(Bugünkü yazıda geçtiğimiz ay Milliyet Kitap ekinde yayınlanan Karin Karakaşlı imzalı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yazısına yer vermek istiyordum ancak Milliyet, Kitap içeriğini web ortamına taşımamış henüz; onun yerine Varlık dergisinde yayımlanmış bir tanıtım yazısı var aşağıda; ayrıca söyleyelim Kaya Genç, Jonathan Safran Foer'le Skype üzerinden bir söyleşi yaptı, yazısını bu ayki Vogue dergisinde okuyabilirsiniz. Görsel Josef Sudek'e ait.)
“Doğan her şey ölmek zorundaydı ki bu da hayatlarımızın gökdelenlere benzediği anlamına geliyordu. Duman farklı hızlarda yayılıyordu ve bizler içlerinde sıkışıp kalmıştık.”
1977 doğumlu Jonathan Safran Foer, Amerikan edebiyatının yeni ve ilgi çekici kalemlerinden biri. İlk romanı Everything is Illuminated ile edebiyat dünyasına sarsıcı bir giriş yapan bu genç yazar, Granta’nın 2007 yılı En İyi Genç Amerikan Yazarları seçkisinde yer almış ve Guardian İlk Roman Ödülü’ne layık bulunmuş. İlk romanında Ukrayna’ya yaptığı yolculuk üzerinden Yahudi soykırımını yenilikçi bir dille anlatan Foer; zeka pırıltıları ve insancıllıkla ışıldayan ikinci romanı Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın’da kullandığı doludizgin tempo ve zengin anlatım teknikleriyle dikkat çekiyor.
Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın, iletişimsizlik, toplumsal şiddet, yalnızlık ve arayış temalarıyla beslenen bir roman. Romanın kalbinde yer alan anlatıcılardan Oskar Schell, babasını bir tesadüf eseri 11 Eylül saldırılarında kaybetmiş, hayat ile oyunları ve icatlarıyla baş etmeye çalışan dokuz yaşında bir çocuk. Oskar’ın babasının eşyaları arasında bir anahtar bulmasının ardından çıktığı ve New York şehrinin farklı açılımlarına varan keşif seferi üzerinden Foer, hümanizma dozu yüksek bir anlatıyla insanlık serüveninin karanlık noktalarının tümüne, Dresden Bombardımanı’ndan Hiroshima’ya değin uzanarak eğiliyor. Yer yer Italo Calvino’yu çağrıştıran muzip bir dinamizm ve Paul Auster’ın “aydınlık” anlatılarından izler taşıyan bir iyimserlikle, Foer hayatı kurguyla, kurguyu hayatla birebir kaynaştırıyor.
Sözün bittiği yerde, üst üste binen satırlar, boş sayfalar ve akıllardan ne yapılırsa yapılsın silinemeyecek resimler öyküyü destekliyor ve söylenebilenlerin yoğunluk derecesini artırıyor. Oskar’ın babası olduğunu hayal ettiği, alevler içindeki İkiz Kuleler’den atlayan, gökten düşen adam resimleri gibi. Durmaksızın icatlar yapan Oskar, kuşyeminden bir gömlek icat ediyor mesela, yanan bir gökdelenin içinde hapis kalarak hayatından kaybolan babasını hayallerinde kurtarabilsin diye. O zaman, işte o zaman, sözün bittiği, tüm çözümlerin tükendiği bir yerlerde, yanan bir binadan atlayıp yere çakılmaktansa göklere yükselmek mümkün olabilirdi. Ya da düşüşü belgeleyen fotoğraf karelerinin sırasını sondan başa doğru dizerek… İşte o zaman, Oskar’ın da dediği gibi, “Güvende olurduk.”
Foer’in becerisi, Hiroshima’dan Dresden’e ve 11 Eylül saldırılarına dek uzanan bu geniş açılımlı romanda insancıllığı ön planda tutarak yaşamın dehşetini ve güzelliğini bir arada ve iç içe geçmiş şekilde yansıtabilmesi. Konu aldığı insanların hayatlarındaki teğetlerin, çıldırtıcı tesadüflerin ve kan bağı ile kurgulanmamış akrabalıkların ötesinde, Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın yaşama sevinciyle dolup taşan bir roman. Birdenbire havalanıp, Oskar’ın tabiriyle aşırı gürültülü bir şekilde ve inanılmaz yakından geçerek doludizgin kanat çırpan bir kuş sürüsü misali, yaşamın insanı alıp önüne katan, tüm yaraların ötesinde kendi döngüsü içerisinde kanatlanmaya zorlayan ışığı, formlara meydan okuyan bu anlatıda sayfalardan dışarı taşıyor. Ve aydınlattığı yerde insanlık tarihi boyunca tanık olunmuş büyük kötülükler, derin acılar ve onulmaz yalnızlıklar; masallar, hayaller ve icatlarla buluşarak, hiçbir şeyin siyah ve beyazdan ibaret olmadığını ve tüm karanlıklara rağmen yaşamın gölge oyunlarında ne denli becerikli olabileceğini gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder