26 Şubat 2010 Cuma

Yazının 10 Kuralı


Geçtiğimiz hafta The Guardian, çeşitli yazarlardan cevaplarla derlediği bir Yazının 10 Kuralı dizisi yayınladı. Geoff Dyer'dan Neil Gaiman'a uzanan yazarlar, yazı yazanlara pratik öneriler listelediler.(Neil Gaiman'ın ilk kuralı: "Yazın.") Yazının 10 kuralı dendi mi Elif Şafak'ın Aşkın 40 Kuralı adıyla İngilizcede basılan Aşk kitabı akla geliyor ister istemez. Bir de Küçük Prens'in seyahat ederken karşılaşıp, obsesif bir şekilde yıldızları saymasına şaştığı "yetişkin." Neyse, serbest çağrışımın derin denizlerine dalmadan büyük yazar Margaret Atwood'a göre yazının 10 kuralına bir göz atalım:

24 Şubat 2010 Çarşamba

Sahip olduğunun tamamını okura veren bir yazar: David Foster Wallace

21 Şubat günü, yani geçtiğimiz pazar, hayata veda etmemiş olsaydı eğer David Foster Wallace'ın 48'inci doğumgünü olacaktı. Zadie Smith, bu günlerde okumakta olduğumuz şahane kitabı Changing My Mind'ın finalini Wallace'a ayırmış. Wallace'ı Smith'in anlatımıyla dinlemek ayrı bir zevk; Smith, Changing My Mind'da Wallace'ın yazdığı zaman her şeyini okura verdiğini söylüyor, sahip olduğunun tamamını. Devamı Wallace'tan kendi sözleriyle gelsin:

"Bir zamanlar iyi yazının işlevinin rahatsız kimseleri rahatlatmak ve rahat olanları rahatsız etmek olduğunu söyleyen bir öğretmenim vardı. Sanırım ciddi edebiyatın amacı hepimiz gibi kendi kafatası içinde mahsur kalmış olan okurun başkalarına hayali olarak erişimini sağlamak olmalı. İnsan olmanın kaçınılmaz bir ıstırap çekme boyutu varsa eğer, insanların sanatta da ıstırap arayışı içinde oldukları söylenebilir, zorunlu olarak dolaylı ve genellenmiş bir ıstırap arayışı. Dediklerim anlamlı mı? Gerçek dünyada hepimiz bir başımıza ıstırap çekeriz; samimi olarak empati duygusu olasılık dahilinde değildir. Ama bir roman hayali olarak bir başkasının acısını anlamamıza vesile olabilirse eğer, kendi acılarımızın da başkalarınca anlaşılabileceğini varsayabiliriz. Bu besleyici ve kurtarıcıdır; yalnızlığımız biraz olsun hafifler.

Bu kadar basittir işte." (David Foster Wallace, Dalkey Archive Press Söyleşisi.)

22 Şubat 2010 Pazartesi

karmadan kaçış yok

Yüz kilometre bayağı uzun bir yoldur, arabayla bile, yürüyerek bin kat daha uzundur, özellikle bir köpek için. Yani, bir köpeğin adımı insan adımının dörtte biri uzunluğundadır. Fakat Tuvia üç hafta sonra döndü. Okulun kapısında beni bekliyordu. Beni gördüğünde havlamadı bile, mecali yoktu, yerinden kalkmadan kuyruğunu sallamakla yetindi. Ona su getirdim, on çanak filan su içti. Babam onu gördüğünde gözlerine inanamadı. “Bu bir lanet, bu köpek bir lanet,” dedi Tuvia’ya mutfaktan hemen birkaç kemik getiren anneme. O gece yatağımda yatmasına izin verdim. Benden önce uyudu. Gece boyunca inledi, hırladı, rüyasında kafasını bozan herkesi ısırmaya çalıştı.

(Gazze Blues- Etgar Keret & Samir El Youssef. Çeviren: Avi Pardo)

19 Şubat 2010 Cuma

Hayatın Anlamı - Sadece 9,90'a!

Geçtiğimiz aylarda Samir El Youssef ile ortak çalışması Gazze Blues'u yayımladığımız Etgar Keret; genç, üretken ve çok yönlü bir yazar. Kneller's Happy Campers isimli kısa öyküsünden uyarlanmış olan Bilekkesenler (Wristcutters: A Love Story) filmi 2007'de İf kapsamında ülkemizde gösterilmiş ve oldukça ilgi görmüştü ve tesadüfen izlediğim film benim de bu parlak yazarla tanışmama vesile olmuştu. Bilekkesenler, sadece intihar edenlerin gittiği bir "öbür dünya"yı ironik ve çarpıcı bir biçimde resmeden ve gerek Tom Waits'i de barındıran oyuncu kadrosu, gerek hikâyenin çarpıcılığıyla seyirciyi etkisi altına alan şahane bir film bu arada. Bilekkesenler'in ardından birkaç yıl geçmeden Etgar Keret öykülerinden farklı bir uyarlama sinemada yeniden karşımızda bu sene. Gazze Blues'da yer alan Sadece 9,90'a (Vergi ve Posta Ücreti İçinde) isimli öyküsü, bu kez de stop motion animasyon tekniğiyle beyaz perdeye aktarılmış. Büyük ilgi gören filmin ardından, Village Voice İsrail'in Woody Allen'ı olarak nitelemiş Keret'i. Özellikle Batı'da kültürel tüketime sunulan kitap, film benzeri şeylere yönelik sık rastladığımız bir eğilim bu; izleyiciye/okura yeni bir figürü paralellikler kurulabilecek bilinen birinin referansı ile sunmak. Woody Allen bir yana, Keret'in çarpıcılığının özünde bu genç adamın kendine has bir dili ve anlatım tekniği olması yatıyor ki herhangi bir benzetmeyi kaldırmayacak denli kendine özgü bir yazar olduğunu düşünüyorum. Neyse... Sadece 9.90'a, gazete gördüğü ve hayatın anlamını açıkladığını iddia eden kitapçığı temin eden Nahum'un -haliyle- hayatın anlamını öğrenmesi ve ardından olanlar hakkında. Keret'in sesi bangır bangır, sayfalardan çağlıyor; kısa öykülerinin nabız atışlarını duyuyorsunuz okurken. İroni ve hüzünle perdelenmiş ve çoğu acı mizah yüklü Keret öykülerini radarınıza aldıysanız eğer, filmlerini de izlemenizi tavsiye ederiz. Bugünlerde bağımsız sinemacıların gündeminde olan Keret hakkında daha çok konuşacağa benzeriz.

Nahum tesadüfen gördü ilanı, günlük burçla seks oyuncaklarının arasında bir yerlerde. “Hayatın anlamını hiç merak ettiniz mi?” diye soruyordu ilan. “Neden var olduğumuzu hiç merak ettiniz mi?” Ve sorunun cevabını verme iddiasıyla devam ediyordu: “Bu zor sorunun cevabı parmaklarınızın ucunda, küçük ama inanılmaz bir kitapçıkta. Yalın ve anlaşılır bir dille dünyaya gelişinizin nedeni size anlatılacak. Birinci sınıf kâğıda basılmış, aydınlatıcı ve soluk kesici fotoğraflarla bezenmiş bu kitapçık harikulâde ambalajıyla sadece 9.90’a adresinize postalanır!” Elindeki kitapçığı okurken kendi kendine gülümseyen gözlüklü bir adamın fotoğrafı vardı ilanın altında. Adamın başının üzerinde, düşünce balonunun olması gerektiği yerde, kalın harflerle, “Bu kitapçık hayatınızı değiştirecek!” yazıyordu. Nahum ilandaki fotoğraftan oldukça etkilenmişti. Adam gayet mutlu görünüyordu, geniş omuzları hayranlık uyandırıcıydı. “Yeni ve geliştirilmiş formülümüzle günde sadece otuz saniye çalışarak Herkül gibi bir vücuda sahip olabilirsiniz, sadece 19.90’a! (Vergi ve Posta Ücreti İçinde)” ilanındaki güçlü adamı andırıyordu. Ona hayatın anlamını sunduklarını düşündükçe... Üstelik yarı fiyatına.

(Gazze Blues, Etgar Keret & Samir El Youssef. Çeviren: Avi Pardo)

16 Şubat 2010 Salı

bir şey sadece sana anlamlı geldiğinde...

"Sanat, akıl sağlığımızı korumak için tırmandığımız bir saldır." - Dorothea Tanning

"Bir şey sadece sana anlamlı geldiğinde bu seni düşündürmez mi?"

"Bu deliliği ben yaratmadım," dedim. "Bana dışarıdan geldi, içimden değil."

(Atmosferik Rahatsızlıklar, Rivka Galchen. Çeviren. Hira Doğrul)

15 Şubat 2010 Pazartesi

hafızanın dayanıklılığı

Dave Eggers'ın Müthiş Dahiden Hazin Bir Eser'deki kendi kendiyle takıntılı anlatıcısı 'Haftaları düğmeler gibi, bozuk paralar gibi kaybediyorduk" gibisinden bir şeyler der... Şubat ortasına gelmişiz, günışığı baharın kapıda olduğunu haber veriyor. Zaman hızla akar, günler Bukowski'nin tepelerden aşağı koşan vahşi atları hızıyla geçip giderken, Eggers'ı anmamak elde değil. Zamanın hızlı akan sularında sürüklenenler için çok eskilerden çağıralım gelsin: bir doz Mem.

"Biberlik bir başka zaman diliminden gelmiş hüzünlü bir objenin güzelliğini çağrıştırıyordu; ben altı yaşımdayken ailemin Greensboro'daki evinde masanın üstünde duruyor olabilirdi. Belki de, bundan yılar sonra karşıma çıkacaktı. İlacı alıp buraya, barut rengi bir tozla dolu hüzünlü biberliğe geri dönecektim. Belki de dönmeyecektim ve biberlik de tıpkı yemekhanedeki diğer şeyler, masayı silen gerizekalı çocuğun üzerindeki kızıla çalan süveter ve "Pazartesi'ye Özel: Pancar Kompostosu" diyen levha gibi, bir unutulmuşluk nehrinde kaybolacaktı. Parmaklarımı biberliğin etrafına öyle sıkı doladım ki, cam elime battı. Bu; yani camı sıkıca kavrayan elim, bu küçük objeye sımsıkı tutunmak için harcadığım çaba bile bir gün unutulacaktı. Her şey eninde sonunda kayboluyor, uzaklaşıyor, sonunda hiçbir şeye bize ait kalmıyordu." (Anıkolik; Pagan Kennedy. Çeviren: İrem Mirzai)

12 Şubat 2010 Cuma

Ezber aşklara inat...


Şubat ayının kırmızılı pembeli, parlak ambalajlı cafcafına kıyasla, Üç Harfli Kelime’nin mektupları sade ve gösterişsiz. Kitap, Jonathan Lethem’in kaleminden yazılmış, Mars’ın ağzından Dünya’ya hitaben tutku ve hiddet dolu tehditkâr bir mektupla açılıyor: ‘‘…Niye seni istediğimi bilmiyorum bile ve düşünmeme fırsat vermesen iyi edersin.’’(S.18) Seçki, Douglas Coupland’ın zarafet ve kalp kırıklığı içinde yazdığı, aşığın arzu nesnesiyle beraber var olduğu iki kişilik evreninden kovularak dünyanın ‘gerçekliğiyle’ yüz yüze gelmesine isyan ettiği mektupla sonlanıyor: ‘‘Derler ki, insan âşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş… Bence gerçek evren, aşk bitince patlayarak saçılan tehlike; insanın dünyası yıkılıp tutunacak bir dalı kalmadığında ortaya çıkan gerçeklik. Ben şimdi bu gerçekliğin içindeyim. ’’ (S. 226) Üç Harfli Kelime’de aşkın anlamı katmanlı, açılımları geniş… Öyle ki, bizleri aşkın tanımı hakkında yeni baştan düşünmeye zorluyor.


10 Şubat 2010 Çarşamba

Nick Cave barda

Yer: Frankfurt

Hadise: Bunny Munro'nun Ölümü'nün Almanya lansmanı, Ekim 2009

Frankfurt Kitap Fuarı haftasında Nick Cave, İngiliz yayınevi Canongate ve Alman yayıncısı Kiepenheuer & Witsch işbirliği ile Bunny'nin fuar vesilesiyle şehirde bulunan tüm yayıncılarını bir araya getirdiği küçük bir akşam düzenledi. Nick Cave, gecede kitabın 16.cı bölümünün girişini, Bunny'nin Pamela Stokes ile karşılaştığı sahneyi okudu. Alman basını elbette ki kitabın tanıtımı için oradaydı, ancak her zamanki gibi fotoğraf çekmek özel izin gerektiriyordu. Yine de gecenin ilerleyen saatlerinde Cave'in pek çok kişinin telefonlarıyla resim çekmesine izin verdiğini söylemek gerek.

