Barthelme’nin Pamuk Prenses’i, üniversite öğrenimi görmüş bir genç kadın. Yedi çalışkan adam ile paylaştığı hayatının sıradanlığından son derece mustarip, onu kurtaracak prensi beklemekte ısrarlı ve hikâyesinin doğru düzgün bir son temin edemiyor oluşundan ötürü son derece şikayetçi. Barthelme’nin çok katmanlı anlatısı, Pamuk Prenses karakteriyle, dönemin kadın hakları hareketi sayesinde birtakım özgürlüklere kavuşmuş ancak toplumsal açıdan kendini henüz gerçekleştirememiş kadınını karikatürize ediyor. Öyle ki, anlatının akışı Pamuk Prenses’i üniversiteden mezun ederek çağdaşlaştırsa da prensini bekleme çıkmazından kurtarmıyor… Ya da beraber yaşadığı erkeklerden sıkıldığını ve yalnızca hayal gücü yoksunluğundan onlarla birlikte olduğunu açıkça ifade etmesini sağlasa da, hakkında başkalarının neler diyeceği endişesinden azade kılmıyor. Böylelikle; romanda karşımıza dönemin muhalif dergilerinden Dissent’i okurken çıkan Pamuk Prenses, yine de kendi kaderini çizecek ölçüde bağımsız ve içinde yaşadığı düzene karşı “muhalif” olmayı başaramıyor.
Barthelme’nin Pamuk Prenses karakteriyle metalaştırdığı ve romandaki diğer erkeklerin gözünde metalaşmış olma durumunu alaycı bir biçimde ortaya koyduğu kadın figürü, oldukça çaresiz ve bıkkın bir halde karşımıza çıkıyor. Romanın başlarında dünyada “hep duyduklarından farklı kelimeler” olmadığına dair serzenişte bulunan Pamuk Prenses, ne olduğunu tam olarak bilmediği yeni bir yaşam ve bakış açısına özlem duysa da, dönüşüm umutlarını meçhul bir prense odaklayarak kadına biçilmiş geleneksel hareket zeminlerinin dışına taşmakta başarısız oluyor.
Memnuniyetsizliğini ve maddesel dünyaya erkeklerin egemen oluşuna karşı duyduğu hıncı, konuştuğu dile isyan ederek ifade ediyor Pamuk Prenses: “Ah, şu elektrik bağlantılarına erkek ve dişi diyen adamı bir elime geçirebilseydim! Kendisinin çok dünyevi olduğunu düşünmüş. Bir de arabalarda platinin çapaklanmasını meme yapmak diye tanımlayan adamı elime geçirebilseydim!.. Gelip de beni ciddi olmamakla suçlamayın. Kadınlar ciddi olmayabilirler ama en azından lanet olası bir ahmak sürüsü değiller.”
Barthelme’nin metnin yazarı olarak dile dair duruşu, postmodernizmin bir diğer önemli ismi Lacan’a akrabalık kurarcasına paralel. Romanda dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle ve ötekilerle ilişkisini düzenlemesi açısından toplumsal statükonun prangası işlevini görmekte. Pamuk Prenses’in dünyada hep duyduklarından farklı kelimeler olmasını dilemesi de dilin bu bağlayıcı ve tanımlayıcı niteliğine yönelik bir isyana dönüşüyor.
Barthelme, Pamuk Prenses’te üslupsal olarak dilin hükümranlığını kırmaya çalışıyor. Metni yinelenen ve yinelendikçe içi boşalan ifadelerle deyişler üzerine parça parça yapılandıran yazar, içeriği ve üslubu bir kolaj oluşturacak şekilde kaynaştırıyor. “Çöp fenomeni” adını verdiği kültürel hastalığı tanımlarken, ülkedeki kişi başına çöp üretiminin 1920’deki günde 1,25 kilodan, 1965’te günde 2 kiloya çıktığını, ayrıca her yıl yaklaşık yüzde dört oranında arttığını, bu oranın muhtemelen yükseleceğini ve çok yakında yüzde yüz noktasına ulaşabileceğini söylüyor: “Tabii öyle bir noktada sorun, kabul edersiniz ki, bu ‘çöp’ü imha etme sorunundan niteliğini değerlendirme sorununa dönüşür, çünkü sonuç olarak elimizde olan yüzde yüz çöptür, değil mi? Böylece çöp ‘imha etme’ sorunu artık ortadan kalkabilir, çünkü her yer çöp olur. O halde öğrenmek zorunda kalacağımız tek şey onu nasıl belleyeceğimiz – argo oldu ama cuk oturdu buraya.” Barthelme’nin Pamuk Prenses’inin başıbozuk olarak nitelendirilebilecek kurgusu, doğrusal anlatılarla dalga geçen fragman kullanımı, hikâyeyi “çöpsü” denilebilecek ifadelerle bir “battaniye” etkisi yaratarak örtmesi; sosyal eleştiri niteliği taşıdığı gibi, dile son derece hâkim bir yazarın söz oyunlarıyla maharetini gözler önüne seriyor. “Ev katırı” olmaktan bıkan Pamuk Prenses’ten hükümetin şiire savaş açmasına varana değin, anlatının içeriği ve biçemi örtüşerek uçsuz bucaksız bir gönderme, eleştiri ve mizah eksenine kayıyor.
Barthelme’nin romanı Pamuk Prenses, geleneksel kadın-erkek rollerine, tüketim kültürünün maddesel ve psikolojik etkilerine ve katillerin kahramanlık sanrılarıyla onanmalarını mümkün kılan hamaset söylemlerine ironi aracılığıyla dokunmasının yanı sıra, biçem açısından benimsediği bozguncu yaklaşımla da dikkate şayan. Bir masaldan yola çıkması ise -sonradan John Barth’ın Khimaira’sında da rastlandığı gibi- klişeleşmiş ve ezberlenmiş olanı sarsmaya yönelik bir çaba. Bu çaba, anlatının birinci bölümünün sonunda yer alan ve okuduğumuz metnin bildiğimiz Pamuk Prenses’e benzeyip benzemediği sorusunu da içeren test ile perçinleniyor. Yazar, okuruna mühim bir soru yöneltmeyi ihmal etmiyor burada: “Hikâyede yeterince palavra var mı? ( ) Yeterince palavra yok mu? ( )”
Pamuk Prenses’in tüketime endeksli ve yaratıcılıktan delicesine korkan kapitalist erkekleri, beceriksiz ama yine de mavi kanlı bir prensi, kendi kötülüğüyle beslenen bir cadı figürü ve arıza olarak adlandırılabilecek bir kötü adamı mevcut belki… Hasretini çektiği, yokluğundan yakındığı şey ise anlamlı bir varoluş platformu. Ancak Barthelme’nin çizdiği yer yer surreale yaklaşan, ürettiği çöp yığınlarının içine gömülmüş, “çivisi çıkmış” dünya resminde “anlamlı” bir varoluş söz konusu değil gibi görünüyor. Ve bu durumda donanacak tek bir silah var: İroni.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder