30 Eylül 2014 Salı

Kurtuluş

"Fakat şu da doğru; hikayeler bizi kurtarabilir."*

21-27 Eylül haftası, Amerika'da Yasaklı Kitaplar Haftası olarak kutlanıyor. Yasaklı kitabın kutlaması mı olur demeyin, hafta boyunca sansür karşıtı etkinlikler düzenleniyor, yasaklanmış kitaplara dikkat çekiliyor, okuma özgürlüğünün önemi vurgulanıyor. Yasaklı derken, söz konusu yasakların, en azından bu yıllarda, ağırlıklı olarak kütüphaneler ve okulların dayattığı, kitapların genel erişimine dair yasaklar değil de, gelen şikayetler uyarınca okul ve halk kütüphanelerine sokulmamaları üzerinden gelişen kısıtlamalar olduğunu belirtmek gerek. Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, 1984 ya da Bülbülü Öldürmek gibi çağdaş klasikler, Amerikan kütüphanelerince içeriklerinden ötürü yasaklara tabi olmuş eserler; 2013'ün en sık yasaklanan kitabı/serisi ise Harry Potter. (Ya çocuklarımız büyüye meraklanır, dinden uzaklaşırsa yollu bir hezeyan doğrultusunda.)

Malum, Türkiye, yayımlanmamış bir kitabın yasaklandığı ülke olarak bu konuda sınır tanımıyor; yine de uygulamadaki farklılıkları atlamamak önemli.

Tim O'Brien'ın 1990 yılında basılan, yazarın Vietnam'daki savaş deneyiminden sonra anımsama ve yazma edimine eğilen kitabı Taşıdıkları Şeyler, 2001, 2003 ve 2007 yıllarında, Amerika Afganistan ve Irak cephelerine asker yolladığı sıralarda çeşitli eyaletlerce yasaklanmış örneğin; gerekçeler ne olursa olsun, zamanlama manidar. Vietnam'dan neredeyse otuz, yazımından on yıl sonra, hakkında gündeme gelen yasaklar, kitaba dair değil, sansürcü zihniyetin kaygıları hakkında ipucu veriyor esasen.

Ugresiç'in Okumadığınız için Teşekkürler'inde bir Neil Postman alıntısına rastladım; yazar, özetle Orwell'in kitapları yasaklayacak olanlardan, Huxley'nin ise kitap okumak isteyecek kimse kalmadığından yasaklara dahi gerek duyulmayacak bir dünyadan korktuğunu belirtmiş... Kitapların okunmadığı bir dünya tahayyülünün yarattığı dehşet, kanımca, kitapların yasaklandığı bir dünyanın dehşetinden daha büyük, daha derin değil; daha doğrusu, bu iki dehşeti kıyaslamak, pek anlamlı değil. Öte yandan Huxley'e atfedilen, Brodsky'nin, 'Kitap yakmaktan daha beter suçlar vardır, bunlardan biri onları okumamaktır'ı ile bağdaşan bir duruş ve kitaplarla savaşmak, kitapları hiçe saymanın aksine, onları geçerli kılmanın yollarından biri. Yine de bugün, Ray Bradbury'nin deyişiyle 'kitap yakmanın türlü yolu bulunduğu, dünyanın ise elinde kibritle hazır bekleyen insanlarla dolu olduğu' göz önünde bulundurulursa, yasakları salt kitabı önemseyen bir pratik olarak değerlendirmek doğru olmasa gerek.

"Ölü değilim. Fakat ölü olduğumda, şey gibi... Bilemiyorum, kimsenin okumadığı bir kitabın içinde olmak gibi. (...) Eski bir kitap. Kütüphanenin raflarından birinde, bu yüzden güvende, falan, fakat kitabı çok, çok uzun zamandır kimse o raftan çekmemiştir. Beklemekten başka şey gelmez elinden. Birinin kitabı raftan alıp okumasını ummaktan başka."**

Umut var.

(Alıntılar, Tim O'Brien, Taşıdıkları Şeyler. Çeviren: Avi Pardo.)






29 Eylül 2014 Pazartesi

Hız

"Gelecek, henüz gerçekleşmemiş olan geçmiştir."*

A noktasından B noktasına değin, belli bir mesafeyi, sabit hızla koşan koşucunun ne kadar zamanda tamamlayacağını hesaplamak, kümes ya da havuz problemleri gibi, ilkokul müfredatına giriyor.

Ya sayfa sayısı belli olan bir kitabı ne kadar zamanda okuyacağınızı hesaplamak? Kitaba, içinde bulunduğunuz halet-i ruhiyeye, okuduğunuz sırada çevrenizde gelişen olaylara bağlı olarak değişir elbette ya, şimdi, bunu yazdığım sırada, Sylvia Plath'in Sırça Fanus'unun kahramanı Esther Greenwood'un A noktasından B noktasına gitme konulu problemler karşısında hep afalladığından, durup durup 'ya yola bir inek çıkarsa, o zaman ne olacak?' diye düşündüğünden bahsettiği pasajı anımsadım. Kitap okumak -ki soluk soluğa bir yarış değil, keyif amaçlı bir eylemdir- insanı bulunduğu yerden alıp bir başka düzleme taşıma potansiyeli barındırsa da, kronometreyi çalıştırıp gaza bastığınız bir araba yolculuğuna, ancak yolda karşılaşabileceğiniz türlü sürpriz bakımından benzeyebilir.

Geçen hafta Guardian'da yer alan bir yazının başlığıydı: 'Üç saat içinde bir roman okuyabilir misiniz?' Yazar, Spritz adlı bir uygulama yardımıyla Joshua Ferris'in önümüzdeki aylarda yayımlayacağımız kitabı To Rise Again at a Decent Hour'u üç saatte okumak üzere bir deney yaptığını anlatıyor, yazısını bu uygulamanın roman okumakta etkin olmadığını söyleyerek bağlıyordu. 

Emoji ile yeniden yazılan Moby Dick, Google Ads vasıtasıyla 'zenginleştirilen' Amerikan Sapığı, Smithsonian'ın hareketli gif'lere dönüştürdüğü kitap illüstrasyonları gibi, okuma deneyimlerini içinde yaşadığımız çağın teknolojilerince dönüştüren vakalardan daha evvel bahsettim; kanımca, bunlar, birtakım 'endüstri' ulemalarının kestiği basılı kitap ölecek yollu ahkamlarından daha somut, daha derin hadiseler - her biri, kitap okuma deneyiminin geleceği bir yana, bizim tam da şu anda, ne halde olduğumuzu, dünya algımızın ne yönde geliştiğini ortaya koyuyor. Üzerinde adlarımızın yazılı olduğu kolaların, nutella kavanozlarının peşine düştüğümüz, bileklerimize taktığımız cihazlarla kaç saat uyuduğumuzu, kaç kilometre yürüdüğümüzü ölçtüğümüz ego odaklı bir tüketim ve çoklu ortam çağında, kültürel üretim de bizim suretlerimizi, belki de hızla tüketim telaşıyla tükenişimizi yansıtıyor. 

Üç saat içinde bir kitap okumak mümkün mü gerçekten? Bir sayfada geçirdiğiniz süre ortalama 3 dakika olsa üç yüz sayfa için dokuz yüz dakikaya ihtiyacınız var, o da on beş saat eder. Guardian'da bahsedilen Spritz adlı uygulama, e-okuyucunuzun açtığı sayfada belli başlı harfleri renkli olarak göstermek vasıtasıyla kelimenin tamamını okumadan anlamanızı sağladığını, böylelikle zamandan tasarruf edebileceğinizi iddia ediyor. Bir kitabı, üç saat içinde değil bir saat içinde de okuyabilir, üç saatlik bir filmi, hızlı gösterime alarak yarım saatte izleyebilirsiniz, 'tasarrufun' sonu yok tabii. Woody Allen'ın o pek bilinen esprisindeki gibi, hızlı okuma teknikleriyle Savaş ve Barış'ı okuyup olaylar Rusya'da geçiyordu demekten öteye geçemeyebilirsiniz. Hızı artırabilir, hızlandıkça hızlanabilir, sayfalardan fırtına gibi geçebilirsiniz... Işık hızıyla kitap okuyup kalan vaktinizde doya doya dizi izleyebilirsiniz mesela, kaldı ki ne yardan geçerim ne serden düsturuyla türlü şey başarabilir, hayatınızın metnine başarı olarak kaydedeceğiniz üst başlıkları sıralar, hızınızın yarattığı tatlı baş dönmesiyle daha, daha hızlı hamleler için kendinizi parçalarken yaptığınız ihlalleri, yolda hızla ezip geçtiklerinizi fark etmeyebilirsiniz. Bir an evvel doldurmak için çırpındığınız sayfaların esasında boş olduğunu ama kaldırdığınız tozdan ve dumandan görünmediğini, işte onu dahi anlamayabilirsiniz. 

Sayfayı hızla aşağı kaydırabilme hırsıyla tükettiğiniz, esasında sizin hayat hikayeniz; yazarı sizsiniz.
Kimselerin vakti yok mu peki gerçekten, bu sürat, bu bana her şey mübah çağında bir an durup ince şeyleri anlamaya? Pragmatist, pragmatistlerin pek sevdiği bir atasözüyle karşılık verecektir: Vakit nakittir.

Hızınızdan bağımsız, hayatınız anbean tükendiği sırada sayfaları tüketirken şairden yana mı, yoksa pragmatistin tarafında mısınız, kararınızı verin. 


(Alıntı, Dubravka Ugresiç'in Okumadığınız İçin Teşekkürler adlı kitabından; çeviren: Gökçe Metin. Habere bir de buradan bakalım öyleyse: Okumak için yalnızca dört saatiniz var.)



25 Eylül 2014 Perşembe

Yazar


Bunny Munro’nun Ölümü, adından ve başlangıç cümlesinden de gördüğümüz kadarıyla, finalde gerçekleşecek olan şeyi okura baştan bildirerek ve ana karakterini kendi akıbetine dair bir farkındalıkla donatarak bir nebze alışılmadık bir tavır benimseyen bir roman. Nick Cave, romanı bu açıdan İncil’e benzetmiş ve İsa’nın da kendi ölümünü bildiğini ve etrafındakilere duyurduğunu belirtmiş Bookseller’a verdiği röportajda. Ölüm son değildir gerçekten de Bunny Munro için; Bunny Junior’ın başına gelenler babasınınkinden bir ölçü daha muğlak olsa da onun da akibeti daha metnin başlarında okura çıtlatılmıştır.



Bunny Munro’nun Ölümü, Nick Cave’in müziği gibi, kendine has bir tınısı olan, şaşırtıcı, yer yer esprili, yer yer dokunaklı ve oldukça cüretkar bir roman. Yirmi yıl önce yazdığı romanı Ve Eşek Meleği Gördü’nün “yazım sürecinde çok sıkıldığını” söyleyen Nick Cave, kendini senaryo yazmaya veren sanatçının bir yazar olarak reenkarnasyonunu müjdeliyor. Nick Cave’e Türkçedeki sesini pek çok değerli işinin yanı sıra Bukowski çevirileriyle tanıdığımız Avi Pardo verdi. Cave’in Call Upon the Author'da Bukowski’den nefretini haykırdığını düşünecek olursak, ironik bir tesadüf bu. Bu arada Nick Cave’in senaryo yazdığını söylemişken, Bunny Munro’nun sinematografik hassasiyetlerle kurgulanmış olduğunu, öykünün çoğunun şimdiki zaman kipinde ve kamera gözüyle aktarıldığını da eklemeli.


Hafta boyunca paylaştığım yazının tam metni, -yanılmıyorsam- Express'in 99. sayısında yayımlandı. 20000 Days on Earth hakkında bilgi almak için, buraya buyrun.


24 Eylül 2014 Çarşamba

Ozan


Yıkımdan kaçamasa da, kadınlar ve özellikle kadınların cinsel organlarına yönelik merakıyla Bunny, tipik bir zampara olmaktan mutlu etmeyi başaramadığı karısı Libby’ye olan sevgisi ve karşısındaki çaresizliğinin yoğunluğuyla bir ölçüde kurtulur aslında. Yine de bu sevgi Libby’nin mahvını önleyemeyecek, ancak Bunny’nin romanın doğaüstü unsurlarla bezeli finalinde bağışlanmasını sağlayacaktır. Karanlık, kirli, tavanları giderek alçalan, grotesk bir dünyada Bunny’nin arınmasını olası kılan, yine Libby’ye duyduğu sevgi olur. Ozan Nick Cave’in Bunny Munro’nun Ölümü’nde anlattığı öyküde de tıpkı müziğinde olduğu gibi, eşine az rastlanacak türden bir bileşim olduğu söylenebilir – yazar karakterine şefkat ve dehşetin tam dengede durduğu hassas bir teraziyle yaklaşmaktadır.


Nick Cave’in kurguladığı Bunny Munro karakteri her ne kadar sapkınlığın ve felaketin sınırlarında dans ediyor da olsa, Bunny’nin dokuz yaşındaki oğlu, Bunny Junior o denli masum, o denli tatlı, o denli şefkatle kuşatılası bir figür olarak çıkıyor karşımızda romanda. Öyle ki, romanın temel öğelerinden biri olan baba-oğul ilişkisi, bu iki birbirine zıt çehrede tüm doğallığıyla hayat buluyor. Bunny Munro, dokuz yaşındaki oğlu Bunny Junior ile hayatta yalnız kalmıştır ve onunla ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktur. “Kendi kıçını bile zor bulan bir çocukla ne yapılır?” diye sorar kendi kendine. Bunny Junior onunla satış-pazarlama seyahatlerine gidecek, o her zaman yaptıklarını yaparken –hazdan hazza koşarken, toplum adabına aykırı davranışlar sergilemekten ötürü uyarılırken, otel odalarında şişeler dolusu alkol tüketirken- babasına eşlik edecektir. Bunny Junior, o yaşlardaki çoğu erkek çocuğu gibi bakar babasına – sevgi ve saygı dolu, imrenerek. Olayların akışı içerisinde bu cana yakın, hassas çocuk kendi iç dünyasından ayrılmayacak, bir başka deyişle babasının yaşantısı karşısında masumiyetini yitirme tehlikesiyle kalmayacak şekilde korunacaktır. Nick Cave, romanı yazarken temel kaygısının Bunny Junior olduğunu ve Bunny Munro’nun oğlunun sevgisiyle bir canavar gibi görünmekten çıkıp insancıllaştığını belirtmiş. Romanın dili de, bu iki birbirine zıt kurgulanmış ancak sevgi bağıyla bağlanmış karakterin dünyasını yansıtacak şekilde oluşturulmuş. Bunny Junior’ın mercek altında olduğu anlar; çocuğa has, sade ve masum bir tını ile çınlar adeta: “Bunny Junior … yine de ne düşüneceğini bilemez. Edgar Rice Burroughs’un Tarzan’ı yazdığını bilir, aynı anda suyun hem altını hem de üstünü görebilen dört gözlü balıklar olduğunu bilir, hatta giyotini Joseph Guillotin’in icat etmediğini bilir fakat yanaklarından yaşlar süzülürken hiçbir şey söylemeden, nereye gittiğini bilmeksizin araba süren babası için ne yapabileceğini bilmez. Babası bir markette durup bir paket sigara ile bir şişe viski satın almıştır. Baca gibi sigara ve balık gibi viski içerken durmaksızın ağlayıp arabayı deli gibi sürmektedir.

Yazının ilk kısmı dünkü yazıda yer alıyor, devamı yarın gelecek.

23 Eylül 2014 Salı

Sanatçı

Nick Cave'in 20.000 Days on Earth'ü bugünlerde gösterime girdi, cuma notunu düşmüştük... Bu vesileyle, bu hafta boyunca 2009'dan, yazarın yirmi yıllık bir aradan sonra yazdığı Bunny Munro'nun Ölümü'nün ilk yayımlandığı günlerden kalma bir Nick Cave yazısından parçalar paylaşacağım - içinden geçen dizeleri şarkılara ait bağlantılarda bulabilirsiniz.

BUNNY MUNRO’NUN ÖLÜMÜ

“Sonum geldi” diye geçirir içinden Bunny Munro, yakında ölecek kimselere özgü, ani bir farkındalıkla…” Nick Cave’in Ve Eşek Meleği Gördü’nün ardından yirmi yıl sonra yazdığı Bunny Munro’nun Ölümü, bu sözlerle açılıyor ve ölümünün yakın olduğunun bilincinde olan ana karakter Bunny Munro’yu David Lynch filmlerini çağrıştıran bir döngü kıskacında son nefesine kadar takip ediyor. Komedi unsurlarının dehşetli ve karanlık öğelerle kaynaştığı roman; pervasızlığı, dehşeti ve sayfalarda beliriverecek gibi duran gözyaşı izleriyle sanatçının müziğine birebir benzerlikler de taşıyor.


Nick Cave’in Bunny Munro’nun Ölümü romanı, adında ve açılış cümlesinde de belirtildiği gibi kendi sonunun geldiğinin bilincinde olan bir adamı konu aldığı gibi, romanın sonunu da en başından duyuruyor bizlere. Bunny Munro, Brighton’da yaşayan bir pazarlamacı; işi kadınlara kozmetik ürünleri satmak. Onu seven ve ihanetleri karşısında günden güne çaresizleşen, akli dengesi pek de sağlam olmayan karısı ve akıllı mı akıllı, dokuz yaşındaki oğluyla, zihninde dönüp duran vajina odaklı fantezileri ve bacaklarının arasında uyanmaya her daim hazır bekleyen canavarla, ona karşı giderek daha sert bir ifade takınan bir dünyada sonunun geldiğini sezdiği andan ölümüne değin takip ettiğimiz serüveniyle karşımızda.
Nick Cave, İngiltere’de de ülkemizdeki gibi 3 Eylül’de yayımlanacak romanı yazmanın kendisi için neşe dolu bir deneyim olduğunu ve “eğlenceli” bir kitap yazmak üzere yola çıktığını belirtmiş. Kitabı değerlendiren, Trainspotting’in yazarı Irvine Welsh de ona katılıyor olmalı ki seksenli yıllardan hatırlayacağımız ünlü İngiliz komedyen Benny Hill’den izler olduğunu söylemiş romanda; Kafka ve Cormac McCarthy’yi es geçmeden elbette. İşin esası, romanın Cave’in müziğinden aşina olduğumuz tüm notaları barındırıyor olduğu – kendine has bir ironi ve espri anlayışı, bolca karanlık, coşku, hüzün ve yoğun bir dehşet.


Nick Cave şarkıları karakterleriyle kazınmıştır akıllara çoğu zaman; Henry Lee’den John Finn’e; Crow Jane’den Christina The Astonishing’e uzanan bir yelpazede. Bunny Munro, Cave’in şarkılarında bizlere tanıttığı karakterlere benzer nitelikler taşıyor ve bizlere söyleyecek çok şeyi var. Orta yaşın biraz üzerinde olduğunu tahmin ettiğimiz Bunny’nin hayata tahammül etmek ve kendini güçlü hissetmek için yegane silahı: vajina. Benny Hill benzetmesinden de anlayacağımız gibi, zihni erotik olasılıklarla dolu olan Bunny kadınları sever; kadınlar da onu – çoğu zaman. İsmi bile üremeye dair bir gönderme içerir. Nick Cave, Bookseller dergisine verdiği röportajda Bunny hakkında “erkek id’inin zincirlerinden boşalmış hali aslında,” diyor ve Bunny’nin pek çok erkekten farkının zihninde canlanan cinsel tepkimeleri fütursuzca dışa vurması olduğunu söylüyor. Cave, ana karakteri hakkında biraz da katı konuşuyor: “Bunny’nin hayal gücü son derece sınırlı. Cinselliğe dair kafasında canlanan yegane imge: vajina. Değişiklik istediğinde ancak bir ünlünün vajinasını hayal edebiliyor.” Romanda Bunny Munro’nun hayallerini özellikle Kylie Minoque ve Avril Lavigne’in cinsel organlarının süslediğini söylemeden geçmemeli – öyle ki Nick Cave, kitabın İngiltere baskısına bu iki sanatçıya “sevgi, saygı ve özür”lerini sunduğu bir not eklemiş.




(Yarın, devam...)

22 Eylül 2014 Pazartesi

Beyin

"Tabii ki yumurta yedim," dedi Alice doğru sözlü bir çocuk olarak, "ama biliyorsunuz küçük kızlar da yılanlar kadar çok yumurta yerler."*

Geçen hafta, edebiyat üzerinden bir beslenme gündemi oluştu, takip etmişsinizdir; Elif Şafak, eline aldığı (koyun?) beyinle poz verdiği gazete sayfalarında Bernard Shaw'un, Tolstoy'un vejetaryenliğinden dem vuruyor, et yemeğe başladığını belirterek bu beslenme tercihinin yazını üzerinde nasıl bir etkisi olacağını merak ettiğini söylüyordu. Et yemek gibi kişisel bir tercihin edebi faaliyeti nasıl etkileyeceğine kafa yormak, bu çağa özgü bir kendine yabancılaşma durumunun tezahürü olabilir mi diye düşündüm yazıyı okurken; zira herhangi bir tercih -bir başka şehre yerleşmek, saç rengini değiştirmek, sakal bırakmak, düzenli spor yapmak, çocuk sahibi olmak, vs.- kişinin karakterinin/zihinsel üretiminin de bu tercih doğrultusunda şekillenmesine yol açabileceği gibi negatif tercihler de -bir başka şehre yerleşmemek, saç rengini değiştirmemek, sakal bırakmamak, düzenli spor yapmamak, çocuk sahibi olmamak, vs- birtakım şeyleri etkileyebilir... Saçma geldi,
değil mi? Saçma olduğundandır öyleyse... Saçmaydı çünkü.

Et yemek ya da yememeğe dair magazinle iştigal etmektense ciddi ciddi kafa yormak isterseniz, literatür oldukça geniş, ilk batında önerebileceklerim; Michael Pollan'ın Etobur-Otobur İkilemi, Peter Singer'ın Hayvan Özgürleşmesi, Gary L. Francione'nin Hayvan Haklarına Giriş'i, Tom Regan'ın Kafesler Boşalsın'ı, Carol J. Adams'ın Etin Cinsel Politikası adlı metni, Leslie Irvine'ın Biz ve Onlar'ı ve bu blogda daha önce bahsettiğimiz Jonathan Safran Foer'in Hayvan Yemek'i, vs. Saydıklarım, farklı beslenme tercihlerini savunan yazar ve araştırmacıların ilkin akla gelen metinleri - kişisel olanın mahremiyeti bir yana, et politikalarına dair tartışmak/kafa yormak mühim, buna, ölü bir hayvanın beynini avuçlayarak fotoğraf çektirmek hakkında konuşmak da dahil. Ya da, bundan imtina edelim ve eski bir sloganı çarpıtarak -malum, çağ çarpıtma çağı- şöyle diyelim: magazinin altında kumsal var**... Kazmaya niyetiniz varsa tabii.

Geçen pazartesi yazdığım yazıda, Google Ads ile yeniden yazılan Amerikan Sapığı'na değinmiş, bu metodla yazılacak X Kuşağı'nı okumanın ilginç olacağını belirtmiştim... Madem yeme tercihlerinden bahsettik, bu vesileyle not düşeyim, Coupland, Vancouver Art Gallery'de bu yılın Haziran-Eylül aylarında düzenlenen sergisi "Everywhere is anywhere is anything is everything" kapsamında yer alan bir işi için kendi kitaplarına ait sayfaları çiğneyip kuruttuktan sonra arı kovanlarını andıran heykellere dönüştürmüş ve böylelikle "kültürel" olanın "evrimsel" olan karşısındaki hassasiyetini ortaya koyduğunu belirtmiş. (Levi-Strauss'a atıf yapıp yapmadığını bilmiyorum, ama burada Çiğ ve Pişmiş'i anmalı.)

Kültürel üretimini 21. yüzyıla ve bizlerin bu yüzyılın neresine, nasıl uyum sağladığına odakladığını söyleyen Coupland, şöyle diyor***: "Kovanları uzun uzadıya inceledikten sonra kendi yazdığım romanları aldım ve çiğneye çiğneye kağıt hamuruna çevirdim; yavaş, zahmetli bir işti. Bir kitabı çiğnediniz mi hiç? Sanmam. Bilmeniz gereken ilk şey, tükürük bezlerinizin mahvolduğu ve bir kitabın tamamen çiğnenmesinin aşağı yukarı bir hafta kadar sürdüğü. Bilmeniz gereken diğer şey ise bol bol su içmeniz ve tükürmeniz gerektiği, yoksa dişleriniz grileşiyor. Law & Order'ı izlerken çiğnedim kitaplarımı genellikle. (Dizinin müptelasıyım.)" Sanatçı John Latham'ın çiğnemek suretiyle dönüştürdüğü kitaptan burada bahsetmişim - Coupland'ın arı kovanlarının ise, hem yazarın kendine ait metinleri içermesi, hem de kültürel olanın yüceleştirilmesine ilişkin eleştirisiyle farklı bir boyutu var, ki bunu şu sözleriyle ortaya koymuş: "(...) Kendi yaptığım arı kovanlarına bakınca tuhaf sorular canlanıyor zihnimde, umarım sergiye gelenler de benzer süreçler yaşar. Kitapların kutsallığına dair katı inancımız kültürelden ziyade genetik olabilir mi? Öğrencileri Henry James veya Nadine Gordimer'in eserlerini okumaya zorlarken kovanlarını savunan arılardan farksız olabilir miyiz? Ya arılar, onlar bizim kitaplarımızla ne yapardı?"****

Bir yanda yazınını kişisel tercihleri üzerinden metalaştıran bir yazar, diğer yanda, yazdıklarını çiğneyerek tüküren, bu edimle kendi kültürel üretimini tartışmaya açan, bu çağda kitap kültünü irdeleyen diğeri... Eklemeli: Coupland'ın sergisinin girişinde, Gumhead isimli bir heykel sergilenmiş; sanatçının kafasının büyük ebatlı bir replikası olan bu heykel, ziyaretçileri çiğnedikleri sakızları çıkarıp üzerine yapıştırmaya davet ederken beynin "içindekilerse," serginin içinde görülecekler arasındaymış. Bir de avuçların içine alınmış beyin var elbette, onunla ne yapacağımız, bizlere kalmış.

Coupland'ın Mikroserfler'inden bir alıntıyla bitirelim: "Zira sonunda, nasıl olsa her şeyi unuturuz. İnsanız biz; amnezi makineleriyiz."

* Carroll, Lewis. Alice Harikalar Ülkesinde. Çeviren: Tomris Uyar.

** Bu hafta, metrodaki reklam panolarında rastladım: 'Baskılar Sizi Yıldırmasın.' Bir yazıcı reklamına spot olmuş, dipnot düşmemek ayıp olurdu.

*** Kaynak, burası.

**** Arılar ne yapardı sorusu retorik elbette; yüz temel eser listesi oluşturmaya çalışmayacakları, okunması zorunlu kitaplar dayatmayacakları kesin. 







19 Eylül 2014 Cuma

N-n-n

Yasaklı kitaplar haftası. Üzerine, GoodReads, Yasaklı Kitaplar okuma grubu. Nokta: Mahkeme Yüzü Görmüş On Yasaklı Kitap. 

Beyoğlu Sahaf Festivali, şimdi. Üzerine, ikinci el kitaplardan çıkan hazineler. Ve dahası.

Grafiğin ilk 11'i. Üzerine, Sait Maden'in muhteşem kitap kapakları. Ve kişisel bir not: Yerçekimli Karanfil, imzalı, 1957 baskısı. Kapağın güzelliği... Son olarak, Edward Gorey'nin harika kitap kapakları. 

Siz okudukça kararan kitap: Camille Leprust, dört saat içinde okunacak bir kitap tasarlamış; kitapta, T.S Eliot'un, efsanevi Alfred Prufrock'ın Aşk Şarkısı adlı şiiri de yer alıyor: "... bulunacak vakit, hem öldürmek hem yaratmak için..." Bunun üzerine, şiirden ilham alan bir yemek tarifi, Koltukname'den.

Son olarak: Cem Altınsaray'dan Film Ekimi önerileri. Ondan önce: Nick Cave, Dünyada 20.000 Gün.

İyi tatiller.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Büyülü



Sanırım yaptığım işi tanımlamakta giderek daha başarısız hale geliyorum. Son zamanlarda yazdığım öykülerle aramda gerekli mesafenin oluşmadığını hissediyorum, öyle ki onları sınıflandıramıyorum. "Büyülü gerçekçiliğin" doğru tanım olmadığı konusunda sizinle hemfikirim, zira bu terim, bence, "gerçek" dünya ve "sihirli" bölgeleri net biçimde ayırıyor, oysa, pek sevdiğim eserlerin çoğunda bu ayrımın net olduğu söylenemez. (Juan Rulfo'nun Pedro Paramo'su, Calvino, Borges, Kafka, Kelly Link, Kevin Brockmeier vb.) Tek, katı bir gerçeklik yok benim tecrübemde - şimdiki zaman kaygan ve (yaşananlar) hep kişinin düşlerinin, korkularının filtresinden geçiyor. Ve bu da, mesela, olup olabilecek en sıkıcı salı gününün tren faslına doğaüstü bir nitelik kazandırabilecek bir husus. 

Belki de ben "büyülü düşünme" ekolünde yazıyorumdur - karakterlerimin pek çoğu, bir tür kör noktaya derinlemesine saplanıp kayboluyor.

(Karen Russell, Bookish söyleşisi. Görsel, Berlin'den.)

16 Eylül 2014 Salı

Yıldız


Annemiz gösterisine yıldız ışığında çıkardı. Bunu kimin akıl ettiğini hiç öğrenemedim. Muhtemelen Şef Bigtree’nin fikriydi ve iyi bir fikirdi - projektörü söndürüp ay ışığının gökyüzünü bir başına yarmasına izin vermek, mikrofonu kapatmak, sahne spotlarının teneke panjurlarını inik bırakıp tribündeki turistlere adamızdaki karanlığın tadını çıkarma fırsatı tanımak ve bütün stadyumu, Timsah Park’ın yıldızı, dünyaca ünlü timsah güreşçisi Hilola Bigtree’yle birlikte soluğunu tutmaya teşvik etmek. Annemiz haftada dört kez üzerinde yeşil bir bikiniyle Timsah Çukuru’nun merdivenini tırmanır, atlama tahtasının ucunda durup derin bir nefes alırdı. Hava rüzgârlıysa uzun saçları yüzüne savrulur, ama bunun dışında kıpırdamazdı. Bataklıkta geceler kapkara, yıldız benekliydi -adamız anakaranın elektrik şebekesinden elli küsur kilometre uzaktaydı- ve Venüs’ün topunu, Ülker’in safir saçlarını çıplak gözle kolayca seçebilmenize rağmen, annemizin vücudu salt çizgilerden ibaret kalırdı, palmiyelerin önünde bir leke. Aşağıda, Hilola Bigtree’nin hemen altında düzinelerce timsah, buz saçaklarını andıran, çenelerinin tam anlamıyla kapanmasını engelleyen dişleri, baklava biçimindeki ürkütücü kafalarıyla, üç yüz bin galonluk süzülmüş suyu yararak geçerdi. Çukur’un en derin yeri -annemin daldığı kapkara koni- sekiz metre derinliğindeydi; en sığ kısımdaysa su, bakırımsı kumları yalayan, on iki santim derinliğinde çamurlu bir batağa dönüşüyordu. Çukur’un ortasından küçük, yapay bir ada yükselmekteydi; tırmıkla düzeltilmiş kireçtaşından, çeyrek hektarlık bir kayalık. Gündüzleri güneşlen mek için sürünerek kayalığa tırmanan otuz timsah burada canlı bir tepecik oluştururdu.

Timsah Çukuru’nun bulunduğu stadyum 265 turist alabiliyordu. Su dolu havuzu çevreleyerek amfi şeklinde yükselen sekiz sıra vardı, ön taraflara oturduğunuzda timsahlarımızla göz hizasında oluyordunuz. Ablam Osceola’yla ben, annemizin gösterisini tribünden izlerdik. Ossie öne eğilince ben de onunla birlikte eğilirdim.

Çukur’un girişine babamız, Şef Bigtree, ahşap bir tabela asmıştı:

İLK DÖRT SIRADAKİ İZLEYİCİLERİN ISLANMASI GARANTİ!

Hemen altına annem o küçük, kıvrak harfleriyle eklemişti:

YARALANMALAR OLABİLİR.

(Timsah Park, Karen Russell. Çeviri: Püren Özgören. Görselde Pier Angeli, George Silk'in objektifinden.)

15 Eylül 2014 Pazartesi

Reklam



"Geriye doğru yaşamanın etkisi bu işte," dedi Kraliçe sevecenlikle, "başlangıçta biraz sersem eder hep."*

Bret Easton Ellis, Amerikan Sapığı yayımlandığı zaman 26 yaşındaydı. Roman, her sayfayı birbirine Gmail aracılığıyla gönderip Google'ın taramaları vasıtasıyla eklediği reklamları dipnotlara dönüştüren Jason Huff ve Mimi Cabell tarafından yeniden yazıldığında ise 50'sinde.

Amerikan Sapığı, seksenlerin sonunu, Wall Street'in gözünü para hırsı bürümüş yatırım bankacılarını, Amerikan rüyasının kapitalist dışavurumunun tavan yaptığı bir anın içinde belgelemiş, bir döneme özgü materyalizmi -iyi giyimli, iyi görünümlü, düzenli spor yapan, çok para kazanan, şiddet iştahı herhangi bir başka şeye yönelik iştahından hiç aşağı kalmayan- tüyler ürpertici bir seri katil yaratarak 'zamanın ruhunu,' Amerika'nın pusula ibrelerinin nereye dönük olduğunu ortaya koymuştu. Haliyle, pek çok tartışmanın odak noktası oluverdi. Ondan beş yıl sonra yayımlanan Fight Club'da Chuck Palahniuk benzer bir illetten mustarip insanları konu edecek, fakat şiddeti farklı bir düzlemde, insanı ezip geçen bir sisteme karşı bir silah olarak kullanacaktı. Çivisi çıkmış olan dünya az çok aynıydı, stratejiler ise tamamen farklı.

Amerikan Sapığı, henüz yayımlanmadan skandal yarattı. Ellis'in yayıncısı Simon & Schuster, ırkçı ve cinsiyetçi içeriği rahatsız edici bularak kitabı yayımlamaktan vazgeçti; kitap, nihayetinde, Vintage etiketiyle yayımlandı. Romanın içerdiği şiddet ve sapkınlık üzerinden de eleştirilere hedef olan yazar, romanda esasında kendi içinde bulunduğu yalnızlık ve çıkışsızlık hissine odaklandığını belirtecek, Patrick Bateman karakteri, kuleleri şımarıkça gökyüzüne uzanan Manhattan'ın salt iktidarla beslenen büyük oyuncularını değil, Amerikan idealine bel bağlamış olanları huzursuz edecekti. Ömürler tükenirken delice tüketmeye şartlanmış bir toplum, Ellis'in tuttuğu aynada gördüğünden rahatsız olmuştu. Sonradan beyazperdeye uyarlanan roman, doksanlar boyunca hükmünü devam ettirdi ve kopan tartışmalara rağmen kült statüsünü korudu.

Ellis, sonrasında bu romanla yakaladığı başarıya yaklaşamadı sayılır. Sosyal medya aracılığıyla kışkırtıcı paylaşımlarda bulunsa da, zaman geçmişti artık; Amerikan Sapığı, bir döneme ait, bir dönemin dökümünü çıkaran bir romandı ve o günler geride kalmıştı. Wall Street'in ortasına olmasa da en önemli simgelerinden birine iki uçak toslamış, New York, uzun bir süre havada uçuşan küller ve asfaltın içindeki koca göçükle yaşamıştı. Tüketim kültürü ciddi bir darbe almamış olsa da, takım elbizeli bankacıların şen şakrak kartvizit değiştokuşu yapamadıkları bir ortam söz konusuydu; nihai sonun andacı, şehrin göbeğinde, duruyordu. Üstelik, Amerikan Sapığı'nın yüzeysel, vitrin bilinci son derece yüksek dünyası farklı mecralara da kaymış, gelişen internet kültürü, zaman içinde yeni bir milat yaratmıştı: Web'den Önce ve Web'den Sonra.

Takvimin Web'den Sonra'sına düşen günlerde, 2010 senesinde, Mimi Cabell ve Jason Huff adlı iki sanatçı, birkaç klasiğe (Moby Dick de dahil olmak üzere) el attıktan sonra bu kitabı, Amerikan Sapığı'nı yeniden yazmaya karar verdi - satırı satırına, Ellis'in kaleme aldığı şekilde. Sayfalar, Huff ve Cabell'in Gmail hesapları üzerinden karşılıklı gönderilecek, Google'ın mesaj içeriklerini tarayarak uygun gördüğü reklamlar, her sayfaya dipnot olarak eklenecek şekilde. Dipnotlar toplandıktan sonra, bu iki sanatçı metnin başlıkları haricindeki içeriğini silerek salt dipnotlardan ibaret, boş sayfalardan oluşan bir edisyon yaratacak, bu yolla, belki de zaman içinde unutulan bir metni yeniden, içeriğiyle değil de içeriğinin tetiklediği reklamlarla, bir çağdaş zamanlar eleştirisi niteliği taşıyacak biçimde hazırlayacaktı. 

Bu dahiyane projenin yaratıcılarından Cabell şöyle diyor: "En çok da Google'ın bu sayfaların içerdiği şiddete, ırkçılığa ve küfürlere nasıl yanıt vereceğini görmek istedik. Çıkan kimi reklamlar, e-posta içerikleriyle uyumlu, kimisi de tamamen alakasızdı. Önce bir köpeğin, ardından da bir adamın vahşice öldürülmesi tasviri geçen mesaja, Google bıçak ve bileyleme aletlerinin reklamlarını eklemeyi uygun görmüştü. Irkçı bir küfür kullanılan sayfada hiçbir reklam çıkmadı. Google'ın içerikli ilintili olmayan reklam kullanımı, bunların nasıl işlediğine dair farklı bir pencere açtı - (diş beyazlatmaya yarayan) Crest Whitestrips reklamı en çok çıkan reklamdı, kitabın en vahşi kısımlarında yer almakla birlikte en durağan pasajlarda da yer almıştı. Bu "yanlış okuma" reklama odaklı tüketim kültürünün özündeki kofluğu yansıtıyor - Amerikan Sapığı'nda da fazlasıyla irdelenen bir meseleyi."

Aradan geçen yirmiden fazla sene... İlerleme? 

En iyisi, gülümse. (Crest Whitestrips.)

(Alıntı: Aynanın İçinden, Lewis Carroll. Çeviri: Tomris Uyar, Can Çocuk. Görselde Christian Bale, Patrick Bateman rolünde, bembeyaz dişleriyle.)

12 Eylül 2014 Cuma

N-n-n

Yazarımız Joshua Ferris, Man Booker ve Dylan Thomas Ödülü adayları arasında. Ferris'in romanı 'To Rise Again at a Decent Hour,' önümüzdeki aylarda Begüm Kovulmaz'ın çevirisiyle raflarda olacak.

Geçtiğimiz yıl, Miro odaklı bir tartışma kopmuştu, hatırlarsınız. Bu yıl yine bir Miro sergisi, bu defa hakiki!

Borges'in Pierre Menard'ından sonra (ayrıca bkz. Yeni Hayat) tam da bu çağa has, enteresan bir girişim: Amerikan Sapığı'nı Google Ads vasıtasıyla yazmak. İki sanatçı, kitaptan sayfaları gmail üzerinden birbirlerine göndererek Google'ın mesajların yanına eklediği reklamları metne katmış - Emoji-Dick'in indirgemeciliğinin ardından metnin materyalizm eleştirisine de oturan, enteresan bir çalışma ortaya çıkmış. Douglas Coupland'ın X Kuşağı'nın bu metotla yeniden yazıldığını görmek isterdim... Buna haftaya daha derinlikli olarak değineceğim.

Neil Gaiman'ın Hansel ve Gretel'i film oluyor.

Soru: Eski kitaplar ne kokar? Bir de şöyle bir şey var, arşivden. Arşiv demişken, Underground Poetix'de yayımlanmış bir Keret yazısı, çok, ama çok eski günlerden. 

Facebook'ta bir süredir bir mim dönüyor, on kitaplık listeler paylaşılıyor, rastlamışsınızdır. Habere göre Harry Potter, en çok anılan seri olmuş.

Bu hafta en çok bunu sevdim: Richard Naples'ın geçmişten sayfaları canlandırarak yarattığı gif'lerden sonra Kevin Weir'ın eski fotoğraflara dokunuşu.

Görselde, bugünkü Taraf Kitap, kapakta Timsah Park'ın yazarı Karen Russell. Zeynep Ünlükoç, kitabı incelemiş. Timsahlarla dans!

İyi tatiller.





11 Eylül 2014 Perşembe

Çöp



Geçtiğimiz hafta, ünlülerin iCloud verilerinin sızdırılıp çıplak fotoğraf ve videolarının yayılmasıyla yılın en büyük veri güvenliği krizlerinden birine sahne oldu, takip etmişsinizdir. O hususta neler olacağı bilinmez ama Atlantic'de yer alan bir makale, bir yazarın, John Updike'ın üzerinden özel hayatın gizliliğine dair edebiyat odaklı yeni bir tartışma başlattı: Yazar, mahremiyetine ne denli sahip çıkabilir?

Atlantic'in makalesine göre Paul Moran, yıllar boyunca karıştırdığı Updike'a ait çöp tenekesinden çıkanlarla yazara dair koca bir arşiv oluşturmuş ve bir kısmını sattığı -fotoğraflar, mektuplar, diplomalar gibi şeyler içeren- eşyayı kendi blogunda takipçileriyle paylaşmakta... Yazı epey uzun, fakat Updike'ın Paris Review söyleşisinden yapılan alıntıyı, feleğin cilvesine dikkat çekmek adına vurgulamak gerek: "Hayatım, bir bakıma, çöpten ibaret. Benim hayatım, yazdıklarımdan geriye kalanlardır sadece."

Yazı, kanunen çöpe atılmış bir şeyin üzerinde hak iddia edilemeyeceğinin de altını çizmekte; ancak artık yaşamayan birinin attığı eşyaların gizlice toplanmasıyla oluşturulan bir arşivin etik açıdan nasıl kullanıma açılacağı tartışılır elbette. Öte yandan, Salinger'ın ölümünden sonra sızan hikayeler örneğinde veya Plath'ten Bachmann'a varan uzun bir yelpazede, yazarların varislerince yayımlanarak kamuya açılması hükmüne varılan günlük, mektup, vs. derlemelerinde de karşılaşılan sorun tam da bu işte: eserlerinin sayesinde kamuya mal olan yazarın, kendi eserlerine, kimi zaman yaşamından kesitlere ne denli, nereye kadar sahip olabileceği meselesi. Ki söz konusu olan bu ise, bir yazarın 'çöp' olarak niteledikleriyle beslenerek kendine tastamam bir yaşam inşa eden Max Brod'u anmadan, Kafka'nın eserlerinin olmadığı bir dünyayı tahayyül etmeden olmaz sanırım.

Mülkiyetin bunca önem taşıdığı bir dünyada yanıtı net olmayan bir soru: Bir şahsın kamuya mal olması ne demek?

Hayatlarımız, nihayetinde çöpten ibaret.

(Görselde, Ha Schult'a ait bir iş; Çöp İnsanlar. Updike'ın Türkçedeki eserleri için, bkz.)

10 Eylül 2014 Çarşamba

Dağınık

Geçen haftanın notlarında atlamışım, Miranda July, icraatlarını sürdürüyor; July'ın son marifeti, Somebody adlı bir uygulama ve yabancılara, birbirleriyle bağlar kurma fırsatı tanıyor.

Somebody uygulaması, kendi içinde kapalı bir devre oluşturacak şekilde tasarlanmış; öyle ki, lokasyonunuzu belirterek kaydolduğunuz bu ağda, diğer kayıtlı üyeler, size gönderecekleri mesajları, sizin bulunduğunuz ortamdan bir başkasına iletiyor ve o kişiler, mesajı size ulaştırmakla görevli oluyor. Flash-mob'ı Amelie alemine taşıyan, annenizin söylediği bir şeyi küçük bir çocuktan, sevgilinizin ayrılık mesajını yoldan geçen bir adamdan alabileceğiniz, tuhaf bir dünya tasavvuru bu ve belli ortamlar haricinde -kampüs, okul, festival- mobil dünyada ne denli işler, şüpheli. July, kayıtsız kalmasam da her işine bayıldığımı söyleyemediğim bir sanatçı; burada hedeflenen, kişiler arası mesafeleri daraltarak dünyayı 'eğlencelik' bir yere, yabancıları 'dostlara' dönüştürme fikrini şahsen biraz ütopik bulduğumu, özel yaşantımın sınırlarının ihlali düşüncesine pek de sıcak yaklaşmadığımı belirtmeliyim. Somebody'nin Venedik Film Festivali'nde kullanıma açılan sayfası ve tanıtım filmi burada; aşağıda ise, pek sevdiğim bir kısa filmi yer alıyor: A Handy Tip for the Easily Distracted.

Çeken bilir.






9 Eylül 2014 Salı

Gerçek



Esrarengiz, değil mi? Her gece, müthiş mahrem bir muhabbetin tanığı oluyorsun. Rüyalarının ortaya koyduklarına ve bedeninin bu hayali olayların sahnelendiği ortama dönüşmesine şahitsin. İçerideki gözünün önünde gelişen, bilincinde bir çiçek dürbünü gibi açılıveren bu şeylerin yaratıcısı gibi de hissetmiyorsun üstelik. Demek istediğim şu, birileri ne zaman bana gerçeklik ile fantastiğin ilişkisini sorsa, şöyle diyorum: "Bilmiyorum. Yeraltı benzeri bir yere inip geçmişin manzaralarından çıkma birtakım yabancıların hem mantık dışı hem de gerçeklikle tuhaf biçimde örtüşecek şekilde önümüzden kayıp geçtiğini izledikten sonra uyanıp kahvaltımızı etmedik mi?" Fantastik ve gerçeklikten neden birbirinin zıddıymış gibi bahsediyoruz ki?

(Timsah Park'ın yazarı Karen Russell, Guernica'da, gerçekle fantastiğin ilişkisinden bahsediyor. Görsel: Mary Ellen Mark.)

8 Eylül 2014 Pazartesi

Gelecek!

Neden geleceği değil de geçmişi anımsarız?* 

Geçtiğimiz hafta, içinde kitap barındırmayan, sadece dijital metinlerin incelenebildiği bir kütüphaneye dair haberler dolaşımdaydı... Gelecekte kütüphaneler böyle olacak mı, olmayacak mı, basılı kitap ölecek mi, ölmeyecek mi tartışmaları süregiderken Gelecek Kütüphanesi adlı bir oluşuma dair duyuru, tartışmanın eksenini değiştiriverdi: Gelecek Kütüphanesi, İskoç sanatçı Katie Paterson'un önderliğinde başlatılmış bir proje ve kütüphanede okuyacak bir şey -dijital ya da kağıt- bulunmuyor. Yüz yıl boyunca da bulunmayacak.

Guardian'ın haberine göre Gelecek Kütüphanesi projesi, 2114'e değin her yıl çeşitli yazarlardan yeni kaleme aldıkları metinlerin elyazmalarını toplayacak, bunlar, Oslo'daki Deichmanske Halk Kütüphanesi'nin özel bir odasında mühürlü kutular içinde saklanıp 2114 yılında, kütüphaneye bağışlanan arazide yetiştirilen ağaçlardan üretilecek kağıda basılacak. Projeye katılan ilk yazarın ise Margaret Atwood olduğu açıklandı; Atwood, bir zaman kapsülü görevi görecek olan yeni metnini bu projeye dahil ettiği için kıvanç duyduğunu belirtiyor.

Blogda daha evvel Jonathan Safran Foer'in boş sayfa koleksiyonundan bahsetmiştim; proje, tam da Foer'in esinlendiği boş sayfalar gibi, okura hayal edilecek koskoca bir evren sunuyor; okunmamış tüm kitapların barındırdığı olasılıklar... Öte yandan zaman kapsülü fikri, daha doğrusu şişe içine konmuş bir not gibi, bugüne dair olanı yüz yıl sonrasına iletme arzusu, kendi içinde nostaljik, hatta retro bir tat taşıyor sanki - Carl Sagan'ın önderliğinde uzaya gönderilen tuhaf mesajlar gibi. Atwood, yazdığı metnin yüz yıl sonrasının dünyasında linguistlerce 'çözülmesi' gerekebileceğinden bahsetmiş; dilden öte, günümüze has kültürel kodların anlaşılıp anlaşılamayacağı, yazılanın okurun yaşadığı dünyada bir rezonans taşıyıp taşımayacağı tartışılsa daha yerinde olabilir... Ya da, yüz yıl sonrasında açılmak üzere mühürlenmiş bir kutunun içindekiler yerine, yüz yıl boyunca saklanmış olma ediminin ilgi uyandıracak olması.

Kayıtlara geçmiş en eski zaman kapsülü, Steve Thurber adlı kişinin Vancouver Island sahilinde bulduğu şişenin içindeki mektup olarak anılıyor. Fakat Thurber, 1906 yılında denize atılmış şişenin tıpasını açıp içindeki mektubu okuma niyetinde olmadığını, bunun saklanması gerektiğini düşündüğünü belirtmiş. Benzer keşiflere dair web aramalarında da, mesajların içeriği değil, nasıl ve nerede bulundukları, kaç yıllık oldukları vurgulanmış. Aradan geçen yıllarda mesajlar, mesaj niteliğini kaybetmiş, zamana karşı dirençleri üzerinden tartışılır olmuş.

Yayımlandıktan yüzlerce yıl sonra halen okunan, anlaşılan, etkili olan metinler, geçmişle bugün arasında köprü kurar elbet; kutularda saklanıp sonradan gün yüzüne çıkarılmalarına gerek olmadan. Gelecek Kütüphanesi, gelecekte ne denli heyecan uyandırır bilemiyorum; fakat bu metinleri okuma fırsatı bulamayacak olan bugünün insanlarına cazip gelecekleri kesin. Metnin kendisinin değil, yüz yıl boyunca gizlenecek olmasının yarattığı heyecanı öne çıkaran; asla okunmayacak olanın olasılıklarını vurgulayan bir girişim daha ziyade, en azından benim gözümde. Gelecektekilere neler ifade edeceği değil, bugüne dair söyledikleriyle ağır basan; mesela basılı kitabın ölmeyeceğine, yüz yıl sonra ağaçların halen kağıda dönüşebileceğine dair söylediğiyle. Gelecekte rafların hala kitaplarla dolu olduğu mekanların, bugünkü tahayyülüne dair.

Sagan'ın en iyimser yaklaşımla 'naif' denecek mesajları da -uzaylılar bir yana- bizlere, kendimizi nasıl gördüğümüz ve nasıl yansıtmak istediğimize dair bir şeyler söylemiyor mu esasen? Dünyalı olmayanlara ne ifade ediyor bilemiyorum; ama Simpsons'ın bir bölümünde altın plakayı ters tutarak anlamlandırmaya çalışan uzaylılar üzerinden gelişen espriyi anımsıyorum.  Eh, ne olacağını bilemeyiz, ama Sagan'ın -belli muhafazakar yaklaşımların etkisinde kalarak- cinsel organından yoksun olarak resmettiği kadın imgesinden iyidir yine de. Ya da, yeni bir proje kapsamında uzaya yollanması tasarlanan global selfie'den.

Gelecek de bir gün gelecek, ama manzarayı hayal etmek, bilim kurguya giriyor. O zaman da istikamet belli: Kütüphane.

(*Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi. Blog yazarınız için bir zaman kapsülü sayılacak, Atwood'un kaleme aldığı, 1992 Afa basımı Kedi Gözü'nün girişinde yer almış. Görselde, Sagan'ın önderliğinde uzaylılara gönderilen tartışmalı dünya mesajlardan biri.)






5 Eylül 2014 Cuma

N-n-n

Geçen haftaların en çarpıcı haberlerinden biri, esasında bildiğiniz gibi değilmiş serisinden: Hello Kitty, kedi değilmiş. Bu not, popüler kültür sularına fazlaca karışmış gibi geldiyse seriye edebiyatla devam: Sylvia Plath esasen depresif değilmiş, en azından Mademoiselle'de staj yaptığı zaman. Adeta doksanların başına geri dönmüşüz gibi hissettim birden: esasen ne demek, bu açıklamaları yapanlar kim, o otoriteye nereden sahipler? Sorular çeşitli - yanıtların net olduğunu sananlara hayatta başarılar.

Aralık ayında, daha Tsukuru Tazaki İngilizce çevirisine henüz kavuşmuşken yeni bir Murakami kitabı geliyormuş: Tuhaf Kütüphane. Melville House, dalgasını geçti bile - kitabı okumadan niyet okumanın taraftarı sayılmam, ama evet, bu ne hız diyor insan. Tazaki'yi bekleyenler için Hikmet Hükümenoğlu'nun şahane yazısına bağlantı verelim: Yeni Murakami'ye Hazırlık. 

Yeni ve beklenen kitaplardan bahsederken: Kazuo Ishiguro. Milliyet Sanat'ın haberine göre, YKY bu sonbahar Öksüzlüğümüz'ü (When We Were Orphans) yayımlayacak.

Bukowski. Kölelikten bahsediyor. 

Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nın yeni edisyonunun ibretlik kapak tasarımından geçen haftalardan birinin notlarında bahsetmiştim; o günden bugüne yayıncı, kapakta yer alan yetişkin bir kadın gibi giydirilip süslenmiş -metinle doğrudan bağlantısı olmayan- kız çocuğu fotoğrafının büyüklerin çocuklarına ettiği kötülüklere gönderme olarak kullanıldığını belirttiyse de fazla ikna edici olamadı... Kitabın yayımlanmasının ellinci yılı hatrına orijinalde yer almamış bir bölümü de içeren yeni bir kitap hazırlanmış; kitap burada, Charlie'nin çikolata fabrikasında gezdiği odalardan birine dair yeni bölüm ise burada.

Dizici misiniz bilmiyorum, fakat paylaşıyorum: Sezonun edebiyat uyarlamaları. Tom Perrotta'nın Kalanlar romanından uyarlanan The Leftovers'a dair de kişisel bir not düşeyim: Dizi, şahsi tecrübemden yola çıkarak söylüyorum ki bir tuhaf başlamasına, izlendiği sırada insanın içini darlamasına, bitiminde kendini kesme isteği uyandırmasına rağmen enteresan bir çalım atarak dokuzuncu bölümüyle balyoz etkisi bıraktı... Varoluş hiç bu kadar sancılı olmamıştı sevgili okur, televizyona yapılan bir işin bunca ağırlığı olmasını beklemezdim, onu demek istiyorum. Sezon finali haftaya yayımlanacak; dizi ise önümüzdeki sezon CNBC-e'nin gösterecekleri arasında. Bu bahse bonus olarak Koltukname'den gelsin: Buffy Sevenler için Kitap Önerileri. Paragrafı önümüzdeki senenin edebiyat uyarlamalarına dair bir derlemeyle kapatalım.

Aylık gazete Istanbul Art News - gazete deyip de geçmeyin; arşivlik. Bu ayki edebiyat ekinde Yalçın Tosun'un novella tefrikası, Aysu Önen'in Gordimer makalesi, Armağan Ekici'nin Joyce illüstrasyonlarına dair yazısı, Enis Batur'un Masumiyet Müzesi üzerinden izlenimleri, küçük İskender'in vapurları... Okuyun, okutun.

#Tarih dergisinin Eylül sayısında çarpıcı bir Beşir Fuad yazısı, Handan İnci'nin kaleminden. Üzerine, Murat Gülsoy: Gölgeler ve Hayaller Şehrinde. Alper Canıgüz'ün Lanetliler Envanteri serisi de dergide; şiddetle tavsiye.

Son olarak, raflardan notlar: Platonov'dan, Günay Çetao Kızılırmak çevirisiyle yeni bir öykü kitabı geliyor: Muhteşem Vahşi Dünya. İki de çizgi roman: Robinson'da rastladım -yeni yer harika, dışındaki minik botanik bahçesiyse şehrin kalabalığından kaçmak isteyenler için cennet niteliğinde- John Layman & Rob Guillory'nin Chew serisi, bölüm 1, Lezzetçilerin Tercihi ve daha evvel blogda bahsettiğim Daytripper, Türkçe edisyonuyla Güngezgini

Bu haftanın notları burada biter, iyi tatiller.

(Görselde Shosanna Dreyfus/Melanie Laurent, The Saint serisinden bir kitap okuyor. Kare, Soysuzlar Çetesi'nden.)