Resimde Bunny Munro'nun Ölümü, büyük tepki alan Avustralya baskısı (en solda) ve Romanya baskısıyla beraber poz veriyor.

Bunny, ağır çekimde, sırtüstü düşüp yatağa yığılır. Gözlerini kapatır, kamışını sıvazlayıp ünlü bir vajina hayal etmeye çalışır, fakat geçirdiği güne ait dehşet görüntüleri üşüşür zihnine – karısının morarmış yüzü, babasının hayalindeki ölümü, karısının samimi külotlarının haykıran kasıkları. Gözlerini açar, dikkatinin penceredeki parmaklığa kaydığını fark eder ve oda dönmeye başlar. Bunny, etkileyici bir irade ve alkol kaynaklı bir felç gösterisi sergileyerek, olduğu yerde kalır; o boktan sihirli halı uçuşunda.

Bunu daha fazla katlanamayıncaya dek sürdürdükten sonra yataktan kalkar ve kafası uçmuş bir vaziyette salona döner.

Ortalığa saçılmış kendi giysilerine takılıp tökezler. Mürekkep mi bu? Giysilerine mürekkep mi dökülmüş? Kanepeye yığılıp uzaktan kumanda aletini alır ve kanal değiştirmeye başlar. Kızların canlı olarak telefonda konuştuğu bir seks kanalı bulur ve dar, ateşli, ıslak bir amcığı olan Evana adında bir Doğu Avrupalı kızın onu, dünya tarihinin en hazin otuzbirlerinden birini çekmeye ikna etmesine izin verir. Ardından arkasına yaslanır ve aldığı hapların getirdiği uykuya teslim olmadan önce insanüstü bir gayretle kumandanın “OFF” düğmesine basıp televizyonu kapatmayı başarır. Böylece ev birkaç kısa saat boyunca sessizliğe bürünür –hayalet ya da ruh yok, zincir takırtısı yok, gaipten sesler yok– uykuda bir baba ve oğlu sadece.

Ve gece, yakında ölecek olan bir adama yakışır biçimde suskun ve saygılı.

(Çeviren: Avi Pardo.)

8 Şubat 2010 Pazartesi

Sonunda Her Şey Aydınlandı

Jonathan Safran Foer'in tüm dünyada büyük ses getiren çıkış romanı Her Şey Aydınlandı, tüm kitapçılarda, sonunda! Yekta Kopan blogu Fil Uçuşu'nda Foer'in diğer romanı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'la ilgili şahane bir yazı kaleme almış, bu arada onu da okumanızı şiddetle tavsiye ederiz. Foer'in Her Şey Aydınlandı'daki Ukraynalı çevirmeni Alex'le devam edelim şimdilik:

Beklentilerim doğrultusunda, yeni anayasanın ilk doğum gününü kutlamak için yanlarında olamayacak olmam kızlarımı çok üzdü. “Gece Boyu,” dedi, kızlarımdan biri, “senin yokluğunda kendimi nasıl zevklendirmeyi umayım?” Bir fikrim vardı. “Bebeğim,” dedi, kızlarımdan bir diğeri, “hiç hoş değil bu.” Hepsine şöyle dedim: “Mümkün olsaydı, burada ebediyen sadece sizinle olurdum. Ama ben didinen ve gitmesi gereken yere gitmesi gereken bir erkeğim. Şöhretli gece kulüpleri için bize nakit lazım, değil mi? Sizin için nefret ettiğim bir şeyi yapıyorum ben. Aşk bu demektir. Dolayısıyla delirtmeyin beni.” Ama gerçekte, Jonathan Safran Foer için çeviri yapmaya Lutsk’a gitme konusunda içimde en ufak oranda hüzün bile yoktu. Daha önce söylediğim gibi, yaşamım sıradandır. Ama Lutsk’a veya savaştan sonra hâlâ ayakta kalan sayısız minnacık köye hiç gitmemiştim. Yeni şeyler görmeyi arzuluyordum. Tonlarca deneyim arzuluyordum. Ve bir Amerikalıyla tanışmaktan şevk duyacaktım.

...

Kahraman gelmeden birkaç gün önce Babama, üniversiteden mezun olunca Amerika’ya doğru gidebilip gidemeyeceğimi sordum. “Hayır,” dedi. “Ama istiyorum,” bilgisini verdim. “Ne istediğin umurumda değil,” dedi ve genelde sohbetin sonu budur ama bu sefer öyle değildi. “Neden?” dedim. “Çünkü ne istediğin benim için önemli değil, Şapka,” dedi. “Hayır,” dedim, “neden mezuniyetten sonra Amerika’ya gidemem?” Buzdolabının kapısını açıp içinde yiyecek araştırmaya başlarken, “Neden Amerika’ya gidemeyeceğini bilmek istiyorsan söyleyeyim,” dedi, “gidemezsin çünkü Büyük Dede, Odessalıydı; Deden Odessalı ve Baban, yani ben, Odessalıyım ve senin oğulların da Odessalı olacak. Ayrıca, mezuniyetten sonra Atalar Turizm’de didineceksin. Bu gerekli bir iş: Deden için kaliteliydi, benim için yeterince kaliteli ve senin için de öyle olacak.” “Ama ya arzuladığım bu değilse?” dedim. “Ya Atalar Turizm’de didinmek istemezsem ve onun yerine başka, sıradışı bir şey yapabileceğim ve minnacık bir miktar yerine bol nakit edineceğim bir iş yapabileceğim bir yere gitmek istersem? Ya oğullarımın burası yerine daha süper şeylere sahip daha süper bir yerde büyümesini istersem? Ya kızım olursa?” Babam buzdolabından üç parça buz çıkardı, dolabı kapadı ve bana bir yumruk attı. Buzu verirken, “Bunlar yüzüne koy da,” dedi, “feci görünme ve Lvov’da bir felaket üretme.” Sohbetin sonu buydu.

Daha akıllı olmalıydım.

(Çeviren: Algan Sezgintüredi)

5 Şubat 2010 Cuma

Tanışmadığımız gün çok güzeldi

Tanışmış olsaydık, mutlu olabilirdik. Tanışmadığımız gün çok güzeldi. Bardaktan boşanırcasına yağmur inmiş, gökyüzüyle yeryüzünü birleştiren bir köprü olmuştu. Sen bir kafeye sığındın, ben de ısınmak için bir pencere kenarındaydım. Rom ve kurabiye mevsimiydi. Masadaki mumun eriyiğini bardaklarımıza dökerek falcılık yapmaya çalıştık. Kaderimiz, bir bardak sodanın üzerinde yüzen kırmızı balmumu taneciklerinde gizliydi. Salonu bir kadın geçti baştanbaşa, küçük adımlarla. Ağzına kadar dolu bir fincanı iki eliyle tutuyordu. Çok güzeldi.

...

Büyük aşklar tüm engelleri aşar. Büyük aşklar, hiçbir şeyden sakınmaz. Tanışmadığımız o gün, ayrı kafelerde oturuyorduk. Kaderimiz, bir bardak sodanın üzerinde yüzen kırmızı balmumu taneciklerinde gizliydi. Salonu bir kadın geçti baştanbaşa, küçük adımlarla. Ağzına kadar dolu bir fincanı iki eliyle tutuyordu. Sevgilim, çoğu kez olduğu gibi, yine bir ortak noktamız vardı. Sen yalnızdın, ben yalnızdım. Ama bu bile umurumda değil. Çünkü ömrüm oldukça her gün, bıkmadan usanmadan seni bağışlayacağım.

Juli Zeh - Üç Harfli Kelime: Aşk. (Çeviren: Sıla Okur.)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Topu topu 3 harften ibaret bir kelime

Defalarca tekrarlanmaktan yıpranmış, hele Şubat ayı geldi mi insanın midesini bulandıran, neredeyse aşınmış bir kelime: Aşk. Sıla Okur çevirisiyle yayımladığımız Üç Harfli Kelime: Aşk ise Ursula K. Le Guin'den, Neil Gaiman'a; Jonathan Lethem'den Etgar Keret'e; Hari Kunzru'dan Francine Prose'a; Margaret Atwood'dan Douglas Coupland'a uzanan çağımızın kırk önemli yazarının çoğu kurgusal, bazısı gerçek aşk mektuplarını bir araya getiren bir antoloji. Öyle tektaş yüzüklerle tescillenmesi diretilen, çikolata ve kırmızı güller eşliğinde tüketilen, atın beni denizlere dedirten türden ezber aşklara dair değil de; kimi zaman ironik, kimi zaman şaşırtıcı, bazısı komik, ama ortak özelliği bireyin bir diğer bireye bağlanma sancılarını dürüstçe yansıtmak olan mektuplar var Üç Harfli Kelime: Aşk'ta. Cafcafı, kırmızı kalpleri, zorlama hediyeleri ile belletilen aşklara inat bir kitap Üç Harfli Kelime: Aşk. Dört bir yandan bangır bangır sevgililer günü mesajlarıyla kuşatıldığınızda içinize su serpecek, benliğinizin ezberlerle sarsılmasını engelleyecek cinsten.

Beni terk edeceksin. Bırakıp gideceksin, biliyorum. Laporte’u bıraktığın gibi. Arif’i bıraktığın gibi. Soyadıyla andığın biri olacağım. Laporte, bu gece Alhambra’da sana selam vermek için sendeleyerek yanımıza gelirken iyi görünmüyordu. Çok ıslak olduğu için bana elini vermek istemedi. Parmaklarımın ucunu tuttu ve sahte bir gülücükle, sanki konuştu benle: Becerdiğin en iyi karı, tattığın en büyük aşk, ama yakında piç gibi bırakıp gidecek seni, zavallı enayi. Arabada, biriyle tanışacağı zaman ellerinin hep böyle terlediğini söyledin. Korkularını biliyorsun, değil mi? Benimkileri bildiğin gibi. Seninle takıldığı, seni bağlamasına izin verdiğin, ardından sana kölesi gibi davranmasını emrettiğin günlerde yönetmenlik yapan Laporte’un uzun zamandır sesi çıkmıyor. Sonra aya bakmamı söyledin, ben de eğilip ön camdan aya baktım. Ardından gökyüzünün rengini beğenmem talimatını verdin, ben de Paris’in lacivert gecesini incelemeye koyuldum. Sarıklı Sih, her zaman olduğu gibi, sana yine en zor park yerini gösterdi ve kulübesinin önünden geçerken, her zaman dediği gibi, Park Etme Şampiyonu dedi. Odada büyük bir tatlılıkla geldin kollarıma. Seninim. Bu gecelik. Ne büyük espri! Ve kalbim, ilk açıklamayla espri arasındaki kısacık boşlukta gümbür gümbür atmaya devam ediyor. Laporte’u bıraktığın gibi. Arif’i terk edip bir de üstüne ikiziyle yattığın gibi. Onlar terk etmeden ben terk ederim. Böylesi daha iyi, değil mi? Ağlama sızlama yok. Evet güzelim, uykuya daldın, gecenin sonu geldi ve ben heyecandan geberiyorum. Bunu ya bir gün yalnız başına okuyacaksın, ya da birlikte okuyacağız.

- Leonard Cohen. (Üç Harfli Kelime Aşk. Çeviren: Sıla Okur.)

1 Şubat 2010 Pazartesi

Muzbalığı İçin Mükemmel Bir Gün

Geçen hafta kardı, kıştı, fırtınaydı derken elli yılı aşkın bir süredir basından, okurlarından ve takipçilerinden saklanarak münzevi bir hayat sürdürmekte ısrarlı olan J. D. Salinger'ın 91 yaşında hayata veda ettiği haberini de aldık. Salinger, hiç tanımadığı insanların yazdıkları hakkında fikir yürütmesinin verdiği dehşetle kendini evine kapamış ancak yazmayı sürdürdüğünü beyan etmişti. Kendisi için... Ardından pek çok şey söylendi Salinger'ın, tekrara gerek yok. Çizgisel doğrultuda ilerleyen hayat rotaları çizmekte güçlük çeken, hassas ve sorgulayıcı bireylerin toplumla karşı karşıya geldiği rutin görünümlü kırılma anlarını "sevgi ve sefaletle" kağıda döken bu büyük yazar aramızdan ayrılmış oldu böylece. Pek çok şey yazmış olduğu, ölümü ardından bunların yayımlanmasının gündemde olduğu konuşuluyor şimdi. Özellikle Glass ailesine dair ciltleri bulan novella ve kısa öykülerinin bir köşede durduğu söyleniyor. Sanırım Salinger, boş sayfalarıyla ya da okurlarının defalarca okuyup ezberlediği az sayıda kitabıyla bile her şeyin çok çabuk tükendiği bir dünyada kolay kolay geçip gitmeyecek bir yazar. Bir teselli olsun diye...