11 Mart 2011 Cuma

Özgün


Blog yazmak, yazı yazmaktan temel anlamda farklı bir deneyim olarak kabul edilebilir mi? Romancı Michael Chabon (Kavalier ve Clay'in Akıl Almaz Maceraları, Everest) The Atlantic için bir hafta boyu blog yazmış ve blog yazma hadisesini romancılıkla kıyaslamış. Chabon'un deneyimine dair söyledikleri, blog yazmaktan epey zevk aldığını ve bu mesaiyi diğer tüm yazı mesailerinden ayrı tuttuğunu gösteriyor. Roman yazarının işi gereği bazı fırsatları kaçırmak zorunda olduğundan, roman yazımının gerektirdiği içine kapanma ve zihninde bir şeyler damıtma durumundan bahsetmiş ve blog yazarını fırsatları değerlendirerek o an olan bitene dahil olarak adeta izleyicilerinin ceplerindekilerle jonglörlük yapan bir sanatçıya benzetmiş. Haliyle yaşadığımız coğrafyada blog yazarlarının içlerinde bulundukları şartlara dair söylenebilecek pek çok farklı şey de mevcut, ancak Chabon'un haklı olduğu nokta, yazarın blog üzerinden okuruyla anında ve doğrudan bağ kurabilmesi ve daha dolaysız bir ilişkiler ağının içinde yer alabilmesi. (Elbette, ideal bir ortamda blog yazmak bahis konusu burada, kısıtlamalar altında değil.) Chabon'un Kavalier ve Clay'i çağdaş edebiyatın mihenk taşlarından biri; radarınıza almanızı önereceğimiz bir kitap.

Günlük takip ettiğimiz sitelerden birinde, Hanif Kureishi'nin Faber tarafından yayımlanacak Toplu Makaleler kitabından uzunca bir alıntıya rastladım bu hafta. Kureishi, madem Chabon'u işaret ettik, çağdaş edebiyat dendiğinde unutulmaması gereken bir diğer yazar; Varoşların Buda'sı ya da Yakınlık 90'ların sonunda hakim olan karamsar atmosferde özgünlükleriyle ışıldayan metinler. Kureishi, makalesinde yazarlık hadisesinden bahsediyor ve ilginç bir tüyo veriyor: Yazı yazarken tıkandığında Freud'un serbest çağrışım yönteminden faydalandığını, Freud'un da bu öğretideki ilhamını Ludwig Borne'dan aldığını söylüyor. Karanlık bir haftayı kapatırken, Borne'un The Art of Becoming an Original Writer in Three Days (3 Günde Özgün Bir Yazara Dönüşme Sanatı) adlı makalesine bırakalım sözü:

İnsan gurbette doğmuştur: Yaşamak için yurdunu araması gerekir. Ve düşünmek yaşamaktır. Düşüncenin anayurdu yürektir: bu kaynaktan temiz su içmek isteyenin kendi temizliğini yaratması esastır. Bir ırmaktır zihin; binlerce insan kenarında konaklamış ve yıkanmak, içine girmek ve benzeri eylemlerle sularını kirletmiştir. Zihin silahtır, irade yürek. Kişi güçlenebilir: gücünü büyütebilir.
Peki onu kullanacak cesaretin yoksa, güç neye yarar? Düşünmekten utanmak ya da korkmak, engeller bizi. Devletin uygulayabileceği herhangi bir sansürden daha ağır olanı, toplumun zihnimizin işleyişi üzerinde uyguladığı sansürdür. Daha iyisini üretebilmeleri için pek çok yazarın daha zeki olmaya değil, daha karakterli olmaya ihtiyaçları vardır.(...) Piyasada baskın olan sesleri değil de kendi sesini dinleyen, yüreğinin öğrettiklerini diğerlerine açan kişi her zaman özgün olacaktır. (...)İşte, şimdi size bahsettiğim alıştırmayı anlatıyorum: Bir deste kağıt alıp yazın. Üç gün boyunca, aklınızdan geçen her şeyi, duraklamadan ve değiştirmeden yazın. Kendiniz hakkında düşündüklerinizi, eşinize dair düşüncelerinizi, Türklerle savaşa dair fikirlerinizi, Goethe hakkındaki düşüncelerinizi, Fonk'un yargılanmasına dair aklınızdan geçenleri, Mahşer Günü hakkındaki fikirlerinizi, üstlerinize dair düşündüklerinizi yazın. Üç günün sonunda nasıl da yeni, duyulmadık fikirlerin zihninize aktığına şaşıracaksınız. Ve bu da, dostlarım, size üç gün içinde nasıl da özgün bir yazara dönüşebileceğinizi gösterecek!

1786-1837 yılları arasında yaşamış Börne gibi bir yazarın, Kureishi gibi çağdaş edebiyatın önemli isimlerinden birine ilham kaynağı olması ilginç; Börne'nin zamanında Endüstri Devrimi sonrası yaşamda bir hız artışı olduğunu unutmazsak 3 günlük alıştırmanın bir yandan bu döneme ironi yüklü bir yorum getirdiği de gözden kaçmıyor.

Hafta boyu dile getirdiğimiz temenniyi yineleyerek bitirelim sözü:

Sesinizi duyurun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder