31 Ağustos 2011 Çarşamba

Zararlı!

Fare, "Ah, dünya hergün daha da daralıyor" dedi. "Önce çok genişti, beni korkutuyordu, koşup durdum ve uzakta, sağda ve solda duvarlar olduğu için mutlu oldum. Duvarlar giderek birbirine yanaştı ve birden son odaya geldim; şimdi orada, köşede, içine düşeceğim fare kapanı duruyor."

"Koştuğun istikameti değiştir, yeter," dedi kedi ve fareyi yedi.


Geçen hafta Sabah'ın Kültür Sanat sayfalarında, ilaçlama hizmeti alan müşterilerine Dönüşüm'ün özel bir baskısını hediye eden haşere ilaçlama şirketi hakkında bir haber okudum ve gülümsedim. Böcek Avcısı adlı bu kitap dostu ilaçlama şirketinden hizmet almış olduğumu bu vesileyle açıklıyorum sevgili okur ve elbette ki kitap hediye etme jestlerini de takdir ediyorum; kitap dostu bizim de dostumuzdur, kafadan. Haberin güzelliği, şirket yetkilisinin "Edebiyat tarihinde Gregor Samsa'dan daha ünlü bir böcek yok," beyanatında yatıyor; haberi okuduktan sonra bunu, sanki bir Zen koan'ıymış gibi, uzun uzun düşündüm. (Şimdi burada farklı bir tartışma da söz konusu; çünkü Kafka Gregor'u dönüştükten sonra bir böcek olarak betimlese de, ondan bahsederken "Ungeziefer" terimini kullanır, terim haşere/zararlı olarak tercüme edildiğinden anlatıda aslında hafif bir muğlaklık ortaya çıkar, ancak buna takılmadım.) Bugünlerde Keret'in yeni öykü kitabı Buzdolabının Üstündeki Kız'ı yayına hazırlıyoruz; orada da hamamböcekleriyle ve talihsiz denebilecek bir ilaçlama deneyimiyle ilgili sürreal bir öykü mevcut - ama sanıyorum böcekleri, haklarında metinler okurken dahi, nesnel ve sade bir perspektifte değerlendirememişim, onu anladım.

Yukarıdaki öykü, bir başka Kafka güzelliği, Küçük Bir Fabl; Wallace'ın Consider The Lobster adlı kitabında yer alan Kafka konulu makalede de geçiyor. Wallace, Kafka'nın mizah yönünün Amerikalı öğrenciler tarafından kolaylıkla anlaşılmadığından dem vuruyor - daha doğrusu, mizahı mizah, trajediyi ise trajedi olarak kategorize eden bir kültürde yetişmiş olmanın Kafka'da odak noktası olan ve ruhani/varoluşsal bir dehşeti mercek altına yatıran girift mizahı algılama yoksunluğu bahsettiği. İnsana özgü bir benlik ortaya koyabilmek için verilen dehşetli mücadelenin sonucunda ortaya konan benliğin, o mücadeleden ayrı düşünülemez olması bahis konusu Kafka'da Wallace'a göre; söz konusu mücadelenin sonucunda varılan nokta, başlangıç noktasından farksız - ya fare kapanı ya da kedinin midesinde sonlanması kaçınılmaz bir süreç. Gregor Samsa üzerine her bakımdan kafa yorup "böcek" oluşunu salt bir metafor olarak değerlendirmek gibi biraz, ta ki Böcek İlaçlama Şirketi, özünde "insan" olduğu yargısına tutunduğunuz karakterin bir "böcek," hem de meşhur bir böcek olduğunu size anımsatana değin... Zadie Smith'in Changing My Mind'ına bakarsanız eli yükselttiğini ve Kafka'nın kendisini metafiziğe ait olarak düşündüğünü göreceksiniz. Girişteki fareye dönelim tekrar: haşere değil mi o da, eninde sonunda? Tatil günü kafa mı karıştırıyorum dersiniz? Kafam karışık olduğundandır.

30 Ağustos 2011 Salı

Şehir

"Yeni New York neresi olacak?" Bu saçma soruyu ben yöneltmiyorum, sevgili okur, Almanlar heyecana gelmiş olmalılar ki Alman basını geçtiğimiz hafta Woody Allen üzerinden bunu epey tartıştı. New York'u tüm ihtişamıyla beyazperdeye aktarmış olan yönetmen, bir süredir Avrupa'da takılıyor ve Londra, Barcelona, Paris, Roma derken şimdi de gözlerini Münih'e dikmiş durumda. Münih'te bir stüdyoyu ziyaret edecek olan Woody Allen, farklı şehirlere de göz kırpmadan durmamış ve Berlin, Frankfurt, Hamburg ve Stuttgart'ın da yeni filminin mizansenini oluşturabileceğini söylemiş. Takip ettiğim kaynaklar Berlin'in 80'lerin New York'u olduğunu iddia ediyorlar - gerçi aynı iddia farklı çevrelerce Beyrut'tan Minsk'e hatta İstanbul'a uzanacak biçimde tekrarlanmakta... Allen üzerinden kopan tantananın ekonomik bir boyutu da mevcut; ustanın filmleri geçtikleri şehirlere turizm üzerinden yadsınamayacak bir ekonomik katkı da sağlıyor. Berlin'in Berlin, New York'un New York olarak kalması ve öyle tanınması, elbette gönlümüzden geçendir, onu da belirtelim.

Berlin'i, New York'u, Minsk'i bir kenara koyarsak bir süredir kendi yaşadığımız şehirde oturacak sandalyeden yoksun durumdayız; Beyoğlu'nu ve masa/sandalye polemiğini takip ettiyseniz semtte yaz sıcağında oturup soluklanacak kıyı ve köşelerin ortadan kalktığından da haberdarsınızdır elbette. Radikal'de rastladığım son haber, kafe ve restoranlara 70 cm'lik bir alan tanınacağı ve bu alanın ferforjelerle zeminden yüksek olarak inşa edileceği yönünde - ne diyeyim, demiri tahayyül etmek, hiç bu kadar dehşetli olmamıştı... Her şeye kadir olan kütüphanemizden bir kitapla bitireceğim sözü; İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2007 yılında İstanbul'da Görgülü Yaşamak adlı bir kitap yayımlamış, tam da ferforje temalı kabuslara dalmışken bu kitaptan İstanbul'da Görgülü Yaşama Sanatı adlı kısmı aynen aktarıyorum - hazır bayram, şehir değişip dönüşüyor, sizin de kulağınıza küpe olsun; ferforjeyle örülmüş, dokusuyla oynanmış şehrimizde "görgülü" yaşamayı bilin:

İstanbul'da görgülü yaşama sanatını bilen bir insan randevusunu unutmaz, dostlarını ihmal etmez, gereksiz zaman harcamaz, çevresini kirletmez, yerlere tükürmez, otomobilinde sigara içip izmaritini camdan dışarı atmaz, komşusunun önünden selamsız geçip gitmez, sekreterinin ulaştırdığı telefonlara en geç ertesi gün cevap verir, kutlama davetlerini yanıtsız bırakmaz... İstanbul'da yaşayan, Boğaz'da mehtabın ne anlama geldiğinden, erguvanların ilk açıldığı bahar günlerinden haberdardır... Balıkları tanır, içme sularının özelliklerinden anlar... İçimizdeki azınlıkların şehrin bir rengi değilse de, şehre renk kattıklarını bilir. Gerçek Türk kahvesinin genelde şekersiz ama çifte kavrulmuş küçük bir lokumla yenilerek içildiğini bilir. Yaşama sanatı ve güzellik göstergesi olan güzel giyinmek kadar hoş ve okunaklı bir el yazısıdır. Ne yazık ki günümüzde el yazısına kimse önem vermiyor. Oysa güzel bir yazı hem moral yükseltir hem de iyi bir referans olur.

(Bir süredir şehirde yaşam alanının daralması dolayısıyla sıkıntıdayım sevgili okur. Tasarlanan ferforje alanlarda el yazısıyla yazılırsa mekan isimleri, moralimiz "yükselir" mi peki? Yukarıdaki resim Berlin'de bir gece vakti, pek parlak sayılmaz ama instagram değil, alınteri. Şehir sizi izliyor! İyi bayramlar dileklerimizle.)

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Günlük

Haftaya 2005 yılında basılmış ve Frida Kahlo'nun günlüğünü birebir örnek alarak hazırlanmış bir kitaptan bir yaprakla girdik: Özgün günlüğün imitasyonu olarak hazırlanan kitabın adı The Diary of Frida Kahlo: An Intimate Self-Portrait. Bu tarz çalışmalardan çekindiğimi belirtmeliyim önce - sahibi tarafından basılmak üzere tasarlanmamış, gündelik hayatın izlerini taşıyan bu mahrem dokümanlar ister istemez okuru röntgenci rolüne sokuyor. Böyle pek çok örnek var elbette; ama popüler bir figürün kültürel tüketimine yönelik benzer bir hamleyi zamanında Courtney Love da yürütmüş ve Kurt Cobain'in günlüklerini intiharının hemen ardından el yazısı ve defter dokusu da aynı kalacak şekilde yayımlatmıştı. Cobain'in günlüğünün ön yüzünde "If You Read You'll Judge" (Okursan Yargılayacaksın) ifadesi de yer alıyordu kendi el yazısıyla (kuşkusuz ki defteri bulup okumayı aklından geçirecek kimselere yönelik bir ibareydi bu, birebir baskısı yapılacağını aklından bile geçirdiğini sanmıyorum)... İronik bile değil, düpedüz hüzünlü... Ne var ki günlük yazarının "kendiliği" kitlelere her şekilde mal edilip pazarlanır hale geldiğinde günlüklerin bile vitrinlere yerleştiğine şaşmamak gerek sanırım. Cobain'in günlüğü, 22 dolarlık satış fiyatı üzerinden "alıcı" buluyor, Kahlo'nunki ise 27,50 dolar; acılar ve mahremiyet üzerinden toplanan kolektif ranta gelirsek yargılamamamız imkansız (bir kredi kartı firmasının reklam sloganından ilham alarak elbette) → Paha biçilemez.

Altta Cobain'in günlükleri, kırmızı defterlere yazılmış ve aynen o formatta, el yazısı muhafaza edilerek basılmış.

Güneşli günler dileriz.



25 Ağustos 2011 Perşembe

Perde

Jonathan Safran Foer, bu sayfalarda sık sık bahsettiğimiz bir yazar; Foer, geçtiğimiz günlerde Ron Arad'ın Londra'da gerçekleştirdiği Curtain Call adlı enstalasyonda "Kâhin" rolü üstlenerek ilginç bir hadiseye dahil olmuş. Önce biraz açalım olayı; Ron Arad, Londra'nın Roundhouse binasında gerçekleştirdiği enstalasyon için 18 metre çapında bir daireye 5600 adet silikon çubuk asarak yarı şeffaf bir perde inşa etmiş - amaç, perde üzerinde seyircinin kendisini de görebileceği ve hareketleriyle dalgalanacak hassas bir zemin yaratmak ve bu zeminin üzerinde çeşitli interaktif sanat/seyir tecrübeleri yaratmak. Hüseyin Çağlayan'ın kimi video işlerinin gösteriminden kült film Dr. Caligari'nin Kulübesi'ni oynatmaya değin uzanan bu çeşitli hadiselere katılım için izleyiciden talep edilen ücret: belirsiz, canınız ne çekerse. Her neyse, bu hadiselerden birinde Jonathan Safran Foer'in konuk olacağı belirtilmiş - Foer konuk da olmuş olmasına ama, "Kâhin" sıfatıyla izleyicilerin mikrofonu ellerine alarak ona yönelttiği sorulara verdiği ve perdeye anında yansıyan cevaplar yardımıyla. Böyle bir tecrübeyi kelimelerle aktarmak epey güç - sorulan sorulardan biri, yazarın böylesi bir hadiseye dahil olarak entelektüel kimliğinin arkasında nasıl durabildiği örneğin. Diğer bir soru: Tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan? Soruların çoğu fazla parlak değil - (bu örnekten anlayabileceğiniz üzere.) Yine de dalgalanan, dev, dairesel bir perdede sesli dile getirdiğiniz sorulara kocaman harflerle cevaplar belirdiğini düşünün; Foer'in cevapları olabildiğince esprili, tecrübenin tamamı ise ilginç nitelikte - içeriğe gelince, biraz zayıf kalmış haliyle, kendini kahin olarak niteleyen birine sorulacak en saçma şeyler sorulmuş, ama soru cevap metnine değil de, olayın kendisine bakmak gerek.





24 Ağustos 2011 Çarşamba

Sonu...

Hürriyet gazetesinden bir haber: "Sonunu önceden bilmek hikayeyi öldürmüyor." Habere göre San Diego, Kaliforniya Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmada deneklere aralarında Agatha Christie, John Updike ve Anton Çehov'un metinleri verilmiş ve hikayenin sonunda ne olacağını bilerek okuyanlarla, bilmeden okuyanların okuma tecrübeleri arasında bir fark olmadığı kanıtlanmış. Araştırmayı yürüten Prof. Christenfeld, "birçok durumda bir filmin defalarca zevkle izlenebildiğini ya da bir kitabın defalarca heyecanla okunabildiğini" söylemiş ve "Eğer sonunu biliyorlarsa, okuyucular, gidilecek yer kadar yolculuğun da tadını çıkarabilirler," demiş. Hikayeyi yazarın densizliği öldürüyor olabilir mi peki? Saçmalardan seçmeler temasına daha fazla bulaşmıyor ve direksiyonu burada kırmayı seçiyorum sevgili okur. Bir başka ironik haber, Londra isyanlarının hemen sonrasında anonim duruşunu korumasına rağmen imzasını özellikle Londra duvarlarına atmaktan geri durmayan Graffitti sanatçısı Banksy'nin İngiliz TV kanalı Channel 4 için bir program hazırlığına giriştiği ve programda Nicolas Sarkozy, Bernhard Henry-Levy gibi isimlere pasta fırlatmasıyla ünlü Noel Godin ve Kraliçe İkinci Elizabeth'in yatak odasına gizlice girmesi ile tanınan Michael Fagan'a yer vereceği yönünde. Program, yukarıda belirtilen aktiviteler benzeri yarı şaka yarı isyan ucundan da siyasi mesaj gibisinden bir işlev üstlenecek gibi; malum, isyanlarla birlikte başkaldırı da tüketime müsait hale geldi, talep de hazır. Londra isyanlarında yağmalar karşısında en az hasar gören dükkanların kitapçılar olduğunu ekleyelim - Londra üzerinden sosyolojik tespitlere girecek değilim; ama Banksy'yi ekranda değil duvarlarda görmeyi tercih ederim. Her şeyin birbirine karışarak anlamsızlaşmaya bu denli teşne olduğu bir dünyada, akıl, fikir ve selamet dileklerimizle...

23 Ağustos 2011 Salı

Tutkun

Haftaya biraz hırçın başlamışız, sakinleşerek ilerliyoruz. Yukarıdaki videoda Jonathan Franzen, yazarların kitap tanıtım videoları çekmelerine neden karşı olduğunu anlatıyor. Video yardımıyla elbette... Ya nasıl olacaktı? Franzen, romanı The Corrections Amerikan halkının en güvenilir insan payesini verdiği ve belirlediği yaşam ve yaşama bakış standartlarını en çok takip ettiği popüler kültür figürü Oprah Winfrey'in Kitap Kulübü tarafından seçildiğinde protesto etmesi ile aklımızda. Konuyu açalım, Oprah bir kitap seçtiğinde, o kitap çoksatar olmaya adeta mahkum hale geliyor; bu noktada "has" edebiyat ile popüler yazın arasında yer aldığı iddia edilen uçurum ortadan kalkmış oluyor. Franzen, Oprah'nın seçiminden hoşnut olmadığını, seçtiği diğer kitapların pek de matah olmadıklarını belirttiğinde ikili haliyle birbirlerine küstüler - küstüler diyorum ya, ilkokul bahçesinde hep beraber bulunduğumuzdan vakıf olmadım elbette olaya, medya tartışmayı epey detaylandırdı. Bu küskünlük, kitabın geniş kitlelere ulaşmasını engellemedi, hatta bilakis, biraz da kolaylaştırdı sayılır. Yazarın bir sonraki kitabı Freedom çıktığında Oprah'nın TV programına konuk olarak kitabını tanıttığını söylememe gerek var mı, yoksa içinde yaşadığımız postmodernite sonrası dünya düzeninde bunu belirtmek dahi abes mi kaçıyor? Freedom, ülkemizde sonbaharda yayımlanacak; merakla bekliyoruz, o ayrı.

Yazıyı Elias Canetti'nin Yazarlar Üzerine adlı metninden bir alıntıyla bitirelim:

Ama bizim kastettiğimiz anlamda yazar, kendi çağına tutkundur, onun malı ve kölesidir, onun en değersiz uşağıdır. Bir zincirle sıkıca ve kopmamacasına ona bağlanmış, ona en yakından hükümlüdür. Bağımlılığı öylesine büyük olmalıdır ki başka hiçbir yere kök salmamalıdır. Hatta biraz gülünç gelmese şöyle derdim: O, çağının köpeğidir. Çağının zeminlerinde koşar, orada burada durur; görünürde keyfi istediği için, ama yorulmak bilmeden, yukarıdan gelen ıslıklara duyarlı, ne var ki her zaman değil, kışkırtılması kolay, geri çağrılması daha zor, açıklanamayan bir kötü huyun emrinde (...)

(Elias Canetti, Yazarlar Üzerine. Çeviren: Gürsel Aytaç, Payel, 2007.)

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Kolpa

Geçen haftanın yayıncılık dünyasını sarsan haberi, New York Times çoksatar listesinin gediklisi Timothy Ferriss'in yayıncılığa el atan Amazon'a transferiydi, kuşkusuz. Timothy Ferriss ismi size bir şey ifade etmiyor olabilir; kendisi The 4 Hour Body: An Uncomon Guide To Rapid Fat Loss, Incredible Sex, and Becoming Superhuman (Hızlı Kilo Kaybına, Müthiş Bir Cinsel Yaşama ve Süperinsan Olmaya Dair Sıradışı Bir Rehber) ve benzeri kitapların yazarı - bu iddialı başlıkların yazarı fazlasıyla cazip kıldığı ve kitapların kapışıldığını söylemeye gerek yok. Amazon'un websitesindeki bilgilere bakılırsa kitap, gecede 2 saat uyuyup yorgun hissetmemenin nasıl mümkün olduğunu, delice yemek yeseniz bile nasıl kilo almayacağınızı, 15 dakikalık orgazmların nasıl "üretileceğini" (kelime onlara ait, ben sadece aktarıyorum, bahis konusu olan da çiftlik çipurası değil, evet) falan anlatıyormuş. Neyse, okumadığım kitabı eleştirmeyeyim, belki okusam hayatım değişir, değil mi ama? Ferriss'i bu beyanlar üzerinden aşağı çekmek haddim değil.
Dijital kitaplar gündeme geldiğinden bu yana tartışılan yegane şey yayıncılığın geleceği ve kitabın nesnel varlığını daha ne kadar sürdüreceği, biliyorsunuz; ve satış kanalıyken yayıncıya dönüşen Amazon, sektörün eski dengeleri dahilinde ilerlemesinden yana olanları rahatsız ediyor gibi görünmekte. Bu hamlenin başarısı zaman içinde belli olacak, şimdiden yayıncılık öldü, kitabın nesnel varlığı sona erdi nidalarının atılması için erken; ama nedir, duvara asılı bir tüfek varsa öykünün içinde, illa ki patlayacaktır - neler olacağını hep birlikte göreceğiz. Amazon geçtiğimiz sene Paolo Coelho'nun Portekizce eserlerinin elektronik satış haklarını satın aldığında da yer yerinden oynadı yurt dışında; yayıncısı metinler üzerinde editörlerin ve kendilerinin çalışmalarından kaynaklanan emek olduğunu, dolayısıyla hakların satılamayacağını belirtti ve fakat bildiğim kadarıyla bu satışa ket vuracak bir girişim hukuken mümkün olmadı. İlgiyle izliyoruz.
Bir başka akıllara ziyan haber ise son zamanlarda hangi kitap sitesine girsem karşıma çıkıyor: Saskatchewan'da
bir kadına 350,000 adet kitap miras kalmış ve kitaplar o denli çok yer kaplıyormuş ki kadın bunlardan yakarak kurtulacakmış. Ben haberi yapıp duranların yalancısıyım; ne diyeyim, herkesin derdi kendine, değil mi sevgili okur, "Bu ne saçmalıktır böyle, ne oluyor?" diyecek halimiz yok ya; öyle desek eğer, günbegün, bir dünya saçmalığın orta yerinde nasıl ayakta kalacağız? Çok mu dertli konuştum? Belki de kimse bana mektup yazıp "Çevrendeki zehirli insanların seni aşağı çekmelerine izin verme" demiyor diye dertlenmişimdir... Haftanın ilk gününün yazısını burada noktalarken, kolpadan uzak yaşama temennilerimi iletiyorum sizlere.


Görsel, Wynn Bullock'un işlerinden biri... Duyduğunuz her şeye inanmayın.


19 Ağustos 2011 Cuma

Bir başkasının rüyası

Bazen, herkes gibi bana da ne olduğumu açıkça gösteren aktif hayata daldığım halde, tuhaf bir şüphenin şöyle bir yoklayıp geçtiği oluyor; var mıyım, bunu artık bilmez oluyorum, bir başkasının rüyası olabileceğimi hissediyorum; adeta etim hissediyor bir roman kahramanı olabileceğimi; akıl almaz bir hikayenin baştan sonra uydurma gerçekliğinde, yazı dilinin çalkantılarına uyarak devinen bir kahraman.

Roman kahramanlarının gözümüzde dostlarımızdan ya da ahbaplarımızdan, apaçık görülen gerçek hayatta bizimle konuşan, bizi dinleyen herkesten daha canlı hale geldiğine sık sık tanık olmuşumdur. Ben de bu mesele üzerinde hayal kuruyorum işte, bir bütün olarak dünyada, her şey üst üste yığılmış düşlerden ve romanlardan mı ibaret acaba, kutu içinde kutular gibi -

(Dünden devam, bu kez Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda dile getiriyor kimi hezeyanları. Can Yayınları, çeviri: Saadet Özen. Güzel bir hafta sonu, keyifli okumalar dileklerimizle.)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Girdap

Eleanor, mavi odanın kapısını arkasından kaparken bu kadar yorulmasının sebebinin tepedeki evin karanlığı ve boğuculuğu olabileceğini düşündü bezginlikle ama sonra bunun hiç önemi kalmadı. Mavi yatak inanılmayacak kadar yumuşaktı. Bu kadar korkunç olan bir evin, diye düşündü uykulu uykulu, bir o kadar konforlu olması tuhaf... Yatak yumuşak, çimenlik güzel, şömine hoş, Bayan Dudley’in yemekleri lezzetli. Arkadaşlarım da iyi insanlar, diye düşündü ve ardından, şimdi onları düşünebilirim, yapayalnızım, diye geçirdi. Luke’un burada ne işi var? Peki, benim burada ne işim var? Sevgililer kavuştu mu yolculuklar sonlanır.
Korktuğumu hepsi gördü.

(Tepedeki Ev, Shirley Jackson. Çeviren: Dost Körpe. Yazın sıcağında, gün ışığı fazlasıyla parlak, geceler de boğucu iken, hele de tam uykuya teslim olmadan evvel kendimi zaman zaman bir Shirley Jackson karakteri gibi hissediyorum sevgili okur; gerçeklikle ilişkim zedelenmiş ve kendi varlığımın bataklıklarından asla sıyrılamazmışım gibi. Bitimsiz girdaplar. Sonra her şey gibi, bu his de geçip gidiyor ve uyku, zihnimin oynadığı oyunlara son veriyor. Yaz, akıl sağlığı açısından tehlikeli bir mevsim ki bu da ayrı bir yazı konusu: Güneş ışığının parlaklığının yükselmesi ile algı hatalarının artması arasındaki bağıntı. Görselden kaynaklanan serbest çağrışım: Çocukluğumda feci ürkütücü bir TRT dizisi vardı Girdap adlı, ekşisözlük sağ olsun, orijinal adı Maelström'müş dizinin, hatırlar mısınız? Peki bir oyuncak bebekten daha korkutucu bir şey olabilir mi? Yoksa Girdap yüzünden mi şartlandım, bilemiyorum. Sayıklamalar burada bitsin, neşeli günler dileyelim.)

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Karışık!

Amerikalı genç yazar John Brandon'ın Sığınak adlı romanı, Merve Sevtap Ilgın çevirisiyle raflarda; geçen hafta duyurmuştuk. John Brandon, Dave Eggers önderliğindeki McSweeney's tayfasından özgün bir kalem; romanı övgülerle karşılayan New York Times Book Review, Brandon'ın Deniz Johnson, Tom Drury, Joy Williams gib yazarların yanında yer aldığını ve dünyanın kendisinin çoğu kurmacadan daha sarsıcı olabileceği duygusunu okura ilettiğini belirtmiş. Brandon'ın karakterleri, Florida kırsalında kendi hayatlarının dar alanlarına sıkışıp kalmış, hüzünlü ve "kötülüğe" eğilimli figürler. Tırnak içinde belirttiğim "kötülük," burada karmaşık bir dünyanın algoritması üzerinden değerlendirildiğinde o kadar da "kötü" görünmüyor - siyahlar ve beyazların yoksunluğunda grilerin çokluğu yargıları ve normları bulanıklaştırıyor. "Kötülüğü" sıradanlaştırmak değil, sıradanın kötülüğünü ortaya koymak maharet istiyor gerçekten ve Brandon, bizce bunu başarıyor. (Parantez açmak farz; Brandon ile benzemeseler de bu noktada bir diğer "kötülük" üstadını, Patricia Highsmith'i anmak gerekir; Highsmith, gelmiş geçmiş en acımasız katillerden Ripley'i öyle bir kurgular ki ondan ürkmekle birlikte suçları açığa çıkacak diye korkar ve romanları sanki söz konusu sizin işlediğiniz suçlarmış gibi diken üzerinde okur hale gelirsiniz - en azından benim üzerimdeki etkisi böyledir, şimdilerde bir Facebook ilişki statüsü ile de özetlenebilecek bir durum aslında, statünün Türkçesi değil de İngilizce meali daha doğrudan giriyor kast ettiğim damara: It's complicated. Yani: durum karışık.)
GQ dergisi, Brandon ile yaptığı söyleşide karakterlerinin okur nezdinde nasıl görüneceğine dair endişeleri olup olmadığını sormuş, işte yazarın cevabı:
Evet, Toby pek de dengeli bir karakter sayılmaz, değil mi? Umarım okudukça onu daha çok seversiniz ancak dürüst olmak gerekirse, yazarken okurumu pek de düşündüğümü söyleyemem. Belki de okur beklentim çok büyük olmadığı içindir.(...) Ama ben yazarken onun tarafını tutuyordum, önemli olan bu. (...) Kurguladığınız karakterin canice yanları olduğunun farkındasınız tabii ki, ama o, sizin için tıpkı bütün diğerleri gibi sorunlar barındıran bir figür oluyor. Eninde sonunda, Salinger'ın dediğine geliyoruz sanırım: Okumak istediğiniz kitabı yazarsınız.
Brandon'ın sözlerini yine Faulkner'in Paris Review söyleşisinden bir bölümle tamlayarak bitirelim:
İnsanlar yalnızca yaşam içinde var olduklarından tüm zamanlarını hayatta olma durumlarına adamak zorundalar. Hayat devinimdir ve devinim, insanı harekete geçiren şeylerle ilgilenir - hırs, iktidar ve zevkle. Ahlaka adanacak zaman, insanın ait olduğu devinimden eksilmek zorundadır.
Harekete devam.


16 Ağustos 2011 Salı

Pahalı

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın multimilyon dolarlık Hollywood uyarlamasından geçenlerde de bahsetmiştim; filmden kareler "sızıp" duruyor, Tom Hanks ve Sandra Bullock ikilisinden pek hazzetmeyen bendeniz de ilgiyle takip ediyorum. Sanıyorum film, romanın çifte hikaye üzerinden ilerleyen yaklaşımını benimsemek yerine güncelliği olan 11 Eylül temalı arayış hikayesi üzerinden gelişecek - yalnızca bir tahmin elbette, ancak daha yapım aşamasında olan Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın şimdiden bu kadar tantana kopartmış olması prodüksiyonun iddiasını ortaya koyuyor. Roman ilk çıktığı zaman 11 Eylül sonrası Amerika'da bu konuda yazmak için çok erken olduğuna, insanların bu romanı okumaya hazır olmadıklarına dair pek çok şey söylendi; saldırıların 10 yıl sonrasında ise hikayenin büyük bir beklentiyle sinemaya aktarılıyor olması "makinenin" yeniden işler hale geldiğini gösteriyor sanırım. Daha önce bu blogda yer verdiğimiz bir yazıda Baudrillard'dan alıntı yapmışız; şu tuhaf zamanlarda bu sözleri yeniden anımsamakta yarar var yine de:

"Dünya Ticaret Merkezi'ne yönelen saldırı hazırlığının 25 milyon dolar tuttuğu tahmin ediliyor. İleride çekilecek ve aynı konuyu ele alan film için, 250 milyon dolarlık tahmini bir bütçe yapılmış. Kurgu, gerçeklikten çok daha pahalıya mal oluyor." (Jean Baudrillard - Cool Anılar 5. Ayrıntı Yayınları; çeviren: Ayşegül Sönmezay. Ötesini konuşabilmek için filmi bekleyecek ve göreceğiz...)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Dört!

Geçtiğimiz cuma Barthelme'nin okuma listesiyle veda etmiştik, biraz açalım: Söz konusu liste, Donald Barthelme'nin kendi okunacaklar listesi değil - öğrencilerine okunmasını salık verdiği kitaplardan oluşuyor. Listenin hikayesini Kevin Moffett The Believer için yazmış; liste, Barthelme'nin Houston Üniversitesi'ndeki öğrencilerinden Padgett Powell (ki kendisi The Interrogative Mood? adlı metniyle ayrıca bir yazıda anılmayı hak ediyor) sayesinde elden ele bugüne değin ulaşmış. Sayfaların üzerindeki notlar Kevin Moffet'e ait bu arada; marjinlere not almayı sever misiniz bilmiyorum, ancak Moffet peşine düştüğü kitapları temin aşamasında çeşitli işaretler yardımıyla notlamayı seçmiş. Listedeki metinlerin çoğu roman; hemen hemen tümü 20. yüzyılda yazılmış - Pushcart antolojileri, Joseph Campbell'ın The Hero With a Thousand Faces'ı ya da Samuel Beckett'in yazdığı "her şey" gibi sıradışı ve geniş önermeleri kapsasa da, oldukça ilginç.

Malum, Barthelme "kolay" hazmedilecek bir yazar sayılmaz; listedeki metinlerin bazıları için de benzer iddialarda bulunulabilir. Bu noktada yine geriye uzanmamız ve Faulkner'ın 1956 tarihli Paris Review söyleşisinden bir alıntı yapmamız farz oluyor (öyle soruya böyle cevap kontenjanından gelsin):

PR: Kimi insanlar iki üç kere okumalarına rağmen yazdıklarınızı anlayamadıklarını söylüyorlar. Onlara ne önerirsiniz?

W. Faulkner: Dört kere okusunlar.

Hayatın kolay olması gerektiğini kim söylemiş?

Kitapların kitaplara pencereler açıp köprü kurabildiği, ister zor ister kolay ancak illa ki neşeli okumalar dileklerimizle...

12 Ağustos 2011 Cuma

Liste

Haftayı bağlarken yazı yerine Donald Barthelme'nin okuma listesiyle veda ediyoruz. Görsele tıklayarak daha rahat okumanız mümkün; metinlerin bir kısmı Türkçede mevcut. Sizin listenizde neler var?

Güzel bir haftasonu geçirmeniz dileklerimizle.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Büyük

"Dünya büyük bir yer. Ama bir evin içi de büyüktür. Kafamın içi de!"

(Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, Jonathan Safran Foer. Çeviren: Algan Sezgintüredi. Görsel, Salvador Dali ve Gergedan. Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, daha önce de duyurduğumuz üzere dev bir prodüksiyon ile beyazperdeye aktarılıyor; yapım şirketi, filmin 2011'in son günlerinde vizyona gireceğini ve şimdiden, 2012'nin en iddialı Oscar adaylarından biri olduğunu duyurdu. 25 Aralık'ta vizyona girecek olan film, romanın yetkinliği dolayısıyla beklentilerimizi yüksek tutmamızı gerektiriyor. Göreceğiz.)

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Kaplan

Bu ayki Milliyet Sanat'ta Kaya Genç, bu yıl Orange Prize'a layık görülen Tea Obreht'in bir portresini kaleme almış - Obreht'ten burada daha önce de bahsettik, 22 yaşında tamamladığı ve Orange Prize'ı almasını sağlayan romanı Kaplanın Karısı'nın hazırlıkları sürmekte, Ekim ayında okuruyla buluşmaya hazırlanıyor. 16 yaşında üniversiteye başlayan, 20 yaşında yüksek lisans çalışmalarına girişen yazar, 1985 doğumlu - tüm dünyada büyük beğeni toplayan romanı üzerinde çalıştığı editör ise kendisinden yalnızca 4 yaş büyük. (Yaş manyağı değilim sevgili okur, genç insanların büyük başarılara imza atamayacaklarına inandığım da yok, ancak Obreht, yaşı itibariyle bu ödülü alan en genç figür ve bu, başarısını bir nebze daha yükseğe çeken bir unsur olarak anılması gereken bir husus.) Yugoslavya'da doğan, İngilizce yazan, yaşamının bir bölümünü Mısır, bir bölümünü ise Kıbrıs'ta geçiren Obreht, bir süredir genç yazarların böylesine iddialı çıkışlara yer vermemiş olan edebiyat sahnesini yepyeni bir ışıkla aydınlatacağa benziyor. Balkanlar'da geçen bir öyküyü büyülü gerçekçilikle yoğrulmuş bir yaklaşımla ele alan Obreht'in edebiyatın en yeni yıldızı olduğunu söyleniyor. Kaya Genç, yazısında Guardian'ın kitap editörlerinden Sarah Crown'ın Obreht'in başarısını "Avrupa'da fabl geleneğinin yeniden canlanmasına" yorduğunu söylemiş - fabl olarak değerlendirebileceğimiz unsurları bir yana, Kaplanın Karısı'nın hikaye anlatma geleneğine, geçmişe ve köklere uzandığını belirtmeliyiz. Romanın bir sürprizi de, içinde bir başka kitaba, muhtemelen çoğumuzun çocukken okumuş olduğu bir metne doğrudan gönderme barındırması... Dahası için, Ekim ayını, Kaplanın Karısı'nı bekleyin.

9 Ağustos 2011 Salı

Pas

Huffington Post'ta ve ardından Sabit Fikir'de rastladığım bir haber: Missouri'nin bir bölgesinde liseler Kurt Vonnegut'un Mezbaha No.5'ini ve Sarah Ocler'ın Twenty Boy Summer adlı romanını kütüphanelerinde bulundurmama ve derslerde okutmama kararı almış. "Sarhoş gençlerin kumsallarda seviştikleri" vs. ve roman dilinin küfürlü olduğu belirtilmiş yazılan raporda ama can alıcı nokta şu: yasağa dair oy kullanan komite üyelerinden sadece biri söz konusu kitapları okumuşmuş. Çok fantastik bir dünya şu içinde yaşadığımız, sevgili okur, fikir sahibi olmak, neredeyse beyin sahibi olmak kadar bedava. Fantastik demişken, şu siteye rastladım ki diyecek söz bulamıyorum, aksiyon figürü adıyla satılan şu nesnelere bir göz atın derim, ben bunların Darth Vader ve Chewbecca falan şeklinde oyunlara malzeme olduğu bir çağda büyüdüm, bir Oscar Wilde'ım olsaydı bugün hayat bambaşka olurdu belki... Bu "figür"ler yetmediyse eğer ötesi de burada. Kafanız bulandıysa hatırlatayım, kitaplarınız büyük olasılıkla kütüphanenizde duruyor, oraya yönelip tüm bunlardan ve içinde yaşadığınız zamanların nice kir ve pasından arınmanız, neyse ki her zaman mümkün.

Yukarıdaki görsel Teun Hocks'a ait; aşağıda Kurt Vonnegut ile reklamları izleyebilirsiniz.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Karakter?

Geçen hafta yazarın yarattığı karakterle "empati" kurması dolayısıyla onun kılığına bürünmesine dair yazmıştım; tartışmalar intihal iddialarına uzanarak sürüyor ve konu özünde epey ilginç. Bunlara girmek istemeyecek kadar sıkılmış haldeyim. Kurgunun sınırları üzerinde düşünmek, yazarın kurgunun neresinde olduğunu sorgulamak zihin açıcı da romanın "satış ve pazarlamasına yönelik projenin" metni gölgede bırakması tatsız elbette. Sorulan sorular karşısında net cevaplar vermeksizin "içinde yaşattığı" farklı karakterlerin farklı tepkilerini dile getiren yazarın başlı başına bir soru işareti oluşturduğunu da söylemek gerek. Örneklersek:

-Sayın Blog yazarı, "..." hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Biliyorsunuz içimde 6 değişik karakter barındırıyorum. Munis karakterdeki Sakine bu konuyu umursamıyor. Agresyona meyilli olan Hırçın ortalığı dağıtmak, her şeyi kırıp dökmek istiyor. Ermiş olan Derviş ise bu da gelir bu da geçer, dünya fani diyor.

Alaya almak değil amacım, ancak az çok yukarıdakine benzer bir diyaloğu -psikiyatrik bir irdeleme söz konusu değilse eğer- ciddiye almak olası değil. Tartışanlar tartışadursun, ne diyelim, bu konu bu blogda kapanmıştır, yeter.

Neyse, buradan farklı coğrafyalara uzanalım. Jeffrey Eugenides, sonbaharda yayımlayacağı yeni romanında bir David Foster Wallace tiplemesine yer veriyor, roman -The Marriage Plot- Ekim ayında yayımlanacak ancak fragmanları New Yorker'da boy gösterdi bile. Tipleme ile kast edileni açalım: Eugenides'in yeni romanındaki karakterlerden biri, Leonard Bankhead, tütün çiğnemesinden bandana takmasına, felsefe ile iştigal etmesinden ruhsal sorunlar ile boğuşmasına DFW'nin artık efsaneleşmiş personasının bir izdüşümü olarak kurgulanmış. Metnin tamamını okumadan fikir beyan etmek güç - ama sormadan olmaz elbette: kurgunun gerçekten alacağı ilham ne noktada kişilik haklarına saldırıya değin uzanır? Kathryn Stockett'in Yardımcı adlı romanı yüzünden bir dönem yanında çalışan yardımcısı Ablene Cooper, yazara 75.000 dolarlık bir tazminat davası açmış ve kitaptaki karakterin kendisi olduğunu, tasvir edilme biçiminden dolayı rencide olduğunu belirtmiş. Davanın sonucu henüz belli değil, ancak kurgu ile gerçeğin sınırları hassas, içinizde ister 6, ister 66 karakter yaşatın, yine de kurguyla gerçeğin yakın temasında dikkatli olun diyorum tek karakterli blog yazarınız olarak - paniğe mahal yok. Haftaya biraz sarsıntılı bir giriş yaptık ama yaptık ya, gerisi hikaye. Güneşli pazartesiler dileriz. (Görsel, Temmuz ayında kaybettiğimiz Lucian Freud'a ait.)

5 Ağustos 2011 Cuma

Sonsuzluk

NY Times kaynaklı bir haber: Little, Brown & Company, kasım ayında çıkacak bir kitap için sıra dışı bir tanıtım kampanyası başlatmış, öyle ki yayınevi ismi ve yazarı duyurulmayan kitabın yalnızca "çağımızın en çok tartışılan figürlerinden birine" dair olduğunu, satış fiyatı ve sayfa adedini belirterek sipariş toplamaktaymış. Gizemin etiket fiyatını içermemesi oldukça ironik, değil mi? Bir diğer habere geçelim, Macaristan doğumlu yazar Agota Kristof, yaşamını yitirmiş; Kristof'un 90'lı yıllarda Afa tarafından yayımlanan üçlemesi YKY üzerinden yeniden raflarda bir süredir - Büyük Defter/Kanıt ve Üçüncü Yalan'dan oluşan üçlemeyi şiddetle tavsiye ederken Bolano'nun Vahşi Hafiyeler'de yer alan beyanını es geçmeyelim: Sonunda Yapıt Sonsuzlukta yalnız sürdürür yolculuğunu. (Metis, çeviren: Peral Bayaz.) Bolano'dan Cervantes'e uzanalım ve Guardian kaynaklı haberden yola çıkarak Madrid'de Cervantes'in kemiklerini bulmak adına kazılar başlatıldığını duyuralım: Cervantes'in kemikleri, Madrid'de bir manastıra gömülmüş ancak 1673 yılında yapılan bir inşaat sonrasında kayıplara karışmış öyle ki kemiklerin duvarların ardında mı yoksa manastırın zemini altında mı bulunduğu kestirilemiyormuş. İnebahtı Deniz Savaşı'nda vücuduna ağır darbeler alan ve sol elini kaybeden Cervantes hakkında türlü rivayet mevcut, bunlardan biri bir düelloda yaralama iddiaları yüzünden hakkında sağ elinin kesilmesine dair bir ceza verilmiş olduğu ve bu cezadan kaçmak için ülkeyi terk ederek daha sonra sol elini yitirmesine neden olan savaşa katıldığı... Rivayetler, rivayetler. Yeniden şimdiki zaman uzanalım ve heyecan verici bir haber ile noktalayalım: Yönetmen Terry Gilliam, Paul Auster'ın Mr. Vertigo (Yükseklik Korkusu adıyla Can Yayınları'nca yayımlandı) adlı romanını senaryolaştırmakla iştigal etmekteymiş. Bekleyeceğiz!

Hayat tüm hızıyla akıp gidiyor sevgili okur, gündemler çeşitli, okuyacak çok kitap, yapacak çok iş var.

Güzel bir hafta sonu dileklerimizle.

4 Ağustos 2011 Perşembe

İyi niyet

Bugün yazı yok, onun yerine dünden ve okumakta olduğum metinden arta kalan bir ruh haline tercüman olan Turgut Uyar dizeleri ve fonda David Bowie'den Rebel Rebel var.

Okuyunuz, okutunuz.


...

Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum,

Hiçbirinizle döğüşemem,

Siz ne derseniz deyiniz,

Benim bir gizli bildigim var,

Sizin alınız al inandım,

Morunuz mor inandım,

Ben tam kendime göre,

Ben tam dünyaya göre,

Ama sizin adınız ne,

Benim dengemi bozmayınız.



(Turgut Uyar'ın toplu şiirlerini YKY'den temin edebilirsiniz. İmza: yaz mevsimiyle şiir arasında organik bir bağ olduğunu düşünen blog yazarınız.)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Denge

Geçen hafta bahsettik; malum Elif Şafak'ın yeni romanı kapağında yazarın ana karakter kılığına büründüğü bir resim eşliğinde okurla buluştu, hakkında da beklendiği üzere epey konuşuldu. Kitabı okumakta ve düşünmekteyim; açıkçası bu sene okuduğum bir diğer Doğan etiketli kitabı çağrıştırmadı desem yalan olur. Radikal Kitap'ın son sayısında yazar bir kadın olarak erkek karakteriyle empati kurmak üzerine çeşitli beyanlarda bulunmuş; hey gidi, bir zamanlar aynı söylemleri Ahmet Altan'ın Aldatmak adlı romanı ve (erkek) yazarın kadın zihnini okuma becerisi üzerinden duyduğumu da anımsıyorum. Hatta Elif Şafak'ın Siyah Süt'te "kadın yazar olarak yaşam sorunsalı" denebilecek bir mevzudan bahsederken "kadın yazarın" bedeninin kadın, zihninin ise erkek olmasının yarattığı sıkıntılardan bahsettiğini de anımsıyorum. Yazarken bile sıkıldım yahu, öff. Neyse, herkesin görüşü kendine elbette - yazarın son kitabı erkekler okumaz kaygısıyla kadınlara pembe erkeklere gri kapakla piyasaya çıkmamış mıydı? Bu nasıl bir bebek odası zihniyetidir bilemiyorum, sene 2011, tamam çok da medeni sayılmayız ama, bu kadın erkek ezberinden gına gelmedi mi? V.S. Naipaul, ki kendisi yaşını başını almış bir şahıs, geçtiğimiz günlerde yazarı kadın olan metinleri bir bakışta tanıdığını ve kadınların yazdıklarının beş para etmez olduğunu falan söyledi de ortalık çalkalandı, insanlar "Acaba?" gibisinden tartışmalara falan girdiler, Naipaul kişisini becerileriyle birlikte ilgili mercilere havale etmek dışında ne yapılabilir - havalar zaten sıcak, monolitik anlayışlar götürsün sizleri, benim dengemi bozmayınız.

Biz kitaba bakalım diyeceğim ama, metinden çok yazarın kendisini konuştuğumuzda ve imgesine maruz kaldığımızda ona da yer kalmıyor sanırım. Öte yandan, çok çok eskiden çok sevdiğim bir dostumu hatırladım kapak vesilesiyle, Julius Ceasar'ı okurken çarşaflardan yaptığı bir kıyafet ve sandaletlerle ortalıkta dolanmış, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nı okuduğu sırada Ruzena karakterine dönüşüp onun hal ve tavırlarını üstlenmişti. Empati iddiası bahis konusu değildi, okuma tecrübesinin yaşama sarkması ve oyuna dönüşmesiydi mevzu, bir "kadın" okur olarak erkek yazarla veya karakterle nasıl olup da bağ kurduğunu değil irdelemek, bunu sorgulamak dahi abesti o zaman - yaş 16 civarlarıydı, hey gidi. Neyse çok dağıtmayalım konuyu.


Yine de biz kitaba bakalım?

2 Ağustos 2011 Salı

Kötülük

Yine yeni bir yazar ve yepyeni bir kitap, bu hafta sonundan itibaren raflarda olacak: John Brandon'ın Sığınak adlı romanı, ben bu yazıyı yazarken matbaada okur karşısına çıkmak için son işlemlerden geçmekte. John Brandon genç ve ilgi çekici bir yazar, Güney gotiğinin bayrağını günümüze taşıdığı söyleniyor, duru ve doğrudan anlatımı ve kötülüğün sıradanlığına duyduğu özel ilgiyle öne çıkıyor. Roman psikolojik gerilim ögeleriyle örülü, dolayısıyla tüyo vermek ve okuma tecrübesini berbat etmek niyetinde değilim. Yine de Florida'nın ücra bir kasabasında geçen romanın yaşamlarında yedekleri oynayan, geleceğe dair bir umut ve geçmişten kalma herhangi bir ışık taşımayan, hayatın akışıyla savrulan karakterler üzerinden bir suç hikayesi anlattığını söyleyebiliriz. Brandon, NY Times'la yaptığı söyleşide şu kadarını belirtmiş: "(Romanın ana karakterlerinden) Toby ile Shelby'yi yazarken epey zorlandım. Ergenlik çağındalar, bu da deli oldukları anlamına geliyor. Toby'nin yaptığı şeyi anlamak ve empati kurabilmek de epey güç. Onu tasvir etmekten çok keşfetmeye çalıştım sanırım. Ama sevdim onu. Önemli olanı da bu zaten. Onu o kadar çok sevdim ki öyküsünü baştan sona örmek istedim."

(Görselde kağıt, geldiği yere, ağaç halkalarına dönüşmüş halde. Bir ilkokul ezberinden devam: Doğada hiçbir şey yoktan var olmaz ve varken tamamen yok olmaz. Yaşam bir yolunu bulur... Sığınak için geri sayım başladı! Çeviren: Merve Sevtap Ilgın.)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Dar

Resimde gördüğümüz bu kapsül neyin nesidir? Haftaya başlarken -artık kendisi klişeleşmiş bir ifadeyle olacak ama- biraz "ezber bozalım." Bu 14,5 metrekarelik alan, Varşova'da inşa edilecek olan bir ev - şehrin imar yasalarının gerektirdiği ebatların çok altında olduğu için bir sanat projesi olarak ruhsatlandırılmaya çalışılıyor bugünlerde. Keret Evi adıyla anılacak bu minicik bina, önümüzdeki aylarda Etgar Keret'in evi olarak kullanılacakmış. Yaratıcılığı körüklemek amacıyla inşa edilen bu ince uzun kapsülsü yerin Keret taşındıktan sonra tüm dünyadan sanatçılara ev sahipliği yapacağı da söyleniyor. Tesisat teknolojisi teknelerden ilham alınarak yapılan, elektiriği ise komşu binadan çekilen bu dar alan, geniş bir zihnin üretmesi ve yaratması adına yaşamsal alana yönelik geleneksel ihtiyaçları gerçek anlamda minimuma indiriyor.
İçinde yaşayanın daralması durumunda ise çözüm basit: kapıdan dışarı, şehre uzanmak.

Tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyebilir miyiz? Değişiklik, yorgun zihinlere ilaç gibi gelebilir.