının gelip geçici/dolaysız ve dolayısıyla mahrem doğasının doğrudan bir etkisi olsa gerek. Yani örneğin De Profundis'i okur mesafesiyle okumak gayet mümkünken, haklarında pek de bir şey bilmediğiniz birilerinin yazdığı e-postaları okumak, türlü yabancılaşma platformunun eşiğine çekiyor insanı.

Samimiyetten yabancılaşmaya uzanmanın böyle kolay olduğu bir dünyada; eh, evet, düşünürken, yaşarken, yürürken, hep yalnızız belki de...

Güvenli alanlarımızda.









26 Ağustos 2013 Pazartesi

N-n-n

Haftaya tersine bir başlangıç yapıyor, geçen cuma yazmadığım notlarla giriş yapıyorum. Bu aralar, böyle...

Geçen hafta bahsetmiştim; adını doğa şartlarına ve yalnızlığa direnen bir roman kahramanından alan kitabevi, Robinson Crusoe 389, kitapseverlerden destek bekliyor. Naçizane tavsiyem: Schadenfreude çığlıkları atanlara, suları bulandıranlara, 'fazla seçkinci/karanlık/vs. olmasından çıkarsadığım üzere elit bir yerdi zaten ve hep bunu söyleyeceğim günün gelmesini beklemiştim' diyenlere falan aldırmayın ve kitabevlerinize, şehrinize, yaşamınıza sahip çıkın. Beyoğlu!

J.D Salinger'ın ölümünün ardından, yazarın kaleme aldığı beş yeni eserin basılacağı duyuruldu. Beş yeni öykü içerecek olan Glass Ailesi adlı kitap, Peter Pan'ların Sonucusu ve En İyisi isimli (Caulfield ailesinin hikayelerinden oluşan) bir öykü kitabı, yazarın savaş anılarını konu alan bir novella, İkinci Dünya Savaşı ve Salinger'ın ilk evliliğini konu alan bir roman ve Vedanta felsefesine dair öyküler içeren bir kitabın yayımlanacağı iddia ediliyor.

Şahane bir kitap: Buradayız. Yazar: Kerem Eksen; Alef Yayınevi'nden. Roman yazmaya, yaşamaya çalışmaya, varoluş sancılarına dair... ve evet, biz buradayız, orası kesin. Şiddetle tavsiye ederim.

Orhan Pamuk -ki Buradayız'da bahsi sıklıkla geçiyor- önce Financial Times'la, ardından Hürriyet'le birer söyleşi gerçekleştirdi. Kar için Sonsöz burada, yeni romandan (Kafamda Bir Tuhaflık) bir kesit ise burada. YKY, ayrıca yazarın eserlerinden parçalarla bir derleme yayımladı; kitabın bilgileri burada.

Yaz biter, sonbahar gelir... Ve Filmekimi! Biletler 21 Eylül'de satışta. Öncesinde, 13-19 Eylül'de Türk-Kore Filmleri Haftası - Kim-Ki-Duk da İstanbul'a geliyormuş. Gösterimler ücretsiz.

Charles Bukowski'nin Pis Moruğun Notları için yaptığı çizimler. Burada.

Malazgirt Savaşı'nın 942. yıldönümü için Alpaslan isimli 1071 gençle yapılacak kutlamalara dair haberi okumuşsunuzdur... Kopenhag da bugünlerde Andersen'in en bilinen masallarından Küçük Deniz Kızı'nı temsil eden ve şehrin simgelerinden biri haline gelen heykelin yüzüncü yaşını deniz kızı kılığına girmiş yüz yüzücüyle kutluyor. (Sözün bittiği noktadayım sevgili okuyucu. O yüzden bir şey diyemeyeceğim.)

Godard, reklam çekerse... biraz garip oluyor. Buyrun.

Grafik Kanon'un ikinci cildi ile yeni karşılaştım. Buyrun. Kaçırmayın.


İyi haftalar dilerim.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Yok


Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Üzerine her gazetede yazılabilecek terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar. 

(...)

Savaş ve barış yok, yalnız savaş var.

(Ingeborg Bachmann, Bu Tufandan Sonra. Çeviri: Ahmet Cemal, Metis.)

20 Ağustos 2013 Salı

Köprü



Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.

"Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?" diye sorar Kubilay Han.

(...) "Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer."

Marco cevap verir: "Taşlar yoksa kemer de yoktur."*

Dün Beyoğlu'nun sayılı bağımsız kitapçılarından Robinson Crusoe, bir çağrı yaptı ve kitap severlerden destek istedi, kaçırdıysanız çağrı metnine buradan ulaşabilirsiniz. Kitaplar ve alışkanlıklar bir yana, her geçen gün yeni mağazalar ve hamburgercilerle dolarak iyiden iyiye bir alışveriş vahasına doğru evrilen Beyoğlu'nda bunca yıllık bir kitabevinin eksik olduğu bir gelecek hayali dahi ürkütücü...

Ne nostalji rüzgarı, ne de yıkım iştahı - taşlar yoksa kemer de yok, köprü de.

(Italo Calvino, Görünmez Kentler. Çeviri: Işıl Saatçıoğlu; YKY. Görseldeki 'taş kitap' Wolfgang ve Anna Kubach Wilmsen'e ait.)



19 Ağustos 2013 Pazartesi

Niyet


Bir süredir ara verdiğim bloga resmen dönüş yapmış bulunuyorum; hayır, Ege kıyılarında tatil, Yunan Adaları'nda gezinti yapmıyordum sevgili blog okuru, önce bilgisayarla fazla haşır neşir olmanın getirdiği geleneksel/kronik sakatlığımı (bilek) geçirdiğimden, ardından da hayata küsmek isteyip bahane bulamayanlar için (oysa bahaneler sonsuz, bulamayanlar halt etmiş) birebir olduğunda iddia edeceğim illet bir yaz nezlesine tutulduğumdan zorunlu bir ara verdim - yatak döşek yattığımdan falan da değil, bir tür kafa tatili diyelim. Ne değişti derseniz değişen bir şey yok, halen son yirmi yılını rutubetli bir yelkenlide geçirmiş bir açık deniz kaptanını kıskandıracak şekilde öksürmekteyim ama heyhat, blog dediğin yazmadıkça anlamını yitiren bir platform, öyleyse yazmamız gerek...

Hayır, sonuçta bir blog yazısı bu, uçucu olması buyrulmuş; bunca ciddiyet niye, neden hastayken yazamayayım ki, diyor insan ama bildiğiniz üzere insan denen canlı, rasyonel süreçleri saptırmak konusunda oldukça başarılı. (Aynısı varsayımlar hususunda da geçerli tabii.) (Blog yazısı demişken bkz. Kitap-lık, Temmuz-Ağustos 2013 sayısı. Dosya konusu: Blog - Yeni Bir Yazın Türü mü?) Gerçi Sonsuz Maymun Teoremi'ne sığınıp Shakespeare'in eserlerinin dahi maymunlarca yazılabileceğini iddia etmek mümkün ama, bünyem, şu an bu hususta derinlemesine kafa yormaya elvermeyecek, mazur görün. Öte yandan, hazır bahsetmişken, ilgili bağlantıda geçen can alıcı pasaja yer vermeden edemeyeceğim (Çıkarımlar Plymouth Üniversitesi'nden araştırmacıların İngiltere'de bir hayvanat bahçesinde maymunlar üzerinde yaptığı yazı deneyiyle ilgili, orasını belirtelim)

Maymunlar, çoğunluğu S harfinden oluşan ve yalnızca beş sayfa uzunluğunda bir üretim yapmakla kalmamış, önce baba maymun klavyeyi bir taşla ezmiş, diğer maymunlar çiş ve kakalarını klavye üzerine yaparak onu izlemiştir. Hayvanat bahçesi fen müdürü bu deneyin "bilimsel geçerliliğinin olmadığı ve 'sonsuz maymun' teoreminin hatalı olduğunu göstermekten başka bir değeri olmadığını" belirtmiştir. (Araştırma ekibinden) Mike Philips, sanat camiası tarafından desteklenen bu projenin temelde bir gösteri sanatı olduğunu ve bundan çok şey öğrendiklerini söylemiştir. Araştırmacı sözlerini şöyle sürdürmüştür: "Maymunlar rastgele üreteç değiller, daha karmaşıklar… Ekranla ilgilendiler ve klavyenin tuşuna bastıklarında bir şeyin değiştiğini gözlemleyebildiler. Belirli bir niyetleri var gibiydi."

Maymunlar bir yana, masanın başına geçtiğimde defterimde notlar, kafamda dönüp duran meseleler vardı fakat nedense Sonsuz Maymun Teoremi'ne değindiğim noktada yazı başını alıp başka bir yere gitti... Belirli bir niyetim var gibiydi, ama ne çare. (Rastgele üreteç?)

Neyse, bu ufak ve zorunlu ara sonrasında, yarın kaldığımız yerden devam.

(Görsel: Lisa Sarfati. Sanatçının işleri için buraya. Merhaba!)




3 Ağustos 2013 Cumartesi

N-n-n

Bu haftanın notları bir gün gecikmeyle:

!f'te kaçıranlar için hoş bir fırsat; Kutsal Motorlar bu cuma vizyona girdi. Leos Carax'nın bu çok ses getiren yapıtı ve sineması hakkında daha fazlası için buraya.

Zero İstanbul'dan şahane bir çalışma: İstanbul için Parklar ve Pazarlar Rehberi.

Cesar Aira, 6 Ağustos'ta, ilk Türkçe çevirisiyle raflara iniyor. Yaz rehaveti içinde atlanmasın.

Neil Gaiman'dan Virginia Woolf'a, yazarların gençlik resimleri... Yıllıklardan taranmışa benziyor birçoğu. Bu damardan girmişken bir başka bağlantı verelim, yazarlar ve bisikletleri. Sonda yer alan Tennessee Williams, çocuklar gibi şen.

Woody Allen'ın son filmi Blue Jasmine, yönetmenin şimdiye kadarki en yüksek gişe başarısına erişmesine neden olmuş. Türkiye'de gösterim tarihi: 27 Eylül. Allen'ın filmi, Tennessee Williams'ın Arzu Tramvayı'nın (İhtiras Tramvayı olarak da bilinir, tartışmaya açık, bana sorarsanız Sırça Hayvan Koleksiyonu'nu tercih eder, arzu ve ihtirası kendi aralarında kapışmaya bırakırım) güncel bir versiyonu olarak tanıtılıyor. Jasmine/Blanche Dubois rolünde Cate Blanchett anlaşıldığı kadarıyla harikalar yaratıyor. Open Culture'dan: Woody Allen'a göre tüm zamanların en iyi filmleri, klasik bir liste, ama şahsi favorilerimden 400 Darbe ile başlıyor.

Yemek, sanat ve dahası... Paper and Salt'tan Feasting on Art'a uzanan, bir tür 'Hayat Manzarası.' Koltukname, ta sonbaharda değinmiş, yeni rastladım, şimdi paylaşıyorum.

Haftanın notları, böyle, biraz karışık.

İyi tatiller.


1 Ağustos 2013 Perşembe

Doğum


Herkes yazarların nasıl yazdığını merak ediyor. "Her gün için bir zaman dilimi mi belirliyorsunuz, tükenmezkalem ile mi yazıyorsunuz, yazarken kağıda ne kadar bastırıyorsunuz?" diye soruyorlar. Pek sormadıkları şey ise şu: "Bir roman nasıl doğar?" Derinlemesine gizemleri olan bir süreç bu ve kimse anlamıyor. Norman Mailer, kurmaca ile ilgili şahane kitabına bu yüzden "Tekinsiz Sanat," adını vermiştir. Bilincin bilinçaltı ile tuhaf mı tuhaf biçimde birleşmesi. Sanırım her yazar, bir romanın doğuşunun ani biçimde gerçekleştiğine katılacaktır. Bazen teğetler sayesinde. Nabokov, bir Paris gazetesinde okuduğu, resim yapmayı öğrenmiş bir maymunla ilgili haberin ardından "Lolita"yı yazmaya karar verdiğini söyler. Maymunun çizdiği resmin bir temsilini koymuşlar habere, kafesinin parmaklıklarını çizmiş. Nabokov, "Lolita"nın ilk tekmesini bu haberi okuyunca hissetmiş içinde. Tamamen teğetsel.

(Martin Amis, New Yorker söyleşisi, 13 Haziran 2012. Görselde şempanzelere (ve kendimize) dair bugün bildiğimiz pek çok şeyden dolayı müteşekkir olmamız gereken efsane bilim insanı, Jane Goodall, Tanzanya'da bir yerlerde. Tamamen teğetsel.)