İki haftadır blogumuzu New Yorker'ın geleceğin yazarları olarak nitelediği 40 yaşın altındaki 20 yazardan Joshua Ferris, Rivka Galchen ve Jonathan Safran Foer'e ayırdık. New Yorker bu listeyi her on yılda bir yapıyor; 1999'da yayımladıkları listede David Foster Wallace, Jonathan Franzen ve Jeffrey Eugenides gibi devlere yer vermişler ve bu isimler 2000'li yıllarda dünya edebiyatının rotasını değiştiren kitaplara imzalarını atmışlardı. Yeni olana karşı genellikle şüphe ile yaklaşıldığı düşünülürse, bu her biri 20'li ve 30'lu yaşlarındaki yazarların özgün sesleri ile tanınması her bağlamda müthiş umut verici. New Yorker editörleri bir diğer yazarımız Dave Eggers'ı sıralamaya yaş tahdidinden dolayı almadıklarını açıklamışlar örneğin.(Eggers 41 yaşında.)Liste zihniyeti tartışılır elbette, listelerle aramızın pek hoş olmadığını daha önce de söylemiştik. Gençlik, belki de, ona sahip olmayanların en çok özlediği ama saygı göstermeye pek meyilli olmadıkları bir mecra; klasikler, oturmuş yazarlar bir kenara söyleyecek sözü olan genç edebiyatçıların da bu anlamda tanınması -bir liste vesilesiyle de olsa- bu açıdan önemli. Ötesini bu genç yazarlardan 1977 doğumlu Jonathan Safran Foer'e bırakalım:
“Her iyi kitap aşağı yukarı benzer şeyler ifade etmeye çabalar. Her kitap aileye, ölüm gerçeğine, cinselliğe ve benzer şeylere dair bazı temel hususları irdeler. Ama bunlar uzun yıllar boyu irdelenmiş ve irdelenmeye çabalanmış temalardır, öyle ki kelimelerin sürecin içinde ölüp gitmesi işten değildir. Öyküler de ölür. Bunları mümkün olan en sade biçimde ifade edebilmek için bazen alışılmadık ve dolambaçlı rotalar izlemek gerekebilir. “Seni seviyorum” gibi bir ifadenin bir anlamı kalmamıştır artık dünyada. Herkes duymuştur bunu, hem de birden fazla kişiden. Öyleyse söylendiğinde bir şey ifade etmesi nasıl sağlanır? Gerçekliğinin gösterilmesi gerekir. Bunu söyleyecek yeni yollar keşfetmek gerekir. Belki yine aynı iki kelime farklı bir yerde kullanılır. Belki farklı bir tonlamayla söylenir ya da bu cümleyi sarf ettiğiniz kişiye ne anlama geldiği açıklanır. Kitaplar da böyledir işte… Yazmaya başladığımda sandığımdan çok daha esnek bir uğraş olduğunu anladım; kısıtlı ve sınırlı tarafları bire bir benim kendi kısıtlanmışlığım ve sınırlarım tarafından belirleniyor… Kulağa biraz safça geliyor belki ama zamanın ben fark etmeden geçip gidebileceği düşüncesi beni çok korkutuyor; kendimi bir şekilde zamanın içinde kayıt edemeden ya da zaman geçerken elimden ne geliyorsa onu yapmış olduğumu hissedemeden geçmesi fikri korkutuyor beni…”
(Identity theory web sitesinden aktarılmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder