29 Mart 2012 Perşembe

Çakma Venüs

Zor bir dönemden geçiyordum. Kendimle ne yapacağımı bilmiyordum. Yalnızdım, bütünüyle yalnız. Büyük bir aşk yaşama özlemi içindeydim. Böyle olduğumda genellikle kendime bir hobi bulurum - resim, gitar, ne olursa. Sonra, kaptırabilirsem, kendimi daha iyi hisseder, dünyada kimsem olmadığını unuturum. Fakat bu sefer hiçbir makrame kursunun bana yararı olmayacağını biliyordum. İnanabileceğim bir şeye ihtiyacım vardı. Beni hiç terk etmeyecek büyük bir aşka. Terapistim beni ilgiyle dinledikten sonra bir köpek almamı önerdi.

Terapistimi bıraktım.

(Etgar Keret, Buzdolabının Üstündeki Kız. Çeviren: Avi Pardo. Görsel, Joe Sorren.)

28 Mart 2012 Çarşamba

Mükemmel

Woody Allen'ın son filminden pek bahsetmedik burada; Paris'te Geceyarısı'nın hem gişe hem eleştirmenler nezdindeki başarısı ardından 77 yaşındaki yönetmenin yeni filmi To Rome with Love (Roma'ya Sevgilerle) yakında izleyiciyle buluşacak. Başlangıçta Bop Decameron adını taşıyan filmin ismi Roma'ya Sevgilerle olmazdan evvel Nero Fiddled olarak bir posta değişmiş, ardından izleyicinin anlayamayacağı kaygısıyla tekrardan düzeltilmiş. Barcelona, Paris, Roma derken Woody Allen'ın Lonely Planet'a rakip olması yakındır; yeni filminin çekileceği şehre dair yapılan uzun tartışmalar sonrası son duyurulan yönetmenin Kopenhag'ı tercih edeceği yönünde. Washington Post'ta Woody Allen'ın Zen'i başlıklı bir makale vardı geçenlerde; nevrozu popüler kültüre bir tüketim mecrası olarak aktaran Allen iddia edildiğine göre sette olabildiğince rahat, sakin ve dolayısıyla aktörlerin birlikte çalışmayı sevdiği türden bir yönetmen. Astronomik ücretler vermekten kaçınan, sette kendine özel karavan bulundurmayan ve tantanadan uzak duran, oyuncuları makul saatler içinde ve hoş bir atmosferde çalıştırmayı seçen Allen, makaleye göre sahneleri üst üste çekmekten hoşlanmıyor, çünkü mükemmeliyet denilen şeyin var olmadığına inanıyor. Mükemmeliyetçilikten doğan bir çıkarım olsa gerek bu; en azından, bize yansıtılan Woody Allen imajından bizim yapabileceğimiz çıkarım böyle. Şöyle demiş kendisi:

"Atom fiziği değil bu. Kuantum fiziği değil. Hikayeyi sen yazdıysan izleyicinin ne görmesi gerektiğini bilirsin; sen yazmışsındır ne de olsa. Hikaye anlatmaktır bu ve anlatırsın işte."

Hikayeleriniz bol, dinleyicileriniz sağduyulu olsun, temennimiz böyledir.

(Görselde Allen, Penelope Cruz ile yan yana, ciddiyet içinde.)

27 Mart 2012 Salı

Raf

Geçen hafta Sabit Fikir, ünlü simaların kütüphaneleri başlıklı bir yazı hazırlamış, okumadıysanız buradan buyrun. Buradan yola çıkarak pek çok şey tartışabiliriz elbette; kütüphaneleri kendi başlarına birer nesne olarak tartışabileceğimiz gibi barındırdıkları olasılıklar dahilinde değerlendirebiliriz; Umberto Eco ve J.C. Carriére'nin kitaplaştırılmış sohbetlerinde (Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Can Yayınları, çeviren: Sosi Dolanoğlu) belirtildiği gibi mesela: "Bir kütüphane okuduğumuz ya da günün birinde okuyacağımız kitaplardan oluşmaz ille de..." Borges cenneti bir kütüphane olarak hayal ederken bir başkası kütüphanesini mutfağı ya da banyosundan bir tık üstte bir mekan olarak algılayabilir, olasılıklar sınırsız, hele kitaplar söz konusu ise.

Dünden beridir sardırdığım Takvim-i Ragıp, bu haftanın kütüphaneler haftası olduğunu anımsatıyor bizlere. Öyleyse, istikamet, raflar olsun yine.
Kütüphane yalnızca düzen ve karmaşa yeri değildir; aynı zamanda rastlantılar dünyasıdır. Onlara bir raf ve bir numara verildikten sonra bile kitaplar kendi hareketlerini sürdürürler. Kendi başlarına bırakılınca umulmadık şekilde bir araya gelirler. (...) Bazı geceler kitapların adsız olduğu, herhangi bir yazarla övünmediği, içinde bütün edebi tarzların, bütün üslupların, bütün öykülerin birbirne yaklaştığı ve kahramanlarla mekanların tanınmadığı, dilediğim noktasında içine atlayabileceğim sürekli bir anlatı pınarı oluşturan baştan aşağı anonim bir kütüphane düşlerim.

(Geceleyin Kütüphane, Alberto Manguel, YKY. Çeviren: Dilek Şendil. Aşağıdaki görselde Neil Gaiman'ın kütüphanesi, Robinson Cruseo'nun üst katını andırmıyor mu? Yukarıdaki iş Jonathan Callan'a ait.)

26 Mart 2012 Pazartesi

Bahar!

Geçen haftayı devirirken sevinçle duyurduk, bir daha söyleyelim: Açık havada kitap okuma mevsimi resmen başlamıştır! Bahar diyoruz kısaca; titreyip kendine gelme, kış temposundan sıyrılma hali bu, saatler de ileriye alındı artık, günler resmen uzamaktalar. Takvim-i Ragıp -ki kendisi, kanımca oldukça başarılı bir zaman sayacı- 15 Mart tarihinde kırlangıçların, 29 Mart'ta ise çaylakların geldiğini müjdeliyor, peki ya benim bizzat Taksim'de tek tük ağaçların dalları üzerinde rastladığım yeşil papağanlara ne demeli? Gözlerini açık tut ey blog okuru, şehrin sürprizleri bitmek bilmiyor.

Geçen haftaki yazıları uzun ve dolambaçlı bir gezintiyle tamamlamıştık; eklenecek pek çok şey var elbette, Oprah'nın Kitap Kulübü demiştik mesela, referansların nasıl okunmaları 'gerektiği' konulu bir soruya cevaben, Koltukname'de Jonathan Franzen hakkında bir yazı var, bize de bağlantı vermişler, öyleyse biz de eski yazılarımızdan birinden Vonnegut, Franzen ve Wallace arasında geçen itişmeye dair bir bağlantı verelim... Bu bahis uzun mu uzun, söylenecek çok şey var, ilerde tekrar değiniriz elbet. Vonnegut demişken, geçen hafta yazarın daha önce yayıncısı tarafından reddedilmiş bir novellasının Kindle için Single formatında yayımlanacağı duyuruldu, single sadece şarkıcılara özgü değilmiş meğer, makinenin içeriğe ihtiyacı var, içeriğin de yeni tanımlar dahilinde ambalajlanmaya elbette... Kindle Single teriminin tam olarak ne ifade ettiğine baktığımızda bir kitabın birkaç bölümü uzunluğunda olan metinlerden bahsedildiğini anlıyoruz; bir öykünün iki katı kadar uzunlukta olması gerekiyormuş 'single'ların, söz konusu Vonnegut metninin single formatı için biçilen değer: 1.99 Amerikan doları. Büyük bir yazarın daha önce hiç okunmamış bir metnine paha biçilmez elbette, o ayrı. Trainspotting'i yayımladığımızı duyurmuştuk; basılı ve elektronik kitap aynı anda satışta şu anda, Twitter'dan bir okur, satış fiyatlarını ve elektronik metnin fiyatının neden daha ucuz olmadığını sormuş - matbaa ve kağıt giderleri düşmekle birlikte, telif ve diğer maliyetler yine işin içine giriyor, telif anlaşmalarındaki belli maddeler dolayısıyla elektonik kitapların satış fiyatlarında belli oranların altına düşülmemesi şart koşuluyor. Kağıttan elektroniğe tam bir geçiş yaşandığında, dağıtım iskontoları 'normal'leştiğinde, uygulanan vergiler adil biçimde düzenlendiğinde elektronik kitapların daha ucuz olmamaları için bir neden yok; aynısı basılı kitaplar için de geçerli (kağıttan elektroniğe geçiş kısmı hariç.) Temennimiz o yönde en azından. Neyse, lafı dağıtmayalım.
Son bir not düşelim: 25 Mart tarihinde, yani dün, yazar Antonio Tabucchi hayata veda etti, kitapları için buraya buyrun.

Hazır bahar sıcak nefesini usul usul hissettirirken, bir kitaba uzanın kütüphaneden ve pencerenizi biraz aralayın hiç değilse ya da daha iyisi, açık havaya çıkın kitabınızla beraber. İddia ediyoruz, çok iyi gelecek...

(Görselde Joseph Cornell'in kuşlu yerleştirmelerinden biri. Aşağıda Banksy'den yeni bir marifet, ama söz konusu Banksy oldu mu, bütünüyle kuşkudayız elbette, bütünüyle kuşkudayız...)

23 Mart 2012 Cuma

Otorite

Bir kitap düşünün, yazarı tanımadığınız bir isim, adı herhangi bir çağrışım yapmıyor... Tanıdığınız birinden referans da almamışsınız, hakkında herhangi bir fikriniz yok. Hadi biraz daha uzatalım, belli detaylar verelim. Kitabın adı Hayat olsun. Kapakta kitabın duygusuna dair bir ipucu veren herhangi bir unsur bulunmasın. Arkasında kitabın konusu ile ilgili belli belirsiz bilgiler içeren bir metin yazıyor mesela, örneğin şöyle bir metin: "Hayat, şu anda, sayfaların arasında. Siz yaşıyorsunuz. Olanlar olacak, bitenler bitecek. Bu kitabın konusunu bir paragrafta özetlemek, kitaba ve yazarına haksızlık olacak. Sözün bittiği yerdeyiz şimdi. Belki de başladığı yer burasıdır."

Neyse, bu gizemli kitabı bırakalım şimdilik bir kenara, ona sonra döneceğiz. Hayat dursun bir kenarda. Annie Murphy Paul, NY Times'da Your Brain on Fiction başlıklı bir yazı yazmış, kitap okuyan kişilerin beyinlerinde gelişen süreçlerin incelendiği araştırma verilerinden yola çıkarak. Bir olay veya durumu tecrübe etmenin beyinde yarattığı akis, bir olay veya durum hakkkında okumanın yarattığı akisle hemen hemen aynıdır diyor Paul. Paul'a göre beyin, gerçek yaşam ile kurgu arasında ayrım yapmıyor. Yani anlatılar, beyni tıpkı tecrübeler gibi uyarıyor... Daha çok okuyarak daha çok yaşamak, gayet olası Paul'a göre.

Neyse, en son Hayat adlı hayali kitabı bir kenara bırakmış, hakkında bir fikir edinmeyi başaramamıştık. O öylece duradursun rafta. Zaten çoğu kitap, siz elinize alıp açana değin öylece durmaz mı bir yerde? Beklesin bir kenarda.

Kitap okumayanların çokça vaktini tüketen bir şeye, televizyona uzanalım şimdi. Oprah Winfrey isimli bir Amerikan TV programcısı var, biliyorsunuzdur. Kanaat önderi de diyebiliriz kendisine. (Kimdir kitlesi? Etkisi nereleri kapsar?) Oprah, insanlara kendini iyi hissetme (bu da bir hayat düsturu elbette) odaklı aynı mesajları üst üste vermekten yorulmuş olacak ki bir kitap kulübü başlattı ve haftanın beş günü yayımlanan programının bir gününü bu misyona adadı televizyonculuğu esnasında (ekleyelim, kendisi TV programına 2011'de son verdi, ama 'hayat' önerilerini dergisi ve diğer kanalları sayesinde 'kitlelere' (kimlerdir onlar?) aktarmayı sürdürüyor.) 2002'de kitap kulübüne ara veren Winfrey, 2007'de Cormac McCarthy'nin Yol adlı romanıyla kitap raflarına yeniden uzandı ve televizyonun gündüz kuşağında gelişen sohbetler, kitap satışları üzerinde müthiş belirleyici olmaya başladı. Oprah'nın seçtiği kitaplar Tolstoy'un Anna Karenina'sından Eckhart Tolle'nin A New Earth'üne, Janet Fitch'in Beyaz Zakkum'undan Dickens'ın Büyük Umutlar'ına değin uzanıyordu (ki buna bir çeşit çorba demek de mümkün.) Ya da, bu kitapların Oprah tarafından önerilmeleri haricinde birbirleriyle ortak noktalarını bulmak biraz güçtü, öyle diyelim. (Tolle, tabir caizse bir kişisel gelişim peygamberi; Fitch'in kitaplarını süpermarketlerden benzin istasyonlarına her yerde bulmanız mümkün oysa Tolstoy ve Dickens'a kütüphanede rastlamanız çok daha olası.) Oprah'nın Kitap Kulübü, çoksatar fenomenine yönelik ilginç bir örnek oldu; listedeki eserlerin birbirleriyle fazla oturmamaları bir yana, Winfrey'nin 'el attığı' kitapları birer çoksatara dönüştürmeyi başardığı, Janet Fitch ile Cormac McCarthy'yi çok sayıda insana aynı anda okutma becerisine sahip olduğu söylenebilir. (Azımsanacak bir beceri değil tabii. Ekleyelim, McCarthy'nin romanı 2011 itibariyle 1,4 milyona yakın bir satış başarısı kaydetmiş Amerika'da. Türkiye'de sanıyorum birinci baskıda kaldı.) Bu iki yazarın eserlerinin ve tarzlarının birbirleriyle tümden alakasız olmasından yola çıkarak yapabileceğimiz çıkarım, birini okuyup beğenen kişinin diğerini aynı ölçüde beğenmeyeceği olabilir belki. (Öyle olmak zorunda değil elbette, ancak olası.) Ha, eklemek gerek; Cormac McCarthy Oprah tarafından 'önerilen' kitabıyla Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü aldı; yani Janet Fitch ile Oprah referansı altında buluşan Cormac McCarthy, Pulitzer çatısı altında Bellow, Cheever ve Updike gibi yazarlarla yan yana geldi. (Oprah ve Pulitzer jürisi de, bu noktada buluşmuş oldular.) Bunlar ışığında fazla söze gerek yok sanırım, var mı yoksa? Lafı pey dolandırdık, ama dolanmak doğru gitmekten iyidir bazen, yeni şeyler görmeye fırsat tanır. Televizyonu kapatma vakti sanırım, rafta bekleyen bir kitabımız var. Hayat adlı kitabın yanı başında duran bir klasik, yeni bir baskı ile Uğultulu Tepeler. Ona uzanalım önce.

Uğultulu Tepeler hakkında yeni bir şey söylenebilir mi? Her zaman, her konuda yeni bir şey söylemek mümkün. Alacakaranlık serisinin kurgu karakterlerinden 'Edward ve Bella'nın En Sevdiği Kitap' ibareli bir kapakla yeniden basılıp 'çok' sattı örneğin Uğultulu Tepeler, onu söyleyelim... İki çok satan bir midir? Alacakaranlık sevenler Uğultulu Tepeler'de aradıklarını bulabilirler mi? İşte günün sorusu bu. Ya da şöyle diyelim, 'çok' neyi, kimi, nasıl kapsar? Nedir burada belirtilen? (Önyargı: Bir kitap iyi ise eğer, onu az kişi okumuş olmalıdır. Gerçek: Edebi kriterler (burada bir mahkeme salonu canlanıyor gözümde, 'otoriteler' oturmuş, otoritelerden bekleneceği üzere, otoritelerini konuşturuyor, kriterleri belirliyorlar - edebiyat anayasası adına!) açısından 'kötü' olarak nitelenebilecek kitaplar çok sattıkları gibi, kimi zaman 'iyi' kitaplar da çok sayıda okura hızlı biçimde ulaşır, bunlar listelerde birlikte yer alabilirler. Ampul yansın öyleyse: Referanslar sahiplerini bağlar. Ek: Her şey, ama her şey subjektif elbette. Not: Teknik unsurları yani baskı adetlerini, reklam kampanyalarını, dağıtım stratejilerini işin içine sokmuyoruz bu yazıda, onları da birer aktör olarak hayal edip yazsak iyice karmaşıklaşacak durum. Bir futbol sahası hayal edip oyun kurmamız falan gerekebilir bunun için, sonrası sakat ama, kitap satışları Erman Toroğlu metodolojisiyle özetlenirse ardından ne gelir, ne hallere düşeriz bilemiyorum.)

Neyse, kitap rafının önündeydik en son. Hayat adlı kitap önümüzde durmakta. Hakkında hiçbir veriye sahip değiliz. Ya da varsayalım ki arkasında Oprah Kitap Kulübü Seçkisi yazıyor olsun, fark etmez, böyle bir verimiz olsun elimizde. Veya Nobel Edebiyat Ödülü yazsın. İyice uçalım ve ön kapakta New York Times Bestseller, Nobel Edebiyat Ödülü, Pulitzer Ödülü, Oprah Kitap Kulübü yazdığını varsayalım... Stephen King'den bir referans cümlesi: "Müthiş bir roman!" Altında Julian Barnes: "Edebiyata bakış açınızı değiştirecek bir roman." Kafanız yeterince karıştı mı? Karışacak elbette. Hayat gerçekten kafa karıştırıcı. Ne olacak şimdi? Bunlar ne demek? Yapabileceğiniz tek şey var gerçekten, sayfaları karıştırmak. Belki Pulitzer'li bir kitabı beğenmeyecek, belki pek hoşlanmadığınız Oprah'nın bir önerisiyle hayatınızı değiştirecek bir kitap okuyacak (ya da Oprah hakkındaki kanınız iyice güçlenecek, belli olmaz), belki de hakkında hiçbir veriye sahip olmadığınız bir kitabın sayfalarını yutarcasına çevirir hale geleceksiniz. Referansların nereden geldikleri önemlidir elbette, hükmü yoktur demiyoruz. Her şeyin hükmü vardır. Bir kitabın kitapçıda yan yana durduğu diğer kitapların dahi hükmü vardır. Otobüste bahis konusu kitabı elinde tuttuğunu gördüğünüz kişinin bile hükmü vardır kitap hakkında gelişecek kanıda... Bu referansların bağlayıcı olduklarını düşünmek, hayatı yaşamak (ya da 'hayat' konulu bir roman okumak) yerine bir kanunnameye (tanımlar, hükümler bellidir, tartışmaya yer olmaz) bakarak hayat hakkında fikir edinmeye benzer. Siz, yeter ki, salt referanslara değil, sayfaların içinde yatanlara itibar edin, devamı gelir ya da öyle ummak gerekir.

Kitaplar, size bir kol uzaklığında şimdi. Sayfaları açtığınızda tek otorite sizsiniz, ötesi yok. Referans: blog yazarınız.

(Yukarıdaki görsel Joel Peter Witkin'e ait. Aşağıda Uğultulu Tepeler, Edward ve Bella'nın en 'sevdikleri' kitap. Referanslara fazla bel bağlamayın, ama onlarsız da kalmayın diyoruz. Güzel bir hafta sonu dileklerimizle. Açık havada kitap okuma mevsimi resmen başlamıştır!)

22 Mart 2012 Perşembe

Yok

Kahrolası göğsümün ortasında sıkılmış bir yumruk gibi duran KARA DELİĞİ dolduracak başka bi bok bulamadım bugüne dek, çünkü yok.

(Trainspotting, Irvine Welsh. Çeviren: Avi Pardo. Dün playlist'in bağlantısını vermiştik; Trainspotting kitabından çok filmiyle biliniyor ülkemizde, filmin müzikleri de film kadar ilgi çekmişti doksanlarda; film müzikleri, elektroniği hikayenin için fazlaca sokmuştu -90'lar, haliyle- ama bizim liste kitapla biraz daha bağlantılı, Smiths, Iggy Pop, David Bowie, Frank Zappa zaten kitapta geçen isimler, gerisi de liste editörünün takdiri... Şimdilik şöyle diyerek kapatalım bu bahsi, Trainspotting'in devamı gelecek. Yakında, çok yakında...)

21 Mart 2012 Çarşamba

Görüş

Yeni baskı haberlerimizi buradan duyurma gibi bir huyumuz yok; ancak bugün istisna niteliğinde bir duyuru geçmek isterim; Irvine Welsh'in Trainspotting'i, yeni bir kapak ve yeniden gözden geçirilmiş yeni bir edisyonla, şimdi raflarda. Çeviri Avi Pardo'ya, kapak tasarımı her zamanki gibi Nazlım Dumlu'ya ait. Burada Trainspotting için hazırladığımız alternatif playlist var, sizleri buraya da bekleriz. Aşağıda Michel Gondry'nin yönettiği Like a Rolling Stone; canki görüşüne elveda derken yazıyı onunla kapatalım.

20 Mart 2012 Salı

İş

Bugün biraz seksenler kafasındayım sevgili okur, potpori yapacağım, ordan burdan gideceğim... Öncelikle bir blog önerisi gelsin; Koltukname her gün güncellenen bir popüler kültür/sanat/edebiyat blogu, şiddetle tavsiye ederim - içerik şahane, blog çalışkan. Sizlerin de blog tavsiyelerinizi yorumlara bekliyorum, belki bilgisayar başında fazla uzun vakit geçirdiğimden sık güncellenen, edebiyat odaklı mecralar bulmakta zorlanıyorum, buradan duyurmuş olalım. Geçen haftanın çoğunu Saroyan'ın İnsanlık Komedisi ile Gilbert Hernandez'in Sloth isimli çizgi romanı arasında gidip gelerek geçirdim - Saroyan hakkında söze gerek yok, kitapları Aras tarafından yayımlanıyor, okuyun. Hernandez ise ilginç bir şahıs; büyülü gerçekçilik ekolünden gelme bir çizgi roman yazarı olduğu söyleniyor kendisinin, oturup çizgi roman çözümlemesi yapacak değilim burada ama okuma rutininizde çizgi romanlara yer veriyorsanız eğer, klasikler yerine çağdaş sanatçıların hikayelerine bir göz atın derim. Hernandez, Türkçe olarak yayımlanmamış; bu alanın yabancısıysanız ve bir başlangıç yapmak istiyorsanız, Art Spiegelman'ın Maus'unu sahaflardan, Jason Lutes'un Berlin Taş Şehir'ini kitapçılardan temin edebilir, resimler eşliğinde anlatılan öykülerin keyfini çıkarabilirsiniz. Güzel kitaplar çıkıyor, Everest iki yeni Bulgakov edisyonu yayımlamış örneğin, hemen haber edelim; Üstat ile Margarita, ilk defa özgün dili Rusçadan Türkçeye aktarılmış, çevirmen (İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'i de Türkçeye çevirmiş olan) Sabri Gürses, belirtelim.
Flavorpill geçen hafta Kerouac'ın doğumgünü hesabına bir derleme hazırlamış, oradan bir alıntıyla kapatalım, ruhunu sayfalara resmen akıtmış bir yazardan geliyor tavsiye: "Ruhundan fazla bahsetme onlara. Tam da bunu bekliyorlar."

(Yukarıdaki görselde Siren, Kiki Smith'in işlerinden. Aşağıda sanatçının bizzat kendisi, çalışırken. İyi çalışmalar!)

19 Mart 2012 Pazartesi

Delişmen

Kerouac'ın doksanıncı doğumgünü şerefine yayımladığımız kayıp oyun Beat Kuşağı'nın sahnelenecek olduğu haberi duyuldu geçen hafta, darısı gölgede kalmış diğer metinlerin, diğer oyunların başına. Bahar zihinlerden içeri yavaş yavaş sızarken Kerouac başyapıtı Yolda'nın sinema uyarlamasının ilk trailer'ı da ortaya çıktı. Yönetmen, Motosiklet Günlükleri'nden tanıdığımız Walter Salles, trailer'a bakılırsa vahşi danslar, silahlar ve Kristen Stewart bekliyor bizleri - kitaplardan uyarlanmış filmlerden işkillendiğimden burada daha önce bahsetmiştim, bu trailer'dan kötü kokular almadım desem yalan olur sevgili okuyucu, eh, onu da olağan şüpheciliğimize verelim, filmi görmezden evvel hakkında ileri geri konuşmuş olmayalım. Bir Kerouac uyarlaması daha geliyor bu yıl; Michael Polish yönetmenliğinde Big Sur -ki kendisini önümüzdeki aylarda Nevzat Erkmen çevirisiyle okuyabileceksiniz- de sonbaharda vizyonda olacak. Sinemalarda ne var ne yok takip ediyor musunuz bilmiyorum ancak pek çok yabancı film, ülkemizde vizyona giremez halde; festivaller derseniz senelik ücretler ödeyerek edineceğiniz kartlarınız yok ise fena halde zorlu girişimler. Her neyse, bir yolu bulunur elbet...

Ve Bahar! "Artık delişmen rüzgârlar, çılgın bulutlar dolu günler."

(Jack Kerouac, Zen Kaçıkları, çeviren: Nevzat Erkmen, Ayrıntı. Görselde, Ken Kesey'nin efsanevi kamyonu Further - Kesey'nin çiftliğinde, bir bataklık ile yakın münasebetlere girdikten sonra.)

15 Mart 2012 Perşembe

Memento mori

Kişi öldükten sonra ne kalır geriye? Bu aralar post mortem fotoğraf geleneğine takıldım sevgili okuyucu, sonradan tabulaşarak ortadan kalkan bu pratik dahilinde, özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonlarında ölü kişi ile poz vermek, gayet olağan karşılanıyor, zamanın hükmüne karşı son bir direniş, ölüyle son bir hatıra... Andres Serrano ya da Joel Peter Wilkin gibi sanatçıların cesetleri konu alan güncel post mortem çalışmaları mevcut, ancak yaklaşım, elbette ki o günden bugüne oldukça değişmiş. Bizler ki artık kameralı telefonlarımız ve türlü cihazımızla yediğimizin, içtiğimizin, gördüğümüzün fotoğrafını çekmeden hayata iştirak edemez haldeyiz, yine de ölüm karşısında kadraj ayarı yapmakta değiliz, tabular sağ olsun... Her neyse, hafta başı 'doğrusal' -doğar, büyür, yaşar ve ölür- hayat algısının yazarları pek de bağlamadığını söylemişim; okumak, zamanın hükmüne başlı başına meydan okuyan bir direniş sanatıdır belki de, olamaz mı? Bir de yazarın sağlığında okuruna ulaşmayan, yazarın basılı halde görmediği metinler var ki durum farklı bir boyut kazanıyor; geçtiğimiz ay Saramago'nun ellili yıllarda yazdığı ve sağlığında hiç yayımlanmamış bir eserinin çıkacağı duyuruldu, Bolano'nun ölümünden bir sene sonra yayımlanan 2666 nihayet Türkçe çevirisi ile raflara indi, Kerouac'ın hayatı boyunca gün yüzü görmeyen, bir depoda unutulmuş oyunu Beat Kuşağı da 'yazarı öldükten sonra yayımlanan' eserler kervanına katıldı. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak eserin yolculuğuna yaratıcısından azade olarak devam etmesi fikri, sanıyorum yine Bolano'nun Vahşi Hafiyeler'inde geçmekteydi - komedi olarak başlayan her şeyin trajedi olarak son bulduğu iddiası eşliğinde... Trajedi mi bilinmez ama fani dünyada zamanı doğrusallıktan kurtarmak, ancak yazıyla, sanatla ve hatırlamayla mümkün. A noktasından B'ye uzanan düz bir çizgide yaşamayı değil de sarmalları ve döngüleri tercih edenler için bir Hopi atasözüyle bitirelim bu yazıyı: "Ölümde doğarım."

(Ginsberg'ün objektifinden Kerouac, Tanca'da.)

14 Mart 2012 Çarşamba

Batıl

Eskiden bir mum yakıp ışığında yazar, o gecelik işimi bitirdiğimde ise söndürürdüm... bir de başlamazdan evvel diz çöküp dua ederdim (bunu George Friedrich Handel hakkındaki bir Fransız filminde görmüştüm) ama şimdilerde yazmaktan resmen nefret ediyorum. Batıl inançlarım? Dolunaydan kuşkulanır oldum. Dokuz rakamı ile ilgili bir takıntım var ama Balık burcu olduğumdan yediden şaşmamamı söylüyorlar bana; günde dokuz kere tersten yere eğilirim mesela; yani, banyoda amuda kalkar, ayak parmaklarımın ucuyla zemine dokunurum, dengemi muhafaza ederek. Bu yogadan öte bir şey, atletik bir başarı, "dengesiz" olduğumu kimse iddia edemez. Açıkçası aklımı yavaş yavaş kaçırdığımı düşünüyorum. Bir başka rituelim, akıl sağlığımı ve enerjimi muhafaza etmem konusunda İsa'ya dua etmek, öyle ki aileme destek olmayı sürdürebileyim: yani felçli anneme, eşime ve etraftan eksik olmayan kedi yavrularına. Oldu mu?


(Bu asabi cevap, Jack Kerouac'tan Ted Barrigan'a geliyor; soru: 'Ritüelleriniz ve batıl inançlarınız var mı? Yazarken devreye girerler mi?' Söyleşi 1968'de, Kerouac'ın ölümünden bir sene evvel gerçekleşmiş. )

13 Mart 2012 Salı

Başlık

Duyduk duymadık demeyin sevgili blog okurları: Woody Allen jigololuk yapacakmış! Tüm güzide basın organlarında bu başlıkla bir haber geçildi hafta sonu boyunca, paniğe mahal yok, bu konuda şerbetli sayılırız, elbette ki kasıt, Allen'ın bir filminde jigolo rolü oynayacağı yönünde, son 15 yıldır uzayda değil de burada yaşayıp gazete okuyorsanız, böylesi bir başlık atma geleneğinin bir nevi ata sporumuz haline geldiğini fark etmişsinizdir... Oyuncu senaryo gereği dövüştü mü mesela, ver başlığı: "Allen'ı sille tokat dövdüler." Genelde kadın oyuncular üzerinden gelişen bir kolu da vardır bunun: "X Y pavyona düştü!" Meğer pavyon şarkıcısını oynamış X Hanım yeni filminde, ahhaha... Neyse bu noktada isterik kahkahalara geçmeden konuyu aydınlatayım; haber ilginç aslında, Woody Allen, uzun zaman sonra John Turturro'nun yöneteceği bir filmde (Fading Gigolo) Turturro, Sharon Stone ve Sofia Vergera ile birlikte rol alacakmış - yabancı basın, paraya sıkışan iki orta yaşlı adamın eskort işine girişmesine dair bir film olduğunu belirtmiş Fading Gigolo'nun; Woody Allen'ın jigololuğu derken geri planda kalan ve asıl haber niteliği taşıyan şey ise ustanın, uzun bir aradan sonra kamera önüne geçmesi ve kendi yönetmediği bir filmde rol alacak olması, onu da belirtelim.

Sansasyondan uzak günler dileklerimizle.

12 Mart 2012 Pazartesi

Bitimsiz

Bugün Jack Kerouac'ın doğumunun doksanıncı yıldönümü; hayır, gelenekçi olduğumuz söylenemez, dolayısıyla 'Kerouac 90 Yaşında!" demekten şiddetle imtina edeceğiz. 12 Mart 1922 tarihinde, Masschussetts'in Lowell kasabasında dünyaya gelen Kerouac, 1969 yılında hayata veda etmeseydi, evet, o zaman kendisi bugün 90 yaşında olacaktı. 1942 yılında kaleme aldığı ilk romanı The Sea is my Brother'ın ancak 2011'de yayımlandığı düşünülürse, fanilere özgü 'doğrusal' ve bitimli yaşam süreci tanımlamalarının geride bıraktıkları yapıtlarıyla 'yaşam'larını sürdüren yazarları bağlamadığı ortada. Paris Review söyleşisinde Kerouac, yazdığı her şeyde kendi kendiyle 'söyleşi' yaptığını ve kapısını çalan gazetecilere zaten kitaplarında yazdıklarını tekrar tekrar anlatmaktan hiç hazzetmediğini, önemli olanın diyecekleri değil yazdıkları olduğunu belirtiyor. (Ardından da kendi yazdıklarından, belki de fazlasıyla kişisel oldukları için o kadar da memnun olmadığını söylüyor - İçinde yaşadığımız çağda tevazu denen şeyi anımsayan kaldı mı?) Islak ve gri bir haftaya başlarken, sözü Kerouac'ın da zihnine ışık tutan bir şairle, Blake ile bağlayalım biz: "İsteyip de eylemeyen bela doğurur." (William Blake, Kaplan! Kaplan! Çeviren: C. Hakan Arslan. Helikopter.)

İyi haftalar!

9 Mart 2012 Cuma

Sarmal

Haftaya Beat Kuşağı ile başladık ve o damardan devam ettik sevgili okuyucu... Beat'ler, tarihin tozlu sayfalarına kolay kolay gömülecek değiller; bırakmış oldukları izler, çağdaş kültürel üretim saflarında halen görünür, etkileri halen hissedilir durumda. Bolano'nun Vahşi Hafiyeler'inde Kerouac'ı görmemek, Nirvana'nın müziğinde Beat'lerin izlerini yadsımak olası değil. (Gerçi, Burroughs ile Kurt Cobain zamanında bir araya gelmişler ve Burroughs, Cobain'in 'durduk yere asılan suratı'nı pek beğenmemiş, yaşayan bir ölüye benzediğini düşündüğünü söylemiş, o ayrı.) James Franco, Johnny Depp, hatta Katy Perry, Kerouac'ı ilham kaynakları arasında listeliyorlar hâlâ; sarmallar tuhaf, Neal Cassady, bir mektubunda Gogol'ün Ölü Canlar'ını okurken Kerouac'ı andığını söylüyor, Gogol'den Katy Perry'ye uzanmak en hafif deyimle ilginç ancak. Beat Kuşağı, daha önce belirttiğimiz gibi, bir tek günün dökümü aslında, dostlar arasında geçen, öylesine bir gün.

Genele dair fikir edinmek isterseniz Sel ve 6 45'in ortak çalışması Beat Kuşağı Antolojisi'ni öneririz.

8 Mart 2012 Perşembe

Birazdan...

Biliyorsunuz, (Henry) Miller Kerouac'a ilgi duyuyordu, bir noktada. Kerouac'ı hayli geç keşfetti, bu ortada. Zen Kaçıkları'nın çıktığı zamanı hatırlıyorum. Jack buralardaydı, Big Sur'a gidip kulübemde kalacaktı. Big Sur adlı kitabı da o zaman yazdı. Adını editörleri koymuş olmalı, çünkü Big Sur'la hiçbir ilgisi yoktu. Aslında Sur'a hiçbir zaman alışamadı, Bixby Kanyonu'ndan güneye gitmedi. Zen Kaçıkları Miller'ı heyecanlandırmıştı. Birbirleriyle telefonda konuşuyorlardı. Jack burada City Lights'taydı ve Miller da Big Sur da. Ephraim Donner'ın Carmel Tepeleri'ndeki evinde akşam yemeği yiyeceklerdi. Miller Donner'a gitti, Jack şehirde içiyordu. Öğleden sonra saatler ilerledikçe ilerledi. Kerouac sürekli "Oraya geleceğiz, birazdan çıkacağız..." deyip duruyordu. Saatler ilerlemeye devam etti, Jack hâlâ telefonda "Şimdi çıkıyoruz. Üç saat içinde orada oluruz... İki buçuk saat içinde, iki saatte geliriz... Cassady beni bırakacak... hemen geliriz. Yedide görüşürüz," diyordu. Yedide Kerouac hâlâ şehirde içmekteydi. Sekiz. Dokuz... Miller oturmuş bekliyor. Kerouac oraya gitmedi. Ve sanırım hiçbir zaman görüşmediler. Hikâyenin sonu.

(Alıntı Sel ve 6 45 ortaklığıyla yayımlanan Beat Kuşağı Antolojisi'nde yer alan Lawrence Ferlinghetti Röportajı (1969)'dan. Miller'ın kült klasiği Yengeç Dönencesi, yayıma hazırlanıyor; Kerouac'ın Big Sur'ü senenin ilerleyen aylarında raflarda olacak. Yukarıdaki resimde alıntı ile alakasız ve oldukça tasasız bir William S. Burroughs, Metropolitan Müzesi'nde Ginsberg'ün kamerasına poz veriyor.)

7 Mart 2012 Çarşamba

Daktilo

Beat'lere, özellikle Kerouac'ın hızla yazdığı metinlere burun kıvıran Truman Capote'nin meşhur bir lafı var, Kerouac'ın yaptığına 'yazmak değil daktilo etmek' demenin daha doğru olacağını söylüyor. Kerouac, özellikle Benzedrine ve türevi uyarıcılar eşliğinde 3 hafta içinde yazdığı Yolda üzerinden böylesi eleştirilere maruz kalmış, ancak belirtmek gerek, Yolda'nın yazımı 3 hafta sürse de, yazarın yollarda olduğu yıllar boyunca doldurduğu pek çok defter, taslak olabilecek pek çok not, mektup ve her şeyden önemlisi biriktirdiği pek çok tecrübe mevcut, bunları, haydi bunlar bir yana metnin yetkinliğini görmezden gelmek pek akıl kârı sayılmaz. Tempo mühim bir şey elbette, yaşamın, yazmanın, soluk almanın, cazın, yolun bir temposu var; o tempoyu okura kelimeler üzerinden aktarmak, işte Kerouac'ın düzyazı ile başardığı şey bu.

Daktilo etmek demiştik, yukarıda Kerouac'ın ölümü sonrası müzayedeye çıkan daktilolarından biri, hayata veda ettiği 1969 yılında kullandığı, son cihaz. Aşağıda yine bir müzayedede satılan, Kerouac'a ait sırt çantası.

Beat Kuşağı'na eşlik etmesi için bir liste bir de çıkma var burada; kitaba yancı niteliğinde. Bu arada 6 45'in Uluma'yı yeniden yayımladığını, James Franco'nun Ginsberg'ü canlandırdığı Howl adlı filmin ilgiye şayan animasyonlar içerdiğini ve 2012'de beyazperdeye uyarlanmış bir Yolda filminin 'yolda' olduğunu belirtmekte yarar var.

6 Mart 2012 Salı

Deli dolu

“Yapmak istediğim şey, Amerika’daki tiyatro ve sinemayı yeni baştan yaratmak, ona spontane bir ruh kazandırmak, “durum” üzerine önyargıları ortadan kaldırmak ve insanların günlük hayatlarındaki gibi deli dolu konuşmalarına olanak tanımak. Oyun dediğin budur: özel bir konusu yok, özel bir “anlamı” yok, insanlar nasılsa aynen öyle. Yazdığım her şeyi, dünyaya inmiş ve onu hüzünlü gözlerle izleyen bir Melek olduğumu hayal eder ve öyle yazarım.” – Jack Kerouac

'Kayıp' metin Beat Kuşağı, bugünden itibaren tüm kitapçılarda.

5 Mart 2012 Pazartesi

Akış

Editörün masasındaki kitaplardan bahsetmiş, Blake, Hayyam ve hipodrom bülteni kombinasyonunun hangi kitabın hazırlandığına delalet edeceğini sormuştuk... Bu ay, çağdaş edebiyatın gündeş örnekleri minvalinde ilerleyen çizgimize bir mola verip biraz gerilere uzandık ve Jack Kerouac'ın 'kayıp' metni Beat Kuşağı'nı hazırladık sizler için, hipodrom bülteni ile Hayyam'ı, Blake'i buluşturan kitap bu kitap oldu. Tuhaf bir öyküsü de var kitabın; Kerouac, Beat Kuşağı'nı 1957'de bir oyun olarak yazmış, -tayfanın hayatından bir günü olduğu gibi yansıtmak amacıyla- ancak metin, 2005 yılında bir depoda yazarın eşyaları arasında bulunduktan sonra yayımlanmış. Yazım tarihi biraz eski olsa da yine 'yeni' bir metin söz konusu anlayacağınız.

Beat Kuşağı'nın bir oyun olduğunu söylemiştik, oyunun bir perdesinden spontan biçimde uyarlanmış Pull my Daisy isimli bir kısa film de mevcut bu arada; yönetmenler Robert Frank ve Alfred Leslie, oynayanlar Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gregory Corso, Peter Orlovsky ve Beat ekibin diğer üyeleri. Frenciler, şarapçılar, bahisçiler, şairler... Beat Kuşağı'nda tayfa, güne şarap içerek, Tanrıdan bahsederek, hayalller kurarak ve bahis yaparak başlıyor, zamanla beraber akışa katılıyor. Karakterler her zamanki gibi tanıdık, Allen Ginsberg var burada, Jack Kerouac var, Neal Cassady var... Naif ama bilge, oldukları gibi, yaşadıkları gibi; haz, müzik, şiir ve şarap eşliğinde.

Yukarıdaki resimde Kerouac'ın cebinde görünen: Demiryolu Frencisi için Kurallar Kitabı. Doludizgin, anında, şimdi ve burada yaşamanın kitabını yazmış birinin bir dönem demiryollarında 'frenci' sıfatıyla çalışmış olmasında bir ironi yok mu sizce de?

Aydınlık günler dileklerimizle...

Beat Kuşağı, yarından itibaren tüm kitapçılarda.

2 Mart 2012 Cuma

Nane


Berkeley'deyken Alvah Goldbook'la birlikte, onun ufacık, güllerle çevrili kulübesinde kalıyordum. Milvia Sokağı'nda büyücek bir evin arka bahçesindeydi evcağızımız. Kulübenin önündeki iyice çürümüş veranda, öne doğru yatmış, sarmaşıkların içine girmiş.(...)
Önümüz yeni olgunlaşan domates fideleriyle dolu, bir de naneler, naneler... Her taraf nane kokmakta.

(Zen Kaçıkları, Jack Kerouac. Çeviren: Nevzat Erkmen. Nane mi kokmaya başladı ne? Beat Kuşağı, çok yakında...)

1 Mart 2012 Perşembe

Görüş

Geçen haftaki Radikal Kitap'ta, Ömer Türkeş imzalı şahane bir Hafiyenin El Kitabı yazısı yayımlandı, kaçırdıysanız bağlantı burada. Hafiye'den çağrışımla Terry Gilliam'a geçmek ve usta yönetmenin facebook sayfasının pek şenlikli olduğunu belirtmek isterim. Her neyse, biliyorsunuz, çeşit çeşit beyanat, liste vs. çıkıp duruyor; Palahniuk'tan Genç Yazarlara 10 Öğüt, Henry Miller'a göre Yazı Kuralları vs. vs Gilliam da geri durmamış, genç yönetmenlere bazı öğütler vermiş, özellikle takıldığım Don Kişot temalı 9 numaralı öğüdü sizlere ayrıca aktarmak isterim:

9. Yönetmenlik aklı başında ya da ödlek kimselere göre bir iş değildir.
Don Kişot'un sürekli dünya hakkında yanılgıya düşmesi çok hoşuma gider. Her seferinde yanılır. Ama sonunda kahramanlık sergilediği ve önüne geçilmesi mümkün olmayan epik durumlar içine düşer. Bu hep böyle devam eder.(...) Eğer Don Kişot hakkında bir film çekecekseniz, Don Kişot kadar çılgın olmanız gerekir.

Şimdi bu son cümle oldukça ilginç; tavsiye listeleri vs. bir yana, kimi yazarların deneyimlenmemiş bir durumun yazılamayacağına dair iddiaları var, Saul Bellow ya da Jack Kerouac ilk akla gelenler. Tartışmaya açık elbette.

Aşağıda Terry Gilliam'ın facebook'ta paylaştığı bir resim, banyosunun duvarı. Onun altında Henry Miller, klozetin üzerinde. En yukarıda, Anna Karina, bütünüyle kuşkuda.