30 Haziran 2011 Perşembe

Akvaryum

David Foster Wallace’ı okumak göz kapaklarınızın zorla açıldığını hissetmek gibiydi. Kimi yazarlar evden uzakta olanı anlatırlar – safariden, İtalya seyahatlerinden bahsederler, savaşa gittiklerinden. Wallace capcanlı varlığını sunar okura ve akvaryumlarda geçen mahmur hayatlardan bahseder – standart televizyonumuz ve mağazalarımızdan, seçim kampanyalarımızdan.
Bunu başaran yazarlar okurla kolay kolay kopmayacak bir bağ kurarlar, Salinger veya Fitzgerald gibi. Kitaplarına anlatacakları öykü veya verecekleri bilgi için değil, hususi bir tecrübe kazanmak adına gömülürsünüz. Tecrübenin adı, bitimli sayfalar boyunca, David Foster Wallace olmaktır.

Wallace yeni bir tarz ve yeni bir tür mizah icat etti. Bu tarz -keskin, dipnotlar ve eklerle yüklü- editlenmemiş, ham kamera görüntülerini andırıyordu. Mizah büyük bir beynin eseriydi, temkinli ve kendi yolunda tökezleyen türden.


Öykü ve denemelerinde Wallace çelişkilerin üzerine gitti: Nasıl iyi yaşarsınız ve bunu başkalarına zarar vermeden, kendinizi utandırmadan nasıl yaparsınız? Bu tür bir komedi, gerçekte yarattığımız kargaşalarla onların üzerlerine giydirdiğimiz iyi niyetli maskelerin aralarındaki farklardan doğar.

Bir ıstakoz festivaline dair yazarken ilgisini çeken oradaki kalabalıklar ya da yiyecekler değildir Wallace’ın. Ocakta kaynayanı düşünür. Bütün mizahı bir yana, Wallace’ın ilgisini çeken ve kaygılandıran şey, ne denli geniş gülümsersek gülümseyelim, dişlerimize takılmış olan et parçasıdır.

1000 sayfalık romanı Infinite Jest ile adını duyurduktan sonra bir hafta boyunca Wallace ile söyleşi yaptım. 2 köpeğiyle yalnız yaşıyordu. En iyi kitaplarının “yalnızlığa dair sohbetler,”den ibaret olduğunu söyledi. “Yazar işini doğru yaparsa, okura ne kadar zeki olduğunu anımsatır. Okurun zaten bildiği konulara onu uyandırır.”

Zekasıyla tanınan biri için kendini algılama biçimi oldukça mütevazı sayılırdı; bir emekçi gibiydi daha çok. “Çok zeki bir yazar değilim belki,” dedi, “ama çok, çok çalışıyorum. Bir odada 24 saat boyunca yalnız mı kalacağım? O zaman oldukça zeki olabilirim.”

Utangaçlıktan, ünlü olmanın verdiği “tuhaf heyecandan” bahsetti – “Bir yanım hoşlanıyor aslında,” dedi, “ama o yanım fazla baskın değil.”

Yalnızlıktan ve özbilincine dair şeylerle yaşadığı itiş kakıştan bahsetti ve bunun kimi zaman kendine zarar vermesine yol açacak kadar kötü olduğunu söyledi.

Bir arkadaşının başarısız intihar girişiminden bahsetti, bunun onu nasıl korkuttuğundan. Güldü. “Ben sadece, sadece – Eğer biri intihar girişimini eline yüzüne bulaştıracaksa, o ben olurum sanıyordum.”

Ve başardı. Yetenekli biri kendini öldürdü mü, sanki okulun en başarılı öğrencisi eğitimini yarım bırakmış gibi hisseder insan. Trajedisi bir kenara, kişisel bir kaygıdan yola çıkan bir soruyu tetikler: Bizim görmediğimiz neyi görmüş olabilir? Ailesinin kaybı akla hayale sığmaz boyutta. Bizlerin işi, nispeten kolay.

Başka hiçbir yazar, içinde yaşadığımız çağı bu denli net görememiştir. Wallace’ın okurları onun hep orada olacağını sanıyorlardı; biz yolumuza devam ettikçe uzaktan takipte olacağını ve bizleri kendi temiz dünyasına davet edeceğini. Son kitabında intiharla ilgili bir öykü yazdı, intiharın “kelime anlamıyla tarif edilmez olan ve kendiyle yıllardır süren savaşından kaynaklandığını” söyledi.

Öyküyü şu şekilde bitirmişti: “Başka söze gerek yok.”

- David Lipsky

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder