18 Ekim 2010 Pazartesi

Şansın rolü

Hep çok şanslı olduğumu düşünmüşümdür. İnsanlarda şansın hayattaki rolünü küçümseme eğilimi olduğunu düşünüyorum ve bunu kontrolden yoksun olduklarını inkar etmek için yapıyorlar. Ben böyle değilim. Çok sanslıydım ben. İnsanları eğlendirmeye yönelik bir yatkınlığım olmasaydı başka şeyler yapmak için uğraşırdım, ne yapardım bilmiyorum. Elimden gelenin en iyisini yapardım sanırım. Garip bir rastlantı sonucu insanları güldürebilen biri olmayı becerdim. Pek çok imtiyazla dolu bir hayat sürdüm ve bunun tek sorumlusu şanstı. Kabul ediyorum bunu. Şansımı bütünüyle doğrulayacak şeyler yapmamış olabilirim, daha iyisini yapabilmeyi isterdim.

15 Ekim 2010 Cuma

Hayal fabrikası

Geçtiğimiz hafta yayıncılık sektörünün en geniş kapsamlı organizasyonu Frankfurt Kitap Fuarı vuku buldu, Türkiye gündeminin kaynayan kazanı içinde atlamış olabilirsiniz. 300,000'e yakın ziyaretçi sayısıyla beş gün süren fuar boyunca yayıncılar, yazarlar, yazar ajansları ve sektörün farklı dallarında faaliyet gösteren insanlar şehre akın edip, yarım saatlik görüşmeler ve türlü farklı organizasyon dahilinde dünyada yayıncılık alanında neler olup bittiğine dair fikir edinme fırsatı buldular. Şehrinize tüm dünyadan yüzbinlerce insanın geldiğini ve bir yerlere kapanıp kitaplardan konuştuklarını düşünün bir! Jonathan Safran Foer, Her Şey Aydınlandı'da uzaydan bakan birinin sevişen çiftlerin kıvılcıma benzer parlamalarını seçebileceğini anlatır (kurgunun şiirseliği) ya; kitap okuyan, kitap üzerinden dünyaya bakan ya da işi gücü kitap olan yüzbinlerce insanın bir yerlerde toplanması da benzer bir etkiye sahip olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan... Bir salon dolusu kalabalığa bakıp herkesin birbirlerine kitaplardan bahsettiğini görmek, surreal denebilecek bir etki bırakıyor.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Hayatın çevirisi

İskelelere doğru seğirten kıçtan takma motorların gürültüsü, yükleri indiren adamların sesleri, soda, bira makarna ve domates konservesi taşıyan kamyonların köprülerde çıkardığı iniltilerle hayata dönüyor şehir. Her tarafından Venedik akan bu fotoğrafı, aşkı düşünerek çektim.
Bana aşık olsaydın, bu an farklı görünmezdi. Bana aşık olmasaydın da farklı görünmezdi; ama ben bu sahneyi, bana aşık olup olmaman üzerinden okudum, sanki aşk, hayatın çevirisiymiş gibi.

Belki de öyledir. Yoksa nasıl okuyacağız? Nasıl yazacağız? Gördüğümüz şeyi okur, ardından baştan yazarız; belki de, başka türlü yapmak yerine, buluşlarımızı üstlenmek daha iyidir.

Bak burada Aschenbach, Tadzio'nun peşinde; hiç ifade edemediği şeyi hayatında ilk kez hissediyor. Bak, burada bir kadın suyun üstünde yürüyor.

Hiç değilse bu, aşık olmaktan daha kolay.


(Jeanette Winterson, ÜÇ HARFLİ KELİME: AŞK. Çeviren: Sıla Okur.)

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gerçek yazar

Bilinmeyen adlı romanı ay sonunda huzurlarınızda olacak Joshua Ferris, New Yorker'ın geleceğe yön verecek edebiyatçılar arasına aldığı bir isim; bu blogda da bundan epey bahsettik sanıyorum. New Yorker listesine girmesinden bir buçuk yıl kadar evvel, Ve İşimiz Bitti'yi yayımlamış ve Ferris'in Hürriyet gazetesinin Keyif ekinde yer alan bir söyleşi vermesini sağlamıştık. İşte, o söyleşiden alıntıladığımız ve geleceğe yön vereceği söylenen bu genç yazarın yazıya dair düşünceleri:


S: Yazar olmak için çok çabaladınız mı?

C:... Biraz önce kendimden bahsederken “gerçek” yazar dedim… Ne demekse… Her ne kadar yazarlıktan yazarlığa fark olsa da, bir veya birden fazla yayını olan biri hiç basılmamış kitaplar yazan bir diğerinden daha “gerçek” bir yazar sayılmamalı bence. Yazdığınız sürece “gerçek” bir yazarsınız, bu kadar basit.

Yazar olmak için gereken de bu: Okumak ve yazmak. Disiplin. İrade. Arzu. Yoğun bir düşünce süreci. Usanmadan araştırma. Bol sabır. Ve tonlarca uğraş.


S: Bu kitabın (Ve İşimiz Bitti) bu kadar çok ilgi görmesi sizi çok mu şaşırttı?

C: Şaşırdım, evet. Ama daha yazmadığım pek çok kitabım var. Haliyle eleştirmenlerin karşısına çıkmadılar. Beğenilecekler mi, başarısız mı olacaklar henüz belli değil. Bu kitabın başarısının onlar üzerinde bir etkisi olmayacak. Yine de sabah uyanıyorum ve yazının başına oturuyorum. “Gerçek” bir yazarın yapacağı bu çünkü… Beğenilse de beğenilmese de.

8 Ekim 2010 Cuma

Limon suyu



Hürriyet gazetesinden 23 Eylül tarihli bir haber; başlığı "Her Şey Tamamdı, Gürültü Hariç." Haber, Arnavutluk'ta birkaç soyguncudan bahsediyor; bir banka soymak için oranın üst katını kiralayıp kazmaya başlıyorlar ve sonunda fazla gürültü kopardıkları için yakalanıyorlar. Bu tarz haberlerde sık rastlanmayan bir şekilde muhabir Woody Allen'a gönderme yapmış ve hadisenin tıpkı Küçük Sahtekarlıklar (Small Time Crooks) filmini anımsattığını belirtmiş. Filmi bilen bilir sanıyorum, gerçi sinema tarihi beceriksiz soyguncu temalı soygun filmleri yönünden epey de zengin. New York Times kaynaklı bir başka akıllara durgunluk verici haberi ve makaleyi anımsamadan edemiyorum; Andre Breton'dan "Varoluş başka yerde" alıntısıyla başlayan makale, Pittsburgh'de gündüz vakti birkaç bankaya elini kolunu sallayarak giren ve kasayı kaldıran hırsız McArthur Wheeler hakkında. Wheeler, yüzünü gizlemeye yönelik bir çaba göstermediğinden soygunların hemen sonrasında kolaylıkla saptanmış ve tutuklanmış; ama işin tuhafı, onu almaya gelen polisler karşısında büyük bir şaşkınlık geçirmiş ve şöyle demiş: "Ama limon suyu sürmüştüm!"

6 Ekim 2010 Çarşamba

Modern bir intihar yöntemi


Joshua Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, ay sonunda raflarda olacak. Ferris, blogda sık sık bahsettiğimiz bir yazar; ilk romanı Ve İşimiz Bitti ile yakaladığı kendine ait bir okur kitlesi de mevcut. Bilinmeyen, ton olarak Ve İşimiz Bitti'nin keskin mizahından epey uzak; ancak Ferris'in her iki kitapta da -bambaşka biçimlerde- günümüz insanının çıkmazlarını, özellikle çalışma hayatı üzerinden irdelediğini söyleyebiliriz. Ve İşimiz Bitti, kolektif anlatılan bir öyküydü; Bilinmeyen ise tek bir karakterin yaşamına odaklanıyor - avukatlık yapan ve günün birinde tanısı konulamayan bir 'şey' yüzünden hayatı ve hayatla ilişkisi yeniden tanımlanmak zorunda kalan bir adamdan... Gerisi, hikayenin kendisinde gizli, şimdilik bu kadar ipucu yeterli sanıyorum. Yukarıdaki görsel Nathan Sawaya'ya ait; Sawaya, tıpkı Ferris'in Bilinmeyen'de yarattığı ana karakter gibi avukatlık yaparken işinden ayrılmış ve sonrasında legolarla yaptığı çalışmalarla büyük ün kazanmış bir figür.

Ve İşimiz Bitti'nin girişi için çevrimeni Duygu Günkut bir önsöz yazmıştı; onu burada paylaşalım ve Bilinmeyen'i bekleyin, diyelim:

"Ey gökleri delercesine yükseklere uzanan plazaların döner kapılarından girip çıkan isimsiz kahraman! Bu kitabı gülerek oku, e mi? Bu hayat başka türlü çekilmez. Hem işini bırakıp bir deniz kıyısına da yerleşemiyorsun madem… Ayrıca gönderdiğin e-postalara biraz özen göster. Dikkatsizliğin işten atılmana bile yol açabilir!

Ben bu yazarı çok sevdim!

4 Ekim 2010 Pazartesi

Hayatın gerçekleri

Kitap, kendisiyle girilecek ilişki tayin edilmiş bir obje; kitabı, haliyle, elimize alıp okuyoruz.(Anlamlı bir şekilde aktarılmış olduğu söylenen ilk Hititçe cümledeki gibi doğrudan: "Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz.") Ama bu, sanatın kitabı türlü yaratıcı biçimde gündelik hayata sızdırmasına engel değil elbette. Daha önce burada Dieter Roth'un edebiyat sosisinden, Matej Kren'in kitaplarla yarattığı evrenlerden ve elbette ki Borges'ten söz etmiştik. Roberto Bolano, müthiş romanı 2666'da kitaplarla insanlar arasındaki ilişkiye dair Marcel Duchamp'tan esinlenilmiş bir mizansen çiziyor ki, hayali bile heyecan verici. Şöyle ki; Marcel Duchamp, yeni evlenmiş olan ve Paris'te yaşayan kız kardeşine düğün hediyesi olarak bir geometri kitabı satın almasını ve kitabı balkonlarında bir çamaşır ipine asmasını söylüyor. "Rüzgâr böylelikle kitabı kendi karıştırsın, beğeneceği problemleri seçsin, sayfaları çevirip yırtsın diye." 2666'da olan bitenleri anlatma niyetinde değilim; ancak hadisenin mandallar, çamaşır ipi ve bir geometri kitabını içerdiğini söyleyeyim. Duchamp'ın düğün hediyesi, 1919 yılında kız kardeşi Suzanne tarafından uygulanmış ve kitabın yok olmadan evvel "hayatın gerçekleriyle" tanışması sağlanmış. Kağıt üzerindeki harflerin kasıtlı beraberliğinde, organik bir varlık söz konusu - çamaşır ipine asılan kitapla rüzgârın ilişkisi, rüzgârın orada asılı bulunabilecek çarşafla ilişkisinden tamamen farklı.

Bunlardan bahsetmişken söyleyelim; kapak tasarımlarımızın müsebbibi Nazlım Dumlu, Tophane-i Amire'deki Liselim sergisinde işlerini sergiliyor, 9 Ekim'e değin sürecek sergiyi şiddetle tavsiye ederiz.

Yazının görseli Alycia Martin'in kitap temalı yerleştirmelerinden; kitabınız bol olsun.

1 Ekim 2010 Cuma

Bilinmeyen

Ekim ayı kitaplarının son hazırlıkları tüm hızıyla sürerken hatırlatalım, önce Woody Allen'ın Eğrisi Doğrusu ardından Etgar Keret'in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ve Joshua Ferris'in Bilinmeyen'i raflara düşecek. Ferris, bu blogda zaman zaman bahsettiğimiz, genç ve parlak bir yazar; New Yorker onu geleceğe yön verecek yazarlar arasında sayıyor, ilk kitabı Ve İşimiz Bitti ise yayımlandığı yıl pek çok ödüle aday gösterilmekle beraber The New York Times'ın Yılın En İyi Romanları sıralamasında ilk beşte yer almıştı - ki bu, ilk romanını yayımlamış bir yazar için ayrıca önemli. Yeni kuşağın en özgün ve yetenekli kalemlerinden biri sayılan Ferris'in yeni romanı Bilinmeyen, yazarın olgunlaştığının ve çağdaş edebiyatın ağır topları arasına şimdiden kurulmaya niyetlendiğinin göstergesi. Ferris, ilk romanı Ve İşimiz Bitti'yi bir ara çekmeceye tıkıp yakmayı düşündüğünü belirtmiş ve şunları söylemiş:

"Ne yazmak istediğimi biliyordum ama doğru sesi bulamamıştım. Sonra bir gece ilk iki cümle aklıma düşüverdi. Kalktım ve yazmaya koyuldum. Sesi kafamda duyabilmek muhteşem bir duyguydu ama korkutucuydu da, hepsini sayfalara dökemeden bir arabanın altında kalıp öleceğimden emindim. Öyle ki o ara yürüyüşe çıkmayı ve markete gitmeyi bile bıraktım ve eve sürekli dışarıdan yemek söyler oldum - beni öldürme olasılıkları bir arabanınkinden daha yüksek olan yemekler. (...) İşimi seviyorum ben. Yazmaya bir gün ara versem huzursuzluğa gark oluyorum."

Bilinmeyen'de Ferris, tanısı konulamayan bir hastalığın pençesinde hayatı giderek tuhaflaşan bir adamın öyküsünü anlatırken yine bizlerin hayatlarına ve hayata dair hiç sorgulamadan kabullendiğimiz pek çok şeye yöneltiyor oklarını. Ve İşimiz Bitti'deki ironinin yerini, bu kez derin bir hüzün kaplıyor. Varoluşun sefaleti mi desem, günümüz insanının çıkmazları mı bilemiyorum. Kafa yormaya değer.

Resimde efsane sanatçı Jackson Pollock büyük bir ciddiyetle resmi üzerinde çalışıyor. Günler, haftalar, aylar geçiyor ve insanın işi çalıştıkça -beklenenin aksine- çoğalıyor. Bilinmeyenlere inat, kendimizi bilerek yaşayabilmemiz dileklerimizle...