30 Ekim 2015 Cuma

N-n-n

Yeni seyahat rotası: Mars! Tam Pluto'nun kalbiyle hülyalara dalmıştık ki Mars rol çaldı... Marslı'yı biliyoruz, peki ya diğerleri? Mesela: Mars Yıllıkları. Ya da: Marslılar. Veya: Mars'ta Zaman Kayması. Yahut: Kızıl Mars. Bir klasik: Dünyaların Savaşı. Ara nağme niyetine: George R R Martin'in gözünden Mars ve edebiyat. Örnekler pek çok; fakat bu bahsi bir bilim kurgucunun, Neal Stephenson'un facebook sayfasına düştüğü Mars notuyla kapatalım: Mars'ta günbatımı. (bu bakınız'ı vermezsem olmaz, Total Recall, Philip K. Dick'e sevgilerle.) Finalde, insanlığa sevgilerle: karanlık dünya.

Boyama kitapları furyası tam gaz sürüyor: Son bomba, Candy Crush boyama kitabı. (Çünkü Candy Crush ile yeterince zaman öldürmediniz.) Yüreği umutsuzukla dolup taşanlar için özel bir edisyon da var: Varoluşsal Boyama Kitabı. Dilerseniz tüm sayfaları griye boyayabiliyormuşsunuz, daha ne olsun?

PJ Harvey'den şiirler, David Lynch'ten anılar... (Şiirleri inceledim ve pek etkilenmedim, ama Lynch'in anılarına kayıtsız kalacak değilim... Lynch demişken, Lynch ve Playstation.)

Şu hayatta her şey mümkün, mesela bu da: Kitaplar ve kombinler. Üzerine, Sarah Jessica Parker'dan gelsin: Donna Tartt'tan ilhamla ayakkabı.

J.K. Rowling Harry Potter'ın devamını kaleme alıyor... Alice'in (Benim için tek Alice, harikalar diyarına gidip gelen Alice) evi satışa çıkıyor (satışa çıkalı epey olmuş aslında, ama kimse yeni sahiplerini haber yapmamış)... Playboy kadınları giyiniyor, zira devir değişiyor. 

Unutmadan: Bugün günlerden Belle and Sebastian.

Notlar galiba burada sona eriyor.

Neşeli günler dileklerimle.


29 Ekim 2015 Perşembe

Yaşanacak en güzel yer



"Adım Paul O’Rourke. New York şehrinde, Brooklyn’de, Promenade’a bakan iki katlı bir apartman dairesinde yaşıyorum. Diş hekimi ve sertifikalı bir prostodontistim ve haftanın altı günü açık olan kliniğimi perşembeleri daha geç saatte kapatıyorum. New York şehri, dünya üzerinde yaşanacak en güzel yer. En iyi müzeler, tiyatrolar, gece kulüpleri, en müstesna varyete şovları, vodviller ve canlı müzik mekânları burada, dünya mutfağının en seçkin örnekleri de. Şehirdeki şarap stoku yanında Roma İmparatorluğu bile Kansas’ın ıssız kasabalarından biri gibi kalır. Harikaları saymakla bitmez. Gerçi geçinebilmek için kıçından ter akıtırken kimin harikalara ayıracak vakti var ki şehirde? Ter akıtılmayan zamanlarda da kimin enerjisi var? On iki yıl önce, gururlu bir göçmen olarak Maine’den gelip şehre adım attığımdan beri on kadar sanat filmine, iki Broadway gösterisine, Empire State Binası’na ve davul sololar sırasında uyumamak için harcadığım olağanüstü çaba yüzünden bende özel bir yeri olan bir caz konserine gittim. Metropolitan Müzesi’ne, ofisimden birkaç blok ötedeki bu insan emeği deposuna tam olarak sıfır kez gittim. Boş zamanımın çoğunu, emlak ofisi vitrinlerinin önünde, fiyat araştırması yapan diğer hayalcilerle birlikte listelere bakarak her geceki şehirden kaçış saatlerimi güzelleştirecek daha aydınlık manzaraları ve daha büyük odaları düşleye düşleye geçirdim.

Connie’yle çıkarken haftada üç-dört kez dışarıda güzel yemekler yerdik. New York’ta restoranda yediğiniz güzel bir yemek, çokça Michelin yıldızı kazanmış, çocukluğunu Rhone Vadisi’nde geçirmiş, kendi televizyon programı olan ünlü bir şef tarafından hazırlanmış olabilir. Ünlü şef mutfakta değildir büyük olasılıkla, çünkü mutfaklarda yalnızca farklı ülkelerden Hispanik kökenli-
ler çalışır genelde. Yine de menülerde pazardan seçilerek alınmış ya da denizaşırı yerlerden bir gecede ekspres kargoyla getirtilmiş en taze mevsim ürünleri olurdu. Yemek salonları ya çarpıcı ışık-
landırmalarla şık ve samimiydi ya da seçkin müşterilerle dolu, gürültülü. İki türlüsünde de yer bulmak imkânsızdı. Bu yerlerde yemeyi şevkimizi yitirmeyerek, telefonda direterek, birilerinden ricacı olarak, rüşvet verip yalan söyleyerek başarırdık. Bir keresinde rezervasyon alan adama mide kanserinden ölmek üzere olduğunu ve dışarıda yiyeceği son yemek için o restoranı seçtiğini söylemişti Connie. İstediğimiz masaya her oturuşumuzda heyecanlı ama bitkin hisseder, aperatif fiyatları noktayla biten bütün menüleri inceler, seçilecek şeyleri seçer, tavsiye edilen şarapları içerdik. Sonra hesabı ödeyip eve gider, sarhoş ve bıkkın hisseder, sabah olunca da acaba bir dahaki sefere nerede yesek diye düşünmeye başlardık."

(...)

(Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam, Joshua Ferris. Çeviren: Begüm Kovulmaz.)

28 Ekim 2015 Çarşamba

Makul!



Ağız ile başlayıp yürek ile biten bir kitap hazırladık bu ay: Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam. Çağdaş Amerikan edebiyatının en iddialı yazarlarından Joshua Ferris’in kaleminden trajikomik bir varoluş öyküsü bu; bugün, bu çağda, bunca yalnızlıkla yaşamanın, yaşamaya çalışmanın romanı. Her şeye, hatta ölümün kati gerçekliğine rağmen yaşamla barışmaya dair. 

Dünyanın belki de en güzel şehrinde, Manhattan'ın en müstesna semtlerinden birinde çalışan türlü olanağa sahip bir adam... Umutsuzca tutunmaya çalıştığı kadınlar ve bitmek bilmeyen aidiyet mesaisi...  İnanmayı reddettiği bir Tanrı ve geliştirdiği türlü takıntı... Deri değiştirme isteği... Yaşamını diş hekimliğiyle kazanan Paul O’Rourke, varlık göstermekten çekindiği sanal alemde adına açılan hesaplar ve atılan mesajların peşinden çıktığı arayışta kadim bir dine mensup olduğu iddiasıyla yüzleşir ve Tanrı ile karşılaşır: üstelik varlığından kuşku duymasını emreden bir Tanrı ile. Ağızla başlayıp yürekle son bulan absürt bir macera, bir çağın özeti.

Hayat yarışı sürerken yuvarlanıp gitme mesaisinden kopmanın hikayesi bu; çürüme ve sağalmanın, çağın hastalıklarından arınmanın... Ya da Tanrı'yı ararken kendini bulan bir adamın ağızdan yüreğe, New York'tan Nepal'e, korku ve titremeden bir rahat nefese varan tuhaf yolu. 


İçinde yaşadığımız çağ kadar gerçek ve en az onun kadar tuhaf, yaşamın kendisi kadar şaşırtıcı.

Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam, şimdi tüm kitapçılarda. 



27 Ekim 2015 Salı

Teşekkürler!



S: Hayat sizin için hep bu kadar trajik miydi? 
C: Evet, düşünmeye başladığım ilk andan beri. Yani ıstırap çeken beş yaşında bir çocukken başladı her şey.
S: Neden bu kadar erken?
C: Çünkü her şeyi daha o zamandan görebiliyordum. Doğuyoruz ve neden doğduğumuzu bilmiyoruz, bir süre yaşıyoruz, beklenmedik bir anda ölüyoruz, kendimizi asla güvende ve rahat hissedemiyoruz, kendimize ne kadar dikkat edersek edelim ölüyoruz, yani doğumdan ölüme kadar kandırılıyoruz. Doğduğumuz anda ölüm cezasına mahkum ediliyoruz; ve buna minnettar kalıyoruz. 

Gerçekten çok teşekkürler!

(Alıntı, XOXO Mag'de yer alan Woody Allen söyleşisinden, röportaj: Nando Salva. Woody Allen, dünya sancısının önde giden temsilcilerinden, ne diyelim, seviyoruz. Görsel, Berlin, Hackesche Höfe'den.)

26 Ekim 2015 Pazartesi

Pusula


Ne demişler: "Yaz geçer."

Uzun ve karmaşık bir yaz yüksek tempolu bir sonbahara kavuştu, pek çok şey değişti, bazı şeyler aynı kaldı, velhasıl zaman koştu... Geçtiğimiz haftalarda bizler için yılın en yoğun günleri, yine Frankfurt'ta, kitap fuarında yaşandı. Önceki yıllara kıyasla pırıltıdan bir nebze yoksundu fuar, gerçi bu, dünyanın soluduğu karanlık havadan dolayı olabilir - belki de, yüksek viteste alınan yollardan sonra sakin sakin ilerlemek, elzemdir. Fuarın konuk ülkesi, edebiyatına dair pek az şey bildiğim Endonezya'ydı; dünya çapında ses getiren fuar hadisesi açılış konuşmasını yapan Salman Rushdie'ye yönelik İran boykotu oldu, Alman Kitap Ödülü'nü ise dev bir yapıtla sürpriz isim Frank Witzel aldı ve tüm bunlar olurken hava çok, ama çok soğuktu. (Kime göre derseniz bana göre elbette.) Velhasıl, kitaplara erişmek için gereken tek şey onlara uzanmaktı ve sizi bilemem ama dünya işlerinden yorgun düşen blog yazarınıza bu, oldukça iyi geldi.

Blogumuzun, masamızın, kağıtlarımızın başındayız şimdi - pusulamız kitaplarımız.

İyi haftalar.

(Görsellerde Marianplatz civarındaki halk kütüphanesi; kendi küçük, vaatleri büyük.)



8 Ekim 2015 Perşembe

Neden



Neden yazmalı? Yazı nereden gelir? Bunlar kendine sorduğun sorular. Tıpkı şunlar gibi: Toz nereden gelir? Ya da: Savaş neden olur? Veya: Eğer Tanrı varsa, erkek kardeşim neden sakat kaldı şimdi?
Cüzdanında taşıdığın sorulardır bunlar, telefon kartları gibi. Yaratıcı yazı hocan, bu gibi soruların daha ziyade kurmacada değil de, günlüklerde ele alınmasının iyi olacağını söyler.
Yaratıcı yazı profesörü bu güz döneminde Hayal Gücü'nün öneminin altını çizmektedir. Bu da geçen Temmuz yaptığın kamp gezisine dair uzun betimlemelerle dolu öyküler istemediği anlamına gelir. Gerçekçi malzemeyle başlayıp onu dönüştürmendir istediği. Rekombinant DNA misali. Hayal gücünün sularda süzülmesine izin vermeni ve rüzgarın onu gebe bırakmasını istemektedir. Shakespeare'den alıntıdır bu dediği. 

(How to Become a Writer, Lorrie Moore. Bu kısa öykü, Self-Help adlı öykü kitabından; Faber, bu öyküyü ayrıca bir başına, cep boy olarak basmış.)


7 Ekim 2015 Çarşamba

Armağan



"Miller'ı severim çünkü çok iyi yürekli bir adamdır ve -kusuruma bakmayın, bu bir eleştiri değil: bir yazarın iyi bir adam olduğunu söylemek müthiş bir övgüdür- son derece cömerttir. Mesela, Amerika'ya dönme vakti geldiğinde (konsolosluk dönmesi gerektiğini söylemiş, Amerikan vatandaşı olarak savaş yaklaşırken evine dönmesi daha uygun görülmüştü) bana günün birinde, "Sevgili Yorgo, bana çok iyi muamele ettin ve ben de sana şimdi bir şey vermek istiyorum," dedi. Ve Yunanistan seyahati sırasında tuttuğu günlüğü çıkardı. Ben de, "Bir kitap yazacağını biliyorum ve kitabı böyle yazamazsın - notlara ihtiyacın olacak," dedim. O da, "Hayır. Her şey burada," diyerek kafasını işaret etti. Bir kopyasını çıkartıp ona geri vermeyi teklif ettim. "Hayır," dedi, "armağan tam olmalı." Bana kalırsa müthiş bir davranıştı bu, böyle düşünüyorum. Ve asla unutmayacağım. Günlük, Marousi'nin Devi'nin ilk haliydi. Biraz daha kişisel olan patlamalar vardı içinde. Ve espriler."

(Alıntı, Seferis'in Paris Review söyleşisinden; görselde Henry Miller, Hydra adasından bir kare.)

6 Ekim 2015 Salı

Endişe


Cem Tunçer, geçen haftaki Cumhuriyet Kitap'ta Marousi'nin Devi'ni yazmış.

Yazı, "yaşama, dostluğa ve doğaya fakat en çok da özgürlüğe ve barışa dair bu kitabın hakkını, gelecekten endişe duyan bir coğrafyanın çocukları olarak bizlerin verebileceğine inanmak istiyorum," diye bitiyor.

Hislere tercüman.


1 Ekim 2015 Perşembe

Ne zaman?

(...)

"Ertesi gün diğerleriyle muhabbet ettim - bir Türk, bir Suriyeli, birkaç Lübnanlı öğrenci ve İtalyan asıllı bir Arjantinli. Türk bende neredeyse anında antipati uyandırdı. İnsanı çileden çıkaran bir mantık takıntısı vardı adamın. Çarpık bir mantık, üstelik. Şiddetle karşı çıktığım tüm o diğerleri gibi onda da Amerikan ruhunun en kötü yanlarının dışavurumuna şahit oldum. Gelişmeye takmıştı bu insanlar. Daha çok makine, daha çok verim, daha çok sermaye, daha çok konfor - başka şeyden konuşmuyorlardı. Amerika’daki milyonlarca işsizden haberleri olup olmadığını sordum onlara. Soruyu dikkate almadılar. Makine üretimi onca lüks ve konfora rağmen Amerikan halkının ne kadar kof, mutsuz ve sefil olduğunu bilip bilmediklerini sordum. Alaycılığım onlara işlemedi. Onların istediği tek şey başarıydı - para, güç, güneşin altında bir ev. Hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyordu; her nedense hepsi de buna rağmen ülkesine dönmek zorunda kalmıştı. Ülkelerinde onlar için hayat olmadığını söylediler. Hayat ne zaman başlar? Bunu öğrenmek istedim. Amerika’nın, Almanya’nın ya da Fransa’nın sahip olduğu her şeye sahip olduklarında başlayacağını söylediler. Hayat eşyadan ibaretti anladığım kadarıyla, daha ziyade makinelerden. Parasız bir hayat olanaksızdı; giysilere, güzel bir eve, radyoya, arabaya, tenis raketine falan ihtiyaç vardı. Bunların hiçbirini gereksinmediğimi ve onlarsız da mutlu olduğumu, Amerika’ya tam da bu gibi şeyler bana bir şey ifade etmediği için sırtımı döndüğümü söyledim. O güne dek tanıdıkları en tuhaf Amerikalı olduğumu söylediler.


Fakat sevdiler beni."

(Marousi'nin Devi, Henry Miller. Çeviren: Avi Pardo. Çağlayan Çevik, Hürriyet Keyif'teki değerlendirmesinde, "Miller'ın gözünden Yunanistan'ı ve halkını okuduğunuzda, Çipras'ın başarısını daha iyi anlayacaksınız," diyor; görselde Keyif ve kitap, bir arada.)