21 Mart 2013 Perşembe

Duygu




Düzelte düzelte, yavaş yazarak, sonu gelmek bilmeyen irdelemelere girişerek, yazdıklarımı silerek ve sonunda koca bir günde tek bir cümle çıkarabildiğim hale gelene dek gençliğimi harcadım ve o cümlede de DUYGU yoktu. Kahretsin, sanatta sevdiğim şey DUYGU benim, GÖSTERİŞ ya da duyguların gizlenmesi değil.

(Jack Kerouac, Paris Review söyleşisi, 1968. Big Sur, çok yakında, raflarda.)

20 Mart 2013 Çarşamba

Şayet





Şayet içkiciysen sürecin nasıl geliştiğini bilirsin: Birinci gün sarhoş olursun, her şey tamamdır, ertesi sabah şiddetli bir başağrısı bekler seni ve birkaç içki ile yemek derken o da hallolur, ama o yemeği kaçırmayagör, zira onu kaçırıp da geceleyin gene kafayı çekersen ve kalkınca içki âlemine devam edersen, hele dördüncü gün de bunu sürdürürsen, öyle bir an gelir ki artık içki etki metki yapamaz olur, kimyasal olarak aşırı yüklenmişsindir ve artık uyuyarak kendine gelmen gerekir, kötü haber ise artık uyuyamayacak durumda olmandır çünkü son beş gece uyumanı sağlayan alkol olmuştur ve artık hezeyan başlamıştır – Uykusuzluk, terleme, titreme, inildeme ve kendini halsiz hissetme, mesela kolların uyuşmuştur ve onlarla bir şey yapamazsın, karabasanlar, (ölüm kâbusları)... Kalanına sonra değinilecek.

(Jack Kerouac, Big Sur. Çeviren: Nevzat Erkmen. Kerouac, gümbür gümbür geliyor. Nisan ayında...)

19 Mart 2013 Salı

Dost



Barış umudunun körelmiş olduğu bir dönemdi. Elbette barışa inanan insanlar vardı, barışa ya da barış olasılığına; olup bitenlere dair, bilhassa liderlerle Filistin ve İsrail'in yüksek politikalarıyla ilgili soru işaretleri belirmesine rağmen. Düşlerimizin paramparça olduğu bir zamandı. Şiddet vardı dört bir yanda, yıkım vardı, Netanya (2002) sonra Jenin... Böylece bir kitap yayımlayalım istedik. Kendi seçimimizle yazar olmuşuz madem, neden bir öykü kitabı yayımlamayalım? Neye yarardı bilmiyorum ama her şeye rağmen vazgeçmeyen iki kişinin varlığını ortaya koyacaktık. Fikir buydu - birbirimizle konuşmalıyız. Barış süreci sekteye uğradı diye dostluğumuza son verecek değildik. Savaş var diye dost olamamak kabullenebileceğimiz bir fikir değildi. 


(Samir El Youssef, Etgar Keret ile biraraya gelip Gazze Blues'u hazırlamalarının öyküsünü anlatıyor. Görselde yine bir Banksy marifeti. )

18 Mart 2013 Pazartesi

İlk


"Kimse bir şeyin ilk seferinden ölmez, ölmeyi çok istemediği sürece tabii ki."*

Kerouac'ın Big Sur'ü yayıma hazırlanadursun; Nisan ayının ilk günleri için bir Etgar Keret sürprizi yola çıktı bile. Bilek Kesenler, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nde yer alan Kneller'in Mutlu Kampı öyküsünü Asaf Hanuka'nın çizimleriyle çizgi romana taşıyor ve herkes öldürüyor sevdiğini, ama intihar aşkı öldürmüyor.

Yukarıda tırnak içinde yer alan cümle, Bilek Kesenler'den; öykünün anahtarı da sayılabilir aslında. Kitaplardan kitaplara sıçramaya meyilli olduğumdan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni anmadan geçemiyorum bu noktada, ki Kundera da Almanca bir deyiş olan ve alıntı ile örtüşen 'Einmal is keinmal' üzerinden Beethoven'i anmaktaydı anımsadığım kadarıyla - aynı şeyi söylemenin binbir türlü yolu var, katılsak da katılmasak da bir kenara koymalı bunu: "Bir kereden hiçbir şey olmaz." Olmaz mı gerçekten? Beyanın felsefi açılımlarını ise sizlere bırakıyorum.  

Bilek Kesenler, uzun ve özenli bir matbaa sürecinin ardından, ay başında raflarda olacak.



15 Mart 2013 Cuma

N-n-n

Baharın habercilerinden sayılan film festivali kapıda... Fatih Özgüven, filmleri değerlendirmiş; Cem Altınsaray kendi listesini derlemiş. Bilet bulma hususunda şimdiden kolaylıklar dilemek düşüyor bize de.

Rivayet o ki sessiz sakin ortamlarda çalışanlar, hafif gürültülü mekânlarda çalışanlara kıyasla daha az yaratıcı oluyormuş. Her derde deva bulunabilen Internet, buna da çare düşünmüş ve sessiz çalışma odalarına yaratıcılık tetikleyici bir 'gürültü' simulasyonu hazırlamış. Denemesi bedava.

Madem bu damardan girdik, öyleyse devam... Beğen butonundan bunalanlara yönelik yeni bir uygulama: Hater! Kolektif nefret duygularını körüklemek hiç bu kadar kolay olmamıştı.

Lale Müldür'den yeni şiir kitabı: Yağmur Kızı Böyle Diyor. Müldür'le söyleşi Edebiyat Haber'de.

Yeni kitaplar arasında gözden kaçmasın: Julian Assange, Şifrepunk. Dünya hallerine kafa yormak için.

Sağdan soldan yeni albüm haberleri geliyor, ardı arkası kesilmiyor... The Yeah Yeah Yeah's de kervana katılmış. Pitchfork sağ olsun.

Peter Mendelsund'dan Twitter'a: Matisse'in Ulysses çizimleri.

Notları zengin kitap koleksiyonunu dijitale aktaran Vatikan ile kapatalım.

İyi tatiller!

14 Mart 2013 Perşembe

Yeni




Sevgili Sterling,

... Üç saat önce yeni romanım 'Big Sur'ü tamamladım, teleks rulosunun yarısı üzerinde, 60.000 kelimelik bir anlatı, Zen Kaçıkları'na kıyasla daha büyük bir coşku içinde yazıldı, muhtemelen 'daha iyi' bir roman, tepeden konuşmuyor, yer yer Yolda'daki gibi soluksuzca akıyor, hüznü ve sefeleti açısından Tristessa'yı solluyor, Cody ve Sax'teki yüce anlatımı çağrıştırıyor, ama şu anda net değerini oturtamaz haldeyim, psikolojik engeller henüz ortadan kalkmadığından 60.000 kelimelik teleks kağıdından ibaret henüz (öyle ki, iki ay geçmeden ve bu psikolojik engeller buharlaşıp gitmeden evvel onu sevip sevmediğime karar veremeyeceğim, ancak o zaman bu tuhaf ve temiz metin kalacak elimde.) -- anlayacağın, dört yıldır vermek istediğim haberi veriyorum sana, burada anlattığım üzere yeni bir roman yazdım ve hâlâ yazabildiğim için çok mutluyum.

Ama ah, çok hüzünlü, sana yemin ederim ki bir sonraki kitabım komedi olacak, başka yolu yok. 

(Kerouac'ın yayıncısı Sterling Lord'a yazdığı mektuptan; tarih: 9 Ekim, 1961. Jack Kerouac: Selected Letters'da yer alıyor. Görselde Kerouac, yazıyor. Big Sur, çok yakında, geliyor...)

13 Mart 2013 Çarşamba

Yetmiyor




Kerouac, Big Sur'de, Yolda'nın getirdiği şöhretten bunalıp yeniden yollara düşme öyküsünü anlatıyor. Dünya kah kararıyor, kah aydınlanıyor. Bir alakarga eşlik ediyor yalnız gezgine kimi zaman; kimi zaman delicesine sevdiği ve delicesine nefret ettiği arkadaşları. Dalgalar patlıyor kıyıda, çalılar ürkütücü biçimde hışırdıyor. Alkol hezeyanları, coşkunluk anlarına karışıyor.

Kelimeler, yaşamı anlatmaya, yaşamı kapsamaya yetmiyor. Yaşam, yaşayanlara, yetmiyor.

Yol, yolcu olsa da olmasa da, kendi kafasına göre ilerliyor. Birileri uyurken, birileri yaşıyor. Sabit durmanın ve sahip olduklarına sımsıkı tutunmanın benimsetildiği dünyada insan ancak sahip olduklarını geride bırakınca dünyaya karışıyor.

Kerouac, soluğunu yitirircesine konuşuyor...

Ve yaşadığı gibi yazıyor.












12 Mart 2013 Salı

Bekleyiş




Beat hareketi başlar başlamaz kendi momentumunu kazandı ve dünya çapında etkili oldu. Amerika'nın tutucu kesimine mensup zeki kimseler, Beat yazarlarından çok daha önce kendilerine karşı bir tehdit olarak değerlendirmişti bunu. Komünist Parti'den daha ciddi bir tehdit denebilir. Beat hareketi tam da doğru zamanda doğdu ve her milletten milyonlarca insanın duymaya hasret kaldığı şeyleri dile getirdi. Birine bilmediği bir şeyi söyleyemezsiniz. Yabancılaşma, huzursuzluk, tatminsizlik duyguları, Kerouac yolu işaret etmeden çok önce bekleyişe geçmişti. 

(Alıntı William S. Burroughs'dan; Ann Charters'ın derlediği Portable Beat Reader'ın girişinde yer alıyor. Görselde, uluyan Kerouac, Ginsberg'in objektifinden.)

11 Mart 2013 Pazartesi

Şimdi



Beni meşhur eden kitap “Yol”un yayımlanmasından bu yana evden (anamın evinden) uzaklara gittiğim ilk yolculuk bu, hem öyle meşhur olmuştum ki üç yıl boyunca sonu gelmez telgraflar, telefon çağrıları, istekler, postalar, ziyaretçiler, gazete muhabirleri ve tüm o diğer bokyedibaşılar yüzünden aklımı kaçırıyordum  neredeyse (oturmuş bir öykü yazmaya başlamışım, bodrum penceremden kalın bir ses çığırıyor: “MEŞGUL MÜSÜNÜZ?”) hatta bir keresinde bir muhabir koşarak yatak odama daldı, tam da pijamalarımla oturmuş, bir rüyamı yazmaya çalıştığım sırada...

... Amerika’nın bütün liseli ve kolejli çocukları, “Jack Duluoz 26 yaşında ve tüm yolculuklarını otostopla yapmakta” diye düşünüyor, oysa şimdi neredeyse 40 yaşındayım ben, yataklı vagondaki tıkırdayaduran ranzamda, bıkkın ve bitkin, Salt Flat’i aşıyorum... 

(Big Sur, Jack Kerouac. Çeviren: Nevzat Erkmen. Şimdi mutfakta, ay sonunda raflarda.)

8 Mart 2013 Cuma

Not!

N-n-n!

David Bowie'den yeni video, gerçi artık eskidi bile denebilir: The Stars Are Out Tonight. Tilda Swinton'a dikkat lütfen. Bu yeni Bowie'ye henüz tam ısınamadım, bağlantıyı paylaşmaktaki gecikme belki ondan.

Bizde pek tutmadı ama sesli kitaplar, özellikle ABD'de oldukça popüler. Keret'in Kapı Birden Vuruldu'su, sesli kitap dalında verilen Audie ödüllerine aday olmuş, sevinçle duyuralım ve Jonathan Safran Foer'in sesinden Sen Hangi Hayvansın? adlı öyküyü paylaşalım.

Etgar Keret demişken bir bağlantı da Shira Keret'e verelim: Shira, tıpkı Etgar gibi çok yönlü ve üretken bir sanatçı; burada tasarımsal işlerinden bir kısmını inceleyebilirsiniz.

Çok yönlü kelimesini utandıracak bir başkasına da uzanalım madem; James Franco, Kerouac'ın Yolda'sını okuyor burada. Daha neler neler yapıyor derseniz, onu saymaya yerimiz yetmez kanımca.

Madem sinemaya kaydık, öyleyse İstanbul Film Festivali'nin programının açıklandığını duyuralım ve sizleri bu yılki festivalin edebiyat uyarlamalarına bir göz atmaya davet edelim. Joyce Carol Oates'un daha önce de sinemaya uyarlanan klasiği Can Ateşi, bu yıl Laurent Cantet'in yönetmenliğinde yeniden beyazperdede ve nisan ayında festivalde olacak, atlanmasın.

Bu haftanın notları burada sona eriyor. Kalın sağlıcakla...


7 Mart 2013 Perşembe

Tanrı




Bu öykü geç gelen yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Kimseye. Ne otobüsün yanında koşup ona yalvaran bakışlarla bakan ezik lise öğrencilerine, ne kapıya aslında zamanında gelmiş de bütün suç şoförünmüş gibi vuran sinirli tiplere, ne de onu ellerindeki alışveriş torbalarını sallayarak durdurmaya çalışan yaşlı ve titrek kadınlara. Kötülüğünden değil, çünkü kötülüğün zerresi yoktu bu otobüs şoförünün ruhunda; ideoloji meselesiydi sadece. Bu şoförün ideolojisine göre, geç gelmiş yolcuya kapıyı açmak otuz saniyenin altında bir zaman alsa ve kapıyı açmamak yolcunun hayatından on beş dakika kaybetmesi anlamına gelse bile, kapıyı açmamak toplumun yararınaydı; çünkü o otuz saniye otobüsteki her yolcu tarafından kaybedilmiş olacaktı. Otobüste durağa zamanında gelmiş altmış kadar suçsuz yolcu bulunduğunu varsayarsak hep birlikte yarım saat kaybedecekleri kolaylıkla hesaplanabilirdi, on beş dakikanın iki katı. Geç kalanlara kapıyı açmamayı bu yüzden ilke edinmişti. 

(Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret. Çeviren: Avi Pardo. Hayatın anlamını sorgulamak isterseniz Taksim metrosundan Şişhane'ye aktarma yapacak yolcuların bir saniye olsun beklemeyen trene doğru çılgınca koşmalarını izleyin, varoluş sancılarına ilaç gibi geliyor. İdeoloji meselesi! Görsel, bir ihtimal Banksy, Wikipedia Commons'dan geliyor, orası kesin.) 

6 Mart 2013 Çarşamba

Yeni




Nick Cave'in yeni albümü Push The Sky Away'in tamamını burada, şarkı sözleri eşliğinde dinleyebilirsiniz.

Cave'in bu yaz İstanbul'a uğrayacağı söyleniyor, bu havadisi en son Gülüm Dağlı Milliyet'e yazmış.

Manyetik Bant'ta da yeni albüme yönelik güzel bir değerlendirme var; ilgilenenler buraya.

Son olarak ekleyelim; Nick Cave, bu cumartesi günü BBC Radio 6'de konuk olduğu programda hararetle bir yazardan bahsetti: Muriel Spark! Cave, Sürücü Koltuğu'nu öve öve bitiremiyor. Okuyan Kedi'nin de güzel bir yazısı var kitapla ilgili; Spark'ın novellası Sürücü Koltuğu, yakın zamana kadar kitapçılarda mevcuttu, sahaflardan da kolaylıkla temin edinebilirsiniz.

Yazı Cave'in şarkı sözlerini yazdığı defterden bir sayfa görseliyle kapansın öyleyse...

Belki bu yaz?

(Görsel: abc.net.au)


5 Mart 2013 Salı

Kurban

Max Brod'un aktardığı kadarıyla, Franz Kafka, bir gün bir akvaryumun önünde dikilir ve şunları mırıldanır: "Nihayet huzur içinde bakabilirim sizlere, artık sizleri yemiyorum." Katı bir vejetaryen olmuştur Kafka ve balıklara vicdanı sızlamadan, 'huzur içinde' bakabilmektedir artık... Nietzsche'nin kırbaçlanan bir atın boynuna sarılıp ağladığı ve bu olayın ardından büyük bir buhran geçirdiği de bilinir. Bu bağlamda verilecek örnekleri çeşitlemek, mümkündür.

Günümüzde ise (ölü) dana etinden yapılması gereken bir yiyeceğin içinde (ölü) at eti bulunursa, halkla ilişkiler stratejileri geliştirilir; elbette, 'tüketiciyi' yanlış yönlendirmenin cezası büyüktür, üstelik dana yemek kabul görürken at yemek -belli kültürel sistemlerde- ahlaka aykırı görünür. Kârı tırmandırmaktan başka kaygı gütmeyen ekonomik sistemlerde hayvanlar, birer meta olarak, türlü türlü sömürülür ya, orası insanları pek ırgalamaz. Nasılsa sınai çiftliklerde 'yetiştirilen' hayvanlar gözlerden uzaktır, boyunlarına sarılıp ağlayacak olanların karşılarına ancak tabaklarda çıkmaktadır ve iştah, çoğu zaman vicdan karşısında ağır basmaktadır... İnsan denilen canlı, içinde bulunduğumuz çağda, gözden ırak olanı gönülden de ırak tutmada antrenmanlıdır. Yine de hal böyleyken ölü danadan yapılan bir yemekte ölü at eti bulunması, insanları üzmektedir; ne de olsa ölü dana yediğini sanan kişiye ölü at verilmesi, tüketim 'ahlakına' aykırı bulunmaktadır. Kafka'nın huzursuzluğu ya da Nietzsche'nin gözyaşları ise, fırıl fırıl dönen bu ikiyüzlülük çarklarının gölgesinde birer anıdır ancak, uslardan uzak, gönüllerden ırak.

Geçen hafta dünya, IKEA, Tesco ve Nestle gibi büyük şirketlerin ürettiği gıdalarda at eti çıkması üzerine epey sarsıldı, gazetelerde okumuşsunuzdur. Türkiye'de ise Gıda Mühendisleri Derneği, yediğimiz pidelerde yaban domuzu eti bulunduğunu açıkladı. Birileri hemen kameraların önünde toplandı, hararetle bu konuyu tartıştı. Hayvanlardan bahseden, tabii yine çıkmadı. İnsan sağlığı, mühim bir mevzu olduğundan, hayvanlara vakit kalmaması doğaldı.

Hayvancılığa yönelik endüstriyel pratikleri sorgulayan pek çıkmadı ya, bu sırada kürk giydiği için eleştirilen bir 'ünlü,' evinde kedi 'beslediğini' söyleyerek kendini savundu. Her şeyin insan için kurgulandığı bir dünyada, milyonlarca hayvanı fabrikalara tıkıp zulüm etme pratiğini sorgulayan olmadığı gibi, menfaatler söz konusuyken vicdandan bahsetmek, elbet akıl dışıydı.

Ne de olsa her zalimin geçmişinde, bir kedinin başını okşamışlık anısı vardı, tüm zulümleri temize çeken...

Kurbanların öyküsünü kurcalamak, zalimlerin anlatılarına sığmazdı zaten.


4 Mart 2013 Pazartesi

Kopuk


"Herta Müller, kolaj metinleri için kendine bir masa ve tam teşekküllü, alfabetik olarak dizilmiş kitaplarla dolu bir kütüphane düzenlemiş. Kolaj hayatı andırıyor, diyor Herta Müller, çünkü tesadüfler her iki süreçte de büyük önem taşıyor. Bir sözcük ararken bir başkasına rastlıyorsunuz ve bulduğunuz daha uygun görünüyor birden gözünüze, daha cazip. Sonra kelimeleri kartona yapıştırıyorsunuz ve şiir oluşuyor, ortaya çıkanı değiştiremiyorsunuz. Herta Müller kolajın en çok bu yönünü seviyor: yaptıklarınızı değiştiremiyorsunuz, ki bu da kolajı yaşama yaklaştıran bir husus. Geçmişi nasıl geri getiremezseniz, bu şiiri de -diğer şiirler gibi- silemezsiniz."

Çıktığı bir seyahatte bir kartpostalın arkasına doğrudan yazacağına gazeteden kestiği kelimeleri yapıştırıp göndermiş Herta Müller, kolaj macerası böyle başlamış, bir kartpostalın ardında... Bugün, bu teknikle yazdığı Almanca ve Rumence şiirlere ulaşmak mümkün, Müller yenilerini yazmaya/yapmaya da devam ediyor. Ait oldukları yerlerden koparılarak (!) bir araya getirilmiş kelimelerin belli bir dehşet duygusu uyandırdığını da söylemek gerek, gerçi dehşet hissi uyandırmayan herhangi bir şey var mı, ondan emin değilim pek.

Sancılı bir bahar mevsiminin eşiğinde, değişen havalar, haller, durumlar dahilinde, hayat da tıpkı bir kolaj gibi kopuk, tıpkı bir kolaj kadar tuhaf. Tesadüfler bir yana, kelimelere dikkat etmek gerek.

İyi haftalar.

(Alıntı, Herta Müller'in Radio Romania International'e verdiği bir demeçten geliyor. 17 Ağustos 2007 tarihli... Yukarıdaki görselde Rumence, aşağıda ise Almanca bir kolaj/şiir; Almanca olanı Müller'in Nobel konuşmasından kesitler/kelimeler içeriyor. Kaynak: Hungarian Review ve abc.net.au)


1 Mart 2013 Cuma

N-n-n

Yeni bir ayın ilk günü, naçizane, notlarımla karşınızdayım.

Defter! Akıl defteri, fikir defteri, çizim defteri, elektronik defter, vs. vs. Ama buradaki defterler taştan yapılma. Defter konusunda çeşitlemeler için Moleskine'nin çalışmalarına, ayrıca bu mühim esere bir göz atın, biraz feyzalın.

Fütüristik çeşitlemelerden gidelim; gelecekte reklamlara türlü biçimlerde maruz kalmakla kalmayıp onları 'yiyecekmişiz,' ve hatta bu fantastik hadise, çoktan başlamış bile. Sizi bilemem ama ben korkuyorum sevgili okuyucu... Yenebilir yemek kitapları çağına kadar uzun bir uykuya yatmam gerekebilir.

Bu saçmalıklar bir yana, Murakami'nin yeni romanının Nisan ayında çıkacağı duyuruldu, ancak dünya kendisini pek de öyle hararetle karşılamış sayılmaz, konusu henüz açıklanmayan roman hakkında ileri geri konuşmalar, Murakami'nin ne üzerine yazacağının önemli olmadığı ve nasılsa sıkça değindiği konulara burada da değineceğine kesin gözüyle bakıldığı minvalinde ilerledi, vs. Nisan ayında Japonya'da yayımlanacak olan romanın İngilizce ve diğer dillere aktarılması en azından bir seneyi bulacaktır tahminimce. Bu arada GalleyCat'in bir Murakami çalma listesi varmış; Spotify kullanamıyorsanız bile içeriği bir başka kanal üzerinden dinleyebilirsiniz.

Banksy'ye doymuyor gibiyim ama yeni ve yine akıllara ziyan bir haber: Banksy'nin Mayıs ayı içinde gerçekleşen marifetlerinden biri, 'Slave Labour,' ait olduğu duvardan sökülmüş ve Amerika'da artırmaya çıkmak üzereymiş. Beklenen fiyat yarım milyon civarında; satış ile ilgili yasa dışı hamleler yüzünden soruşturma başlatılmış, ama durum epey çetrefilli görünüyor. Banksy'nin resminin olduğu duvarda şimdilerde bir yama var, haberin fotoğrafları oldukça enteresan.

Banksy demişken Invader'ı da atlamayalım; Paris'te bir duvar üzerinde, Invader usulü Pembe Panter, halen yerli yerinde.

Son kitaptan bu yana epey oldu, ancak Dan Brown bu yıl yeni kitabını çıkarmaya hazırlanıyormuş. Inferno isimli roman, yeni komplo kasırgaları koparır mı, yoksa ibreler başka havalardan yana mı kaydı, göreceğiz.

Grinin Elli Tonu'nun yarattığı rüzgâr, sert esmekte. Doğan Kitap'tan çıkan Sylvia Day romanı Sana Soyundum'un tanıtım videosu burada. Gri için de bir tanıtım videosu mevcut, ne diyelim, fantastik!

Akıllar, fikirlerle dolu bir haftasonu dileklerimle. Aşağıda, akıllar, fikirlerle dolu defter sayfaları, David Foster Wallace'a ait, The New Yorker arşivinden.