Şubat ayının kırmızılı pembeli, parlak ambalajlı cafcafına kıyasla, Üç Harfli Kelime’nin mektupları sade ve gösterişsiz. Kitap, Jonathan Lethem’in kaleminden yazılmış, Mars’ın ağzından Dünya’ya hitaben tutku ve hiddet dolu tehditkâr bir mektupla açılıyor: ‘‘…Niye seni istediğimi bilmiyorum bile ve düşünmeme fırsat vermesen iyi edersin.’’(S.18) Seçki, Douglas Coupland’ın zarafet ve kalp kırıklığı içinde yazdığı, aşığın arzu nesnesiyle beraber var olduğu iki kişilik evreninden kovularak dünyanın ‘gerçekliğiyle’ yüz yüze gelmesine isyan ettiği mektupla sonlanıyor: ‘‘Derler ki, insan âşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş… Bence gerçek evren, aşk bitince patlayarak saçılan tehlike; insanın dünyası yıkılıp tutunacak bir dalı kalmadığında ortaya çıkan gerçeklik. Ben şimdi bu gerçekliğin içindeyim. ’’ (S. 226) Üç Harfli Kelime’de aşkın anlamı katmanlı, açılımları geniş… Öyle ki, bizleri aşkın tanımı hakkında yeni baştan düşünmeye zorluyor.
Aşktan bahsetmenin en çetin yanı da bu işte; bu denli iç içe olduğumuz bir terimin tanımının bu kadar güç olması. Üstüne üstlük çağrışımları uçsuz bucaksız bu duygu durumunun son derece değişken oluşu ve zıtlıkları bir arada barındırması tutarlı bir tanım yapmayı zorlaştıran unsurlardan biri. Oysa mektuplar sözcükleri yazıya, aşk nesnesine hitaben bir itirafnameye dönüştürerek bu inişli çıkışlı ve değişken haller içeren duygu durumunun bir kesitini zaman içinde donduruyor; aşkı farklı boyutlarda somut kılıyor.
...
Kimisi ironik, kimisi durağan ya da trajik farklı tonlarda yazılmış bu mektupların ortak rezonansı, aşk içindeki bireyin yalnızlığı... Audrey Niffenegger’in Katrina Kasırgası’na gönderme yapan mektubu, selde yiten sevgiliye ümitsiz bir ağıtla yüklü ‘Belki uyandığımda sen ararsın. Belki yoldasındır. Hiç olmadı, rüyamda görürüm seni,’ (S. 207) cümlesiyle tamamlanıyor. Aşkın bireyi yalnızlaştırdığı noktada sefalet de söz konusu; kendi dışında bir şeye tabi olmanın verdiği çaresizlik aşığın mutluluk ve mutsuzluk arası dilemmasını şekilliyor. Leonard Cohen’in kişisel olduğu hissini uyandıran mektubu ‘Bunu ya bir gün yalnız başına okuyacaksın, ya da birlikte okuyacağız’ (S. 212) cümlesi ile sonlandığında, yazarın duygu durumunun sonsuz endişe ve sınırsız umudu aynı anda barındıran, karamsarlıktan optimizme uzanan bir diyalektik çerçevesinde kurgulandığı; dev bir dalganın üzerinde süzülme ve onun altında ezilme olasılığının iç içe bulunduğu yine hissediliyor.
Seçkideki mektuplar aşka geniş bir açıyla yaklaşmanın yanı sıra, âşık ve aşk objesini de kapsamlı bir çerçeveden yansıtıyor. Graham Roumieu’nun mektubu kalbi kırık Kocaayak’ı Noel Baba’ya sitem ederken gösterirken; Mandy Sayer’in tüyler ürperten mektubu küçük bir kız çocuğunun ağzından öğretmenine yazılmış ve ‘Annem artık derisi kötü yüzülmüş bir tavşana benziyor ve bodrumda iyice kokmaya başladı,’ (S. 94) diyerek bitiyor. Sam Lipsyte’ın bir şempanzenin ağzından yazdığı mizah dolu mektup ‘ormanda gezer primatolog bayan’ın ilgisini hak ediyorsa da, grubun alfasının kafasını bozmak için de yeterli. Çocuğun ağzından anneye, ölümün karanlığında yitirilen ve özlenen sevilenlere, öğretmenin kaleminden öğrenciye yazılmış mektuplar da var bu seçkide. Üç Harfli Kelime: Aşk’ta duygu durumunun girift yapısı, aşk objesinin belirlenmesindeki çeşitlilikte de kendini gösteriyor.
...
Durmaksızın aşktan bahseden bir toplumda, radyo cıngıllarından kutsal kitaplara değin uzanan bir eksende sürekli aşk mevzu bahisken, tanımların bulanıklaşması elde değil. Üç harften ibaret bir kelime sadece, ama dehlizleri karanlık, koridorları dolambaçlı, olasılıkları sonsuz… Üç Harfli Kelime: Aşk, aşka dair sonu gelmeyen bir sayıklama, tanımlama ve talep bolluğu içerisinde durmaksızın aşktan bahsedilen, aşkın dışavurumlarını tek taş yüzükler, kalp şeklinde çikolatalar ve karında kelebeklerle klişeleştirdiğimiz günümüzde; yalın bir bakış açısı, çok kapsamlı ve taptaze bir yaklaşımla çağımızın seçkin yazarlarını bir araya getiriyor.
(İrem Mirzai, Virgül Dergisi Mayıs 2008.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder