joshua ferris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
joshua ferris etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Bütün isimler






İsimler dar bir alanda anlam yaratmanızı sağlarlar - fikir üretmenize, sorular sormanıza yol açarlar. Hoşuma giden bir şeydir bu benim. Elbette, dikkatli olmanız şarttır. Kimi zaman okuru yabancılaştırabilir isimler; kahramanın metaforik bir ismin ağır yükünü sırtlanması başlı başına bir dolaylama haline gelebilir. Kahraman bir kişi olarak etlenip canlanamadan önce bir araca dönüşür ki bu, eserinde duygusal yakınlık zemini sağlamaya çalışan yazar için elverişsiz bir durumdur. Bitmek bilmeyen bir mücadeledir bu, oyunbazlık arzusu ve katı bir duygu düzleminde irtibat çabası arasında.

(Joshua Ferris, Paris Review söyleşisi. Görseller, Leipzig Kitap Fuarı'ndaki En Güzel Kitaplar (Schönste Bücher) alanından.)

1 Şubat 2017 Çarşamba

Farklı


Depresyonda olduğu doğruydu. Depresyon her nüksedişle yeniden baş gösteriyor, girdiği her mekanı kolaçan ederken krizin onu ne zaman yoklayacağını küskünlükle karışık bir içe dönüklükle merak ediyordu. Ama dayanılmaz, kalıcı bir depresyon değildi bu. Üzüntü her zaman yerini bir hırçınlık nöbetine devrediyor, bu şeyi alt edeceğim düşüncesi gene ön plana geçiyordu. Güçlü, dayanıklı, özel biriydi, ondan yana olan pek çok şey vardı, başkalarının başına çok daha kötüsü geliyordu, zaman kıymetliydi, her şeyin bir nedeni vardı, her zaman bir çıkış yolu bulunurdu, mücadele edip kazanmak için doğru tavrı takınmak yeterdi, hiçbir şey onu durduramazdı ve yarın farklı bir gün olabilirdi.

(Joshua Ferris, Bilinmeyen. Çeviren: Hatice Taş. Görseldeki iş Pejac'a ait; Pejac hakkında daha fazlası için buraya.)

2 Mart 2016 Çarşamba

Gerçek



Birilerinin Ulmculuğu google'layıp gerçekten böyle bir dinin var olup var olmadığına bakmasını sağlıyorsam -bir açıdan- bunu gerçek bir din haline getirmeyi başarmış sayılırım, öyle değil mi? Roman gerçekliğinde yeri var ve google'lanacak denli gerçek işte. Bunu bir adım daha ileri götürecek olursak eğer - Ulmculuğu google'layıp herhangi bir referans bulamadığınızda bu dinin gerçek olmadığına mı kanaat getirmeniz gerekir peki? Bir şey, eğer google'da yoksa, gerçek olamaz mı? Gerçek olan her şey Internet'te mevcutsa o zaman Internet'te mevcut olan her şey gerçek midir? Gerçek olmayan şeyler de olabilir mi Internet'te? Google'la aranınca çıkan ama var olmayan bir şeyi nasıl kategorize edersiniz? Ya da var olan ama google'da çıkmayan bir şeyi? Siz daha ne olduğunu anlayamadan neyin gerçek olup neyin olmadığını kavrayamaz hale gelirsiniz, hatta bu ayrımın ne olduğunu bile kavrayamazsınız. Kurmaca girişimi oyunlar oynamayı da içeriyor. Dünyayı ciddiye alma çabam da kısmen bundan kaynaklanıyor.

(Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam'da inançsız bir kahramanın din ile sınavını ele alan Joshua Ferris, Paris Review söyleşisinde Google üzerinden varoluşu sorgularken. )


18 Şubat 2016 Perşembe

Sıradan


S: Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam'ın protagonisti Paul O'Rourke, birçok yönüyle sıradan bir büyük şehir insanına benziyor. Çok çalışıyor, hobi edinmeye çabalıyor ama kolayca sıkılıyor. Ve İşimiz Bitti ile Bilinmeyen'de de olabildiğince sıradan insanların giderek garipleşen hikayelerine yer veriyordunuz. Sıradan insanların hayatlarını olağanüstü hikayelere dönüştürmeyi yazınınızda bu kadar özel ve önemli kılan unsur nedir?

C: Sıradan olan, asla o kadar da sıradan değildir. Kurmaca yazarı bunu en baştan bilir ve roman ya da öyküler vasıtasıyla ortaya koyabilmeyi umar. Çıkarımlarda bulunmamak, varsayımların doğru olduğu hükmüne varmamak ve, her şeyden önce, başkalarının karmaşıklığının, derinliğinin farkında olmak şarttır.

(Joshua Ferris, Seçil Epik'in sorularını yanıtlıyor - dahası için IAN Edebiyat, Şubat.)

16 Şubat 2016 Salı

Vakit



Bu dünyadaki vaktimizi neyle geçirmeyi seçtiğimiz, kim olduğumuzun ve nasıl yaşadığımızın aynasıdır ve pek çok şey yansıtır. Vaktimizin oldukça büyük bir kısmı kariyerimize adanmıştır. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, çağdaş insanın ruhu, bedeninde değil de masasının gerisinde, bilgisayarının başında bulunmakta ve çalışma arkadaşlarının arasında süzülmekte. 

(Joshua Ferris, Seçil Epik'le IAN Edebiyat için gerçekleştirdiği söyleşide ruhu masabaşına mıhlanmış çağdaşlarına selam ediyor. Geçmiş vakitler ise toplanınca bir ömür ediyor.)

16 Aralık 2015 Çarşamba

Tükendi!

...

Yıllar önce, bir şeyler satın almaktan vazgeçtiğimde dünya için iyi bir şeyler yapmak adına par biriktirmeye başlamıştım. Gözüme kestirdiğim her şeyi almak yerine perakende fiyatını listeme ekleyip yıl sonunda toplam meblağı inandığım bir davaya bağışlıyordum. Haiti. Açlık. Çiftlik hayvanı almak isteyen aileler. Ama görebildiğim kadarıyla hiçbir işe yaramamıştı. Haiti hâlâ karmaşık bir kabustu, açlık giderek artıyordu. Her kötülüğü iyileştirmeyi beklemiyordum ama aldığım tek gerçek sonuç, spam postalarında belirgin bir artış oldu. Ekonomi aracılığıyla daha iyi yaşamak mümkündü ancak birkaç bağışla dünyayı daha iyi bir yer haline getirme çabası bunun beyhudeliğini daha iyi anlamamı sağlamak haricinde işe yaramadı ve beni korkuttu.

Alışverişe geri döndüm. Bir şeyler satın almak kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor, beni teskin ediyor, güven veriyordu. Yakın zamanda yeterince avanaklık ettiğimden teskin edilmeye ihtiyacım vardı. Ama alışveriş merkezi koridorlarında dolaşırken ihtiyacım olan, istediğim ve/veya zaten sahip olmadığım bir şeyler bulmakta zorlandım. Çıtayı biraz düşürmek için Hallmark mağazasına girdim ve kendimi duygusal kartpostallara, kalp şeklinde vazolara, ilham veren posterlere teslim ettim (“İşte aradığınız işaret: Sevgi, Tanrı”). Sonra şu lüks yenilikler mağazası Brookstone’a girdim ve masaj koltuğuna oturdum. Yastık teknolojisinin son örneklerini test ettim. Gerçi masaj koltuğum zaten vardı, daha doğrusu eskiden vardı ama ondan kurtulmuştum. Yastığa gelince, eski teknolojiyi yenisine tercih ediyordum. 

Brookstone’dan çıkıp Pottery Barn’a daldım. Çocukken evimizin içindeki her şey tanıdık, ucuz ve eskiydi; o zamanlar Pottery Barn’a girmek cennete girmek gibiydi. İnsanların kiliseden keyif almasını gerçekten istiyorlarsa, diye düşündüğümü hatırlıyorum o dönemde, kiliselerin Pottery Barn gibi görünüp kokmasını sağlamaları lazım. Hayalim, bir gün kendimi bu mağazada satılan şeylerle çevrelemekti – hasır sepetler ve kokulu mumlar, gümüş varaklı resim çerçeveleri. Ama bu uzun zaman önceydi. Pottery Barn’da satılan her şeyi satın alma ve dairemi Pottery Barn outlet’i gibi döşeme dönemini atlatmış, aldığım her şeyi büyük bir üst modele geçiş döneminde atmıştım. Artık Pottery Barn’daki her şey sahte, seri üretim bandından çıkmaymış gibi görünüyordu. Artık buradan alışveriş etmek amaçlarımı ve benliğimi geriletmek anlamına geliyordu. Pottery Barn’dan bir şey
satın almak istemiyordum ama Pottery Barn’daki her şeyi almak isteme duygusunun geri gelmesini çok isterdim.

...

(Joshua Ferris, Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam. Çeviren: Begüm Kovulmaz. Alışveriş yapmak ya da yapmamak ayrı mesele de, tüketim uygarlığında ömür tüketirken yaptığımız seçimler irdelenmeye değer gerçekten... Geçen hafta, bir yıl boyunca gıda ve ilaç dışında hiçbir şey almayan Selma Hekim hakkındaki haberler paylaşımdaydı, rastladınız mı bilmiyorum ama benim takip ettiğim medyada bu hususta epey tartışma döndü. Konuyla ilgilenenler için meseleyi kişisel tercihlerden çevreci bir perspektife taşıyan blogdan uyarlanmış bir kitap önerisi de blog yazarınızdan gelsin: No Impact Man - tartışmaya elbette ki açık ama düşünmeye değer.)

19 Kasım 2015 Perşembe

Kayıp

"İnternetle ilişkim, :) ile olan ilişkim gibiydi. :)’den ve başka insanların :) işaretlerine, :-) ve :> işaretlerine maruz kalmaktan nefret ediyordum. En çok da :))’den nefret ediyordum çünkü bana gıdımı anımsatıyordu. Sonra :( ve :-( ve ;-) ve ayrıca ;) ve ne anlama geldiğini bile bilmediğim *-) vardı, gerçi D:< ya da >:O veya :-& kadar anlaşılmaz değildi. Gerizekâlılar tarafından tasarlanan bu basitleştirilmiş ifade biçimleri öyle karmaşık hiyerogliflere dönüşüyordu ki zekâmı kat kat aşıyordu. Bir de animasyonlu olanlar vardı, kirpikleri ve kırmızı dilleriyle ekrandan bana imalı imalı göz kırpan tombul sarı emotikonlar seksi çağrıştırıyor, onlarla sevişmemi istiyorlardı. Ne zaman animasyonlu bir emotikon eklenmiş bir e-posta okusam mesaimin dengesini sarsan şiddetli bir cinsel gerilim hissediyordum ve yalnızca bir diş hekiminin hijyen gerektiren alışkanlıkları sayesinde iPad’e bakarak Gümbürtü Kutusu’nda otuzbir çekmenin cazibesine karşı koyuyordum. Asla emotikon kullanmayacağıma yemin etmiştim... ta ki bir gün, aniden ve fazla düşünmeden ilk :)’imi kullanana dek. Sonrasında, baştaki direncime rağmen :) meslektaşlarımla, hastalarımla ve yabancılarla yaptığım gündelik yazışmaların parçası haline geldi, Red Sox sohbet odalarında ve mesaj panolarında sık sık kullandığım bir işarete dönüştü. Dünyanın en tembel ve iğrenç güdülerine karşı savunmasız kalmış, teknoloji karşısında ilkelerimin aşınmasına karşı koyamamıştım. Çok geçmeden :( ve ;) ve ;( işaretlerini de kullanmaya başlamıştım ve bundan sonra sıra animasyonlu emotikonlara gelmişti; şimdi, insani duygularımın engin derinliğini bu sığ kısa yollara, bu dizgisel ergenliklere indirgeme niyetim olmamasına rağmen, bütün gün indirgiyor, indirgiyor, bu emotikonlara iç dünyamın sarsak ağırlığını yüklüyor, taşıtıyordum... bunun ne zaman ve nasıl olduğunu bilmiyordum. Gerçek duyguları ifade etmenin yüzeysel bir yöntemi olduğunu bile bile, emotikonlara haklı bir öfkeyle nefret beslememe rağmen sürekli kullanıyordum onları. Emotikonlardan tiksinmem ve nihayetinde onlara teslim olmam internetle aramdaki daha büyük mücadelenin yansıması olmasa bu kadar canım sıkılmazdı. İnternetin sinsi ayartmalarına karşı koymak için elimden geleni yapmıştım ama en sonunda dişçi koltuğunun başında, metroda F hattında, Central Park’ın çimenlerinde sırt üstü yatarken bile ego-cihazıma bakarak internette kendimi kaybeder hale gelmiştim."

(Alıntı: Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam, Joshua Ferris. Çeviren: Begüm Kovulmaz. Sene sonuna geldik; listelerin sıralandığı, özetlerin geçildiği, bir yılın dökümünün çıkarıldığı günlerdeyiz ve Oxford Sözlüğü, her yıl olduğu gibi bu yılın da kelimesini seçti, fakat bu kelime, geleneksel sözlüklerde yer almıyor, zira harflerle yazılmıyor... Yılın kelimesi bir emoji ve gülerken gözünden yaş gelen görsel seçilmiş. (Şahsen ben, bunu hiç, bir kere olsun kullanmamış, global eğilime kapılmamışım; gülmekten gözümden yaş gelmemiş anlaşılan, hep ciddi, hep ciddi...) Bu piktografın global kullanımındaki artışa dikkat çeken Oxford komitesi, Yılın Kelimesi için kısa listeye giren ama gülerken gözünden yaş gelen emojiyle boy ölçüşemeyen kelimeleri de açıklamış, kelimelerin arasında popüler kültürde sık sık kullanılan İngilizce kelimelerin yanı sıra mülteci anlamına gelen refugee de yer almakta, ama bu ifadeyle boy ölçüşememiş. Kelimeler ya yetmiyor bize ya da biz onları tüketmişiz, orasına siz karar verin. Emoji demişken, bkz. Emoji-dick.)

4 Kasım 2015 Çarşamba

Keşif



S: Gustave Flaubert, "Yazma sanatı neye inandığını keşfetme sanatıdır,"demiş. Ona katılıyor musunuz - ve eğer katılıyorsanız sizin keşfettiğiniz neydi?

C: Güzel bir alıntıymış. Don Delillo'nun dediğini anımsattı bana: "Yazı yoğun bir düşünme biçimidir... Genç yazar kelimelerle dünyaya daha net bir biçimde konumlandığını görür."

Bütün kitaplarım uç noktalardaki insanlara odaklanıyor. Bu tema ya da ikilemler -ilk kitabımda işte çıkarmalar, ikincisinde hastalık, Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam'da spiritüel dışlanmışlık- yaşamın uç noktalarına uzanmamı sağlıyor. Kovulmak nasıl bir şeydir? Nereden geldiği ya da ne anlama geldiği bilinmeyen bir arazla yüz yüze olmak nasıl bir şeydir? Diğer insanlardan tamamen kopuk hissetmek nasıl bir şeydir? Bu durumlarla yüz yüze kalındığında hayatın nasıl olabileceğini keşfediyorum böylelikle, ki eninde sonunda hepimizin başına gelecek. Kendi adıma, şaşkınlığa uğramamayı tercih ederim.

Ama sözü dağıtmayalım. Oturmuş yazarken keşfettiğim esas şey nasıl yazılacağıdır. Nasıl yaşanacağı, nasıl davranılacağı ya da düşünüleceği değil, önümdeki metnin nasıl bağdaşacağıdır. Eğer bu, kişisel inançlarımı bir süreliğine bir kanara atmamı gerektiriyorsa - tamam, öyle olsun. Kurmacanın güzel yanı da bu.

(Joshua Ferris, Short List söyleşisi.)




29 Ekim 2015 Perşembe

Yaşanacak en güzel yer



"Adım Paul O’Rourke. New York şehrinde, Brooklyn’de, Promenade’a bakan iki katlı bir apartman dairesinde yaşıyorum. Diş hekimi ve sertifikalı bir prostodontistim ve haftanın altı günü açık olan kliniğimi perşembeleri daha geç saatte kapatıyorum. New York şehri, dünya üzerinde yaşanacak en güzel yer. En iyi müzeler, tiyatrolar, gece kulüpleri, en müstesna varyete şovları, vodviller ve canlı müzik mekânları burada, dünya mutfağının en seçkin örnekleri de. Şehirdeki şarap stoku yanında Roma İmparatorluğu bile Kansas’ın ıssız kasabalarından biri gibi kalır. Harikaları saymakla bitmez. Gerçi geçinebilmek için kıçından ter akıtırken kimin harikalara ayıracak vakti var ki şehirde? Ter akıtılmayan zamanlarda da kimin enerjisi var? On iki yıl önce, gururlu bir göçmen olarak Maine’den gelip şehre adım attığımdan beri on kadar sanat filmine, iki Broadway gösterisine, Empire State Binası’na ve davul sololar sırasında uyumamak için harcadığım olağanüstü çaba yüzünden bende özel bir yeri olan bir caz konserine gittim. Metropolitan Müzesi’ne, ofisimden birkaç blok ötedeki bu insan emeği deposuna tam olarak sıfır kez gittim. Boş zamanımın çoğunu, emlak ofisi vitrinlerinin önünde, fiyat araştırması yapan diğer hayalcilerle birlikte listelere bakarak her geceki şehirden kaçış saatlerimi güzelleştirecek daha aydınlık manzaraları ve daha büyük odaları düşleye düşleye geçirdim.

Connie’yle çıkarken haftada üç-dört kez dışarıda güzel yemekler yerdik. New York’ta restoranda yediğiniz güzel bir yemek, çokça Michelin yıldızı kazanmış, çocukluğunu Rhone Vadisi’nde geçirmiş, kendi televizyon programı olan ünlü bir şef tarafından hazırlanmış olabilir. Ünlü şef mutfakta değildir büyük olasılıkla, çünkü mutfaklarda yalnızca farklı ülkelerden Hispanik kökenli-
ler çalışır genelde. Yine de menülerde pazardan seçilerek alınmış ya da denizaşırı yerlerden bir gecede ekspres kargoyla getirtilmiş en taze mevsim ürünleri olurdu. Yemek salonları ya çarpıcı ışık-
landırmalarla şık ve samimiydi ya da seçkin müşterilerle dolu, gürültülü. İki türlüsünde de yer bulmak imkânsızdı. Bu yerlerde yemeyi şevkimizi yitirmeyerek, telefonda direterek, birilerinden ricacı olarak, rüşvet verip yalan söyleyerek başarırdık. Bir keresinde rezervasyon alan adama mide kanserinden ölmek üzere olduğunu ve dışarıda yiyeceği son yemek için o restoranı seçtiğini söylemişti Connie. İstediğimiz masaya her oturuşumuzda heyecanlı ama bitkin hisseder, aperatif fiyatları noktayla biten bütün menüleri inceler, seçilecek şeyleri seçer, tavsiye edilen şarapları içerdik. Sonra hesabı ödeyip eve gider, sarhoş ve bıkkın hisseder, sabah olunca da acaba bir dahaki sefere nerede yesek diye düşünmeye başlardık."

(...)

(Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam, Joshua Ferris. Çeviren: Begüm Kovulmaz.)

28 Ekim 2015 Çarşamba

Makul!



Ağız ile başlayıp yürek ile biten bir kitap hazırladık bu ay: Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam. Çağdaş Amerikan edebiyatının en iddialı yazarlarından Joshua Ferris’in kaleminden trajikomik bir varoluş öyküsü bu; bugün, bu çağda, bunca yalnızlıkla yaşamanın, yaşamaya çalışmanın romanı. Her şeye, hatta ölümün kati gerçekliğine rağmen yaşamla barışmaya dair. 

Dünyanın belki de en güzel şehrinde, Manhattan'ın en müstesna semtlerinden birinde çalışan türlü olanağa sahip bir adam... Umutsuzca tutunmaya çalıştığı kadınlar ve bitmek bilmeyen aidiyet mesaisi...  İnanmayı reddettiği bir Tanrı ve geliştirdiği türlü takıntı... Deri değiştirme isteği... Yaşamını diş hekimliğiyle kazanan Paul O’Rourke, varlık göstermekten çekindiği sanal alemde adına açılan hesaplar ve atılan mesajların peşinden çıktığı arayışta kadim bir dine mensup olduğu iddiasıyla yüzleşir ve Tanrı ile karşılaşır: üstelik varlığından kuşku duymasını emreden bir Tanrı ile. Ağızla başlayıp yürekle son bulan absürt bir macera, bir çağın özeti.

Hayat yarışı sürerken yuvarlanıp gitme mesaisinden kopmanın hikayesi bu; çürüme ve sağalmanın, çağın hastalıklarından arınmanın... Ya da Tanrı'yı ararken kendini bulan bir adamın ağızdan yüreğe, New York'tan Nepal'e, korku ve titremeden bir rahat nefese varan tuhaf yolu. 


İçinde yaşadığımız çağ kadar gerçek ve en az onun kadar tuhaf, yaşamın kendisi kadar şaşırtıcı.

Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam, şimdi tüm kitapçılarda. 



18 Aralık 2014 Perşembe

Yürek




Durmadan ismini soruyorlardı.

“Kimsin sen?”

“‘Sen' ile ne kastettiğine bağlı,” dedi.

“Ailen var mı? Nerede olduğunu bilmek istemezler mi?”

“Karıma ona çektirdiklerim için ne kadar üzgün olduğumu hiç söylemedim. Yeni dairede yeni bir başlangıç yapmayı ummuştum. Artık farklı bir şey deniyorum.”

“Ne yapıyorsun yani?

“Artık evi aramıyorum.”

“Ev senin için neresi?”

“Ev yüreğinin olduğu yerdir, yani tam burası.” Göğsüne işaret etti. “Onun gittiği yere ben de gidiyorum ve bu konuda bana söz hakkı tanımıyor."

(Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş. Ferris'in yeni kitabı 2015'in getirdiklerinden olacak. Görseldeki iş, Marina Abakanowicz'e ait.) 

1 Mart 2011 Salı

Dünyanın harikaları


Böyle sürüklenip durursun işte. Tek açıklaman monotonlaşır, ne yorucu. Bağırmalar, çağırmalar, sürekli ben, ben, ben. Neleri kaçırdığının farkında mısın? Kuşların renkleri, hayat dolu bir yelpaze. Gökteki ay. O, şu...bir sürü şey işte, bir sürü şey kaçırdığını söylemekle yetinelim. Dünyanın harikalarına açık bazı ilginç insanlar okyanusları aşıyor, dağların tepelerine resim sehpaları kuruyor. Oysa sen, senin tek yaptığın vızıldanmak. Duygusuz bir acıyla kıvranmak. İstek ve şikayetle sessiz sedasız inlemek. Şu inildeyen, kesintisiz sesin. Onları deli ederdi, kesin. (Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş)

Geçtiğimiz hafta Hürriyet Keyif, Bilinmeyen ve Ve İşimiz Bitti'nin genç yazarı Joshua Ferris ile hayli ilgi çekici bir söyleşiye yer vermişti; The Guardian da bu arada yazarla ilginç denebilecek bir soru-cevap hadisesi gerçekleştirmiş - söyleşi demek istemiyorum, daha çok kısa kısa ve anket benzeri sorular yöneltilmiş yazara, tamamı flaş kurgu kıvamında ve kimi cevaplar özellikle vurucu, bu vesileyle Ferris'in iflah olmaz bir Pynchon hayranı olduğunu da öğreniyoruz... Tüm soru-cevaplara yer vermiyoruz burada, yalnız finale özellikle dikkat, Ferris'e aldığı en güzel öpücük soruluyor ve yazar bir Hitchkock sahnesiyle cevap veriyor - kurgunun yaşamın çatısını yükseltmesi hadisesine şahane bir örnek.


G: En mutlu olduğunuz an ne zamandı?

J.F: Her ne zaman ise, farkında olmamışım.

G: En büyük başarınız nedir hayatta?

J.F: Sabahları yataktan kalkabilmek.

G: Gece sizi ayakta tutan nedir?

J.F: İlaçlar etki edene değin, her şey.

G: En sevmediğiniz özelliğiniz?

J.F: Narsizm.

G: Başkalarında en sevmediğiniz özellik?

J.F: Bana yeterince ilgi göstermemeleri.

G: En büyük hayal kırıklığınız neydi?

J.F: Büyük hayal kırıklıklarımla başa çıkamamam.

G: Aldığınız en güzel öpücük?

J.F: Arka Pencere'de, Grace Kelly Jimmy Stewart'a doğru eğilince. (...)

17 Şubat 2011 Perşembe

Esin perisi



Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ın ana karakteri Oskar Schell, icatlar yapmayı durduramazken Bilinmeyen'de Joshua Ferris, karşımıza yürüme episodlarının önüne geçemeyen bir karakter çıkartıyor. Zihninde icatlar yapmaya sonsuza dek devam edeceğinden korkan Oskar, yüzmeyi bıraktıkları takdirde ölen köpekbalıklarını anımsayarak kendinden endişe ediyor; Ferris'in Bilinmeyen'inde Tim, tamamen mekanik bir sorunla boğuşmakta: kriz benzeri yürüme episodları geçiriyor ve her seferinde ailesinden, evinden ve hayatın kendisinden biraz daha uzaklaşıyor. Yürümeyi bıraktığında başına ne geleceği, en az hareket halinde olmaya mahkum köpekbalıklarının durumu kadar karanlık. 1974 doğumlu yazar Ferris, Bilinmeyen'le kendisini Ve İşimiz Bitti'yle tanıyan okuru biraz şaşırttı denebilir; Ve İşimiz Bitti'nin kara mizah eşliğinde ortaya koyduğu çalışan insan çilesi, bu ikinci romanda yerini kapkara bir dünyada yapayalnız insanlara bırakıyor. Romanını nasıl tanımladığı sorulunca şöyle diyor Ferris:

12 Ocak 2011 Çarşamba

Çöküş


İŞTEN ÇIKARMALAR BAŞLAMIŞTI. Aylardır söylentileri dönüyordu ama artık resmen başlamıştı işte. Şansınız varsa dava açabiliyordunuz. Siyahsan, yaşlıysan, kadınsan, Katoliksen, Yahudiysen, eşcinselsen, obezsen ya da fiziksel bir özrün varsa en azından dava açabilecek bir gerekçen var demekti. Hepimiz bir ara yeminli ifade vermiş, bir ara tahtımızdan indirilerek azledilmiştik. Tom’un davasında ifade veririz diye düşünüyorduk, bize dava açacağından hiç şüphemiz yoktu. Gerçi dava gerekçesi listesine götlük eklenmediyse Tom’un da dava açacak bir mecrası olamazdı ya… Üstelik bu sadece bizim dediğimiz bir şey de değildi. Eski karısı adamdan nefret ediyordu. Hakkında uzaklaştırma emri çıkartmıştı. Adam yanında bir gözlemci olmadan iki küçük çocuğunu bile göremiyordu. Kadın sırf Tom’dan kaçmak için Phoenix’e taşınmıştı. Aramızda tam bir görüş birliğine varamamış olduğumuz için ona göt diyemiyorduk. Gerçekten Tom için kullanılabilecek başka bir kelime daha yoktu ama Amber Ludwig’in bu sıfata itirazı vardı çünkü hamile kaldığından beri küfüre ve küfürlü ifadelere karşıydı. Gerçi kaba sözlere itirazı olsa da aslında bu hususta oyu çekimserdi.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Daha zinde, daha mutlu, daha üretken

Joshua Ferris, Bilinmeyen'de adı konulmamış bir şeylerin pençesinde yaşayan bir karakterin öyküsünü anlatıyor; kontrol edemediği yürüme nöbetleri yüzünden her şeyini yitiren, zihni ve bedeniyle amansız bir mücadeleye giren bir adamın öyküsünü... Yerleşik düzene katılmayı reddederek yaşamak, dolayısıyla bir "yürüyüp gitme" halinde olmak Amerikan geleneğinde oldukça eskilere uzanan bir hadise - 19.cu yüzyıl ortalarında trenlerle kaçak olarak seyahat eden ve geçici işlerde çalışıp sokaklarda yaşayan hareket halindeki kimselere "hobo" deniyor. Bilinmeyen'in ana karakteri Tim'e öncelikle seçimlerini kendi iradesiyle yapmadığı için hobo demek çok doğru olmaz, ancak sonuçta hobo geleneğinden izler taşıyacak şekilde yollara düştüğü söylenebilir.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Ben, ben, ben


Bodhisattva teknolojiye olan bağımlılığının köklerini içinde etraflıca aramasını söylemişti. E-posta ve cep bilgisayarı, cep telefonu ve sesli mesaj ölümüne tüketimin son uzantılarıydı. İnsanın kendisine dair düşünceleri engellenemez bir biçimde anında ulaşılabilir kılmaktaydılar. Beni arayan kim, bana mesaj çeken kim, beni isteyen kim – ben, ben, ben. Ego her yürüyüşte, her gezintide ön planda, güzel manzaraların ve ufuk çizgisinin önceliğini çoktan ele geçirmiş, derin düşünce şifresini çoktan karman çorman etmiş. Dünyanın bir gün tüm bu dijital afra tafrayı alaşağı edip kendine yeniden değer vereceği, egonun yeniden gökyüzüne, kuşa, ağaca döneceği umudunu kişi artık çoktan yitirmiş...

(Bilinmeyen, Joshua Ferris. Çeviren: Hatice Taş.)

27 Aralık 2010 Pazartesi

Zaman

Senenin son haftasına resmen adım atmış bulunuyoruz. Okunacak metinler, hazırlanacak kitaplar yeniden değerlendiriliyor, programımız her zaman olduğu gibi özetler eşliğinde yeniden şekillendiriliyor. David Foster Wallace'ın İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'ini 2011'in ilk aylarına saklama kararı aldık; 2011 ayrıca Siren dokunuşuyla Jack Kerouac, Henry Miller, Dave Eggers, David Grossman, DBC Pierre gibi yazarların yeni çıkacak kitaplarını da deneyimleyeceğiniz yıl olacak. Çağdaş edebiyata tam gaz devam diyoruz ve bizi izlemeyi sürdürmenizi diliyoruz.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Obje


Kimi romanlar sürpriz unsuruyla okuru sarsmaya muktedir; bir süredir Joshua Ferris'in Bilinmeyen'ine dair yazılar yazıyoruz blogda, bu da onlardan biri olacak gibi. Edebiyat ve müzik kesişti mi sarsıcı birliktelikler ortaya çıkabiliyor; hatırlarsanız burada daha önce Trainspotting ve Morrissey -daha doğrusu The Smiths ve There Is A Light That Never Goes Out- konulu bir yazı da yazmış ve Trainspotting anlatısı içinde The Smiths'in bu en duygusal şarkılarından birinin nasıl da cuk oturduğunu belirtmiştik. Bilinmeyen'de de Ramones ve Beatles gibi kimi gruplardan bahis söz konusu ancak anlatıya katkısı olan bir David Bowie şarkısının altını çizmeden geçmemeli: The Rise and Fall of Ziggy Stardust albümünden Five Years. Haber spikeri ağlayarak söyledi bizlere... Dünyanın gerçekten ölmekte olduğunu...

Bilinmeyen, farklı okumalara açık bir metin; Ziggy Stardust ve Five Years eşliğinde okunduğunda distopik bir yanı olduğu da söylenebilir. Beynim bir depo gibi, acılar içinde; boş yer kalmıyor, içine bu kadar çok şey ve insan istiflemem gerektiğinde gibisinden sözlerle devam ediyor Five Years ve beş yıllık ömrü kalmış bir dünyanın insanlarının ağıtlarını yakıyor. Bilinmeyen ile olan ilişkisini irdelemek okura kalsın; yalnız Bowie'nin bugünlerde Object adlı bir kitap hazırladığını ve kitabın görsel olarak özgün, Bowie'nin yaratıcı süreçlerini açma iddiasında olduğunu söyleyelim. Kitap, önceki yıllara kıyasla sönük geçen Frankfurt Kitap Fuarı'nda öne çıkan projeler arasındaydı ancak içeriği tam olarak açıklanmış değil.

Yazıyı kapatırken Underground Poetix dergisinin halen temin edebileceğiniz son sayısında birbirinden ilgi çekici Kathy Acker, Truman Capote, Henry Miller ve Jack Kerouac yazıları olduğunu söyleyelim ve burada rastladığımız, Irvine Welsh'in Suicide Girls söyleşisinden bir fragmanla bitirelim. Welsh'e gittiği konserler ve dostluk ettiği rock starlarla özellikle de David Bowie ile ilgili bir soru soruluyor; Welsh de Bowie'yi defalarca ektiğini, yanında 13 yaşında bir kız çocuğu gibi davranmaktan çekindiği için onunla karşılaşmaktan imtina ettiğini belirtiyor.

Alttaki resimde, henüz çıkmamış Bowie kitabı Object'den Kirlian tekniğiyle Bowie tarafından çekilmiş bir fotoğraf ve yine Bowie'nin notlarını görüyorsunuz.

Müziğin insanlar üzerindeki etkisinin kestirilemez olduğunu söylemiş miydik daha önce?
Güzel bir hafta geçirmeniz dileklerimizle...

17 Aralık 2010 Cuma

Kaçış biçimleri

Ferris, Bilinmeyen'de belirsizlikle savaşan bir karakterin kaçış öyküsünü anlatıyor. Edebiyat, kaçışa meyilli karakterlerden yana epey zengin; Edgar Allen Poe'nun Kalabalıkların Adamı adlı öyküsü, John Updike'ın Tavşan Kaç'ı (Alef Yayınevi) Bilinmeyen'i okurken ilk akla gelenlerden bazıları. Bilinmeyen'i ilk okuduğum zaman, Jon Krakauer'in Yabana Doğru'da da kullandığı bir Pasternak pasajından izlere rastladım - Yabana Doğru'nun finalinde, Chris McCandless'ın okumakta olduğu Doktor Jivago'da altını çizdiği bir pasajdan bahsedilir: "Bir an, yaşamının amacını yeniden keşfetti. Burada, dünyanın üzerinde, yaşamın vahşi cazibesinin anlamını kavramak ve her şeyi adlı adınca anmak için bulunuyordu." Bilinmeyen'de adı olmayan bir rahatsızlıkla boğuşan Tim, çevresindeki dünyayı dokunaklı bir çaresizlikle adlandırmaya çabalar, kendi belirsizliklerinde yitip gitmemek için. Tüyo vermek istemem, Bilinmeyen örtülü referanslar açısından zengin bir roman, ancak Tim'in "kaçışının" kurgusal olmayan bir karakter olan Chris McCandless'ın kaçışıyla Pasternak üzerinden kesişmesi fikri heyecan verici.

Hafta sonlanırken, şahane bir kitap önerisi: James Woods - Kurmaca Nasıl İşler? Ekin Bodur çevirisiyle Ayrıntı tarafından yayımlanmış. Haftayı buradan bir soruyla kapatalım:

"Hepimizin, hayat tarafından yaratılan ve kendimiz tarafından yazılan kurmaca karakterler olmamız mümkün müdür?"

Kitabın adı neydi peki?

15 Aralık 2010 Çarşamba

Umut var


Belki siyaseten, evet, ülkeler hatırlamalıdır, dünya hatırlamalıdır. Fakat bireysel olarak acı çekenler değil. Bırakın acı çekenler kaçsın acıdan. Herhangi bir kedere düşmeden ölme olasılıkları yüksek çünkü. Kendimden örnek vereyim: diyelim ki Rema kaybolmuş değil de ölmüş olsun, eh, bu tarz çözümsüz bir durumun yaratacağı acı yüzünden kendimi parçalamazdım. Çözülemeyen gizemler sükûnet içinde, ya da buna benzer bir şeyle zamana bırakılmalı. Rema ölmüş olsa onu düşünüp durmazdım – ya da en azından kendime bunu telkin ederdim. Şu an yüzleştiğim durum yani Rema’nın yokluğu, idrak edilemezliğin sınırında duruyor, ama aslında idrak edilemez bir şey değil. Çözüm umudundan tamamen yoksun da değil. İşte bu yüzden bu konuda düşünme izni veriyorum kendime, çünkü umut var.


Pasaj Joshua Ferris ve Jonathan Safran Foer'le beraber New Yorker'ın geleceğin yazarları listesinde yer alan Rivka Galchen'den geldi; Hira Doğrul çevirisiyle Galchen romanı Atmosferik Rahatsızlıklar, bilinmeyen değil ama ender rastlanan bir rahatsızlıktan mustarip bir adamın sancılı arayışını konu alıyor. Eğer adı varsa sorunun, umut da yaşıyor kişi ile. Yaşam sürdükçe.

23 Aralık'tan itibaren Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi, Pera Müzesi'nde; acıdan bahsedip Kahlo'yu atlamak olmaz.

Bulunacak vakit, hem öldürmek, hem yaratmak için (...) Vakit senin için de benim için de, hâlâ daha hâlâ vakit kararsızlıklar için, bin bir karar, bin bir pişmanlık için, kızarmış ekmekle çay ikramından önce.*

(*Alfred J. Prufrock'ın Aşk Şarkısı - T.S Eliot.)