16 Temmuz 2010 Cuma

Beton orman


Sizler bu satırları okurken, senenin yorgunluğunu zihinlerinde taşıyan bizler yıllık izinlerimiz dolayısıyla kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerde, dalgaların seslerine kulak verip gökyüzünü gözleyerek önümüzdeki aylar için yenilenmeye çalışıyor olacağız. Bu vesileyle bugünkü blog yazımızı şehir hayatını reddederek doğaya katışan Chris McCandless'ın öyküsünü anlatan Yabana Doğru'ya ayıralım ve beton ormanlarında geçen hayatlarımıza farklı bir pencere açalım dedik. Okuyacağınız bölüm Jon Krakauer'in Yabana Doğru için yazdığı önsözün girişi, McCandless'ı tanımıyorsanız kitaba bir göz atmanızı ya da en azından -hikayeye tam anlamıyla sadık olmasa da- sinema uyarlaması Into the Wild'ı izlemenizi tavsiye ederiz. Her ne kadar talihsiz bir biçimde ölümle sonuçlanmış olsa da, McCandless'ın cebindeki tüm parayı yakarak modern hayatın prangalarını bir kenara bırakıp doğaya çekilme öyküsü üzerinde kafa yormaya değer. Geçen yazımızda David Foster Wallace'ın yeni mezunlara yaptığı konuşmayı ve Patti Smith'in mezuniyet sonrası hayata dair tavsiyelerini konu etmiştik, bu yazıda da mezuniyetinin ardından hayatta kendi yolunu kendi bildiği gibi çizen McCandless'ı anımsayalım. Haftaya görüşmek üzere.


Nisan 1992’de, Doğu Yakası’nda varlıklı bir aileden gelen genç bir adam, otostopla Alaska’ya gidip tek başına McKinley Dağı’nın kuzeyindeki yaban doğanın içine karıştı. Dört ay sonra geyik avcıları tarafından çürümüş cesedi bulundu.
Cesedin bulunmasından kısa süre sonra, Outside dergisinin editörü, çocuğun ölümü üzerindeki sis perdesini aralayacak bir yazı yazmamı istedi. Adı Christopher Johnson McCandless’dı. Washington D.C.’nin zengin bir banliyösünde büyüdüğünü, okuldaki üstün başarılarının yanı sıra çevresi tarafından seçkin bir atlet olarak da tanındığını öğrendim.

1990 yazında Emory Üniversitesi’nden dereceyle mezun olmasının hemen ardından, McCandless ortalıktan kayboldu. Adını değiştirdi, banka hesabındaki yirmi dört bin doların tamamını bir hayır kurumuna bağışladı, arabasıyla birlikte sahip olduğu eşyaların neredeyse tümünden kurtuldu, cüzdanında kalan son banknotları yaktı ve ham, sıradışı deneyimler peşinde halkımızın en uç noktalarına sığınarak Kuzey Amerika’yı arşınladığı yeni bir yaşam kurdu. Cesedi Alaska’da bulunana dek, McCandless ailesi ne çocuklarının nerede olduğunu ne de başına ne geldiğini öğrenebildi.

Çok kısa bir sürede yazdığım dokuz bin kelimelik yazı, derginin Ocak 1993 tarihli sayısında yayınlandı. Fakat Outside’ın bu sayısı raflardan inip yerini daha güncel haberler aldıktan sonra da McCandless’a olan ilgim sürdü. Çocuğun açlıktan ölümünün detayları ve onun yaşadıklarıyla kendi hayatım arasındaki sarsıcı benzerlikler bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Sonunda, McCandless’ı zihnimden atmak istemediğimi anlayarak, bir yılı aşkın bir süre çocuğun Alaska taygasındaki ölümüne dek uzanan dolambaçlı rotanın izini sürdüm ve saplantıya varan bir ilgiyle yolculuğunun detaylarını çıkarmaya çalıştım. McCandless’ı anlamaya çalıştığım bu süre zarfında, Amerikan imgelemini sımsıkı sarmış olan yabanilik, belli kafadaki genç adamların aklını çelen yüksek riskli deneyimler, babalar ve oğullar arasındaki karmaşık, aşırı yüklü ilişkiler gibi daha kapsamlı konularla da kaçınılmaz bir şekilde karşı karşıya kaldım. Bu çetrefilli araştırmanın sonucu, şu anda elinizde tuttuğunuz kitap oldu.

Tarafsız bir biyografi yazarı olduğumu iddia etmeyeceğim. McCandless’ın olağandışı öyküsü, bu trajedinin tarafsız bir şekilde ele alınmasını benim için imkânsız kılan bir kişisellik taşıyor. Gene de kitabın genelinde yazar olarak varlığımı asgari noktaya çekmeye çalıştım. Genel anlamda bunu başardığımı düşünüyorum. Ancak okuyucuları uyarmadan geçemeyeceğim: McCandless’ın öyküsünü kendi gençliğimden parçalarla kestiğim yerler de oldu. Bunu yaparken, kendi deneyimlerimin Chris McCandless’ın gizemini dolaylı da olsa biraz aydınlatmasını umut ettim.

Aşırı ölçüde hassas bir genç olan McCandless, modern hayatla kolay kolay uyuşmayacak katı, inatçı bir idealizm taşıyordu. Tolstoy’dan çok etkilenmişti, özellikle de bu büyük Rus romancısının basit, yoksul bir hayatı tercih ederek, zenginlik ve imtiyazlarla örülü dünyasını terk edişine hayran kalmıştı. Üniversite yıllarında yakınlarını önceleri büyüleyen ama sonra ürkütmeye başlayacak ölçüde Tolstoy’un çileciliğine ve ahlaki katılığına öykünmeye başladı. Yaban Alaska topraklarına adım attığında, bolluk içinde bir dünyaya yönelik hayaller gütmüyordu; aradığı şey tam olarak tehlike, zorluk ve Tolstoyvari bir feragattı. Peşinde olduğu tüm bu şeylere fazlasıyla ulaştı da...


(Yabana Doğru, Jon Krakauer. Çeviren: Taylan Taftaf.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder