13 Temmuz 2016 Çarşamba

Evci


Uzun bir aradan sonra karşınızdayım sevgili blog okuru, sanmayın ki vaktimi denizlerde, deryalarda, ıssız plaj ya da adalarda falan geçirdim, tabii oralarda değil, şaşaadan uzak bir yerde, masamın başındaydım. En son çıktığım ve yine ramazan bayramına denk gelen tatilde, rüya gibi bir Ege beldesinde, en iyi ihtimalle insanı intihara sürükleyecek vahşi çocukların özgürce şahlandığı bir yerde kopan patırtıyı yok saymaya çalışarak feci yorulduğumu ve ailesi olaya ilgisiz kalırken bir kediye olta yutturmaya çalışan on yaşlarında bir çocukla kapıştığım sırada bunu kendime neden yaptığımı sorduğumu anımsıyorum... Gerisi, uzun yılları kapsayan bir tatil fobisine giriyor ki bu hususta burada değil ancak bir terapistin muayenehanesinde konuşabilirim. Kanımca tatil, haklı olarak feci sıkılan birtakım beyaz yakalıların uydurup herkese sattığı bir fikir - öyle ki onsuz çalışma yaşamı tahayyül edilemiyor, tıklım tıkış alanlarda sıkış tepiş vakit geçirmeye sırf tatil hatrına katlanılıyor; zira bunca çile için başka bir açıklama bulamıyorum. Betimlediğim kadar dehşetli olmak zorunda değil elbette, her tatil illa kalabalık ve cıyak cıyak geçmek zorunda değil, ama ya çoğunun öyle geçmesine ne demeli? Bu kolektif tatil iştahına katılmayışım bir yana, ben de masa başında yaşayan bir canavar değilim, ara ara rutini kırmayı tabii ki sevdiğimi, bir çam gölgesinde kitap okumaya ya da serin maviliklere dalmaya bayıldığımı söyleyeyim, ne var ki şartlar, son yıllarda beni bunlardan mahrum bıraktı - şartlar ve büyük "T" ile tatil kültüne duyduğum tepki. (Tatilciler başlı başına bir cemaat olabilir.) Ve yıllar var ki kumsallarda yağlanmış yatan kadın ve erkeklerin neler okuduğunu görmedim, kitap dedektifliği hobimi şehrin toplu taşıma araçlarıyla sınırlı tutmak zorunda kaldım. Bayram zamanı plajlar, feribotlar, otobüsler ve uçaklar, nelerin okunduğuna dair veri toplayabileceğiniz harika saha fırsatları sunar insana; eh, bu açıdan bakılırsa gerçekten bir şeylerden mahrum kalmış olabilirim. Geçen sene, yine herkes sosyal medyasında denize atlama, hamakta ayak sallama, dizleri sosis gibi gösterme videoları paylaşır, günbatımında rengarenk kokteyl görselleri paylaşırken ben, Henry Miller'ın, yirmi yıl tatile çıkmadıktan sonra tam da İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde Yunanistan'a gidiş öyküsünü anlattığı Marousi'nin Devi'nin hazırlıklarıyla uğraşıyordum ve ister inanın ister inanmayın ama yazın büyük kısmını o sayede Ege'de, hiç bilmediğim yerlerde, geçmiş bir zamanın kuytusunda geçirdim - hem de etrafımda bana hayatı zehir edecek canlılar olmadan.

Her neyse, gevezeliğin sonu, kitabın da mevsimi, yazı kışı yok. Tatil güzel olabilir ama siz kitaplarınızı ihmal etmeyin, gerisini boş verin.

İmza: Bir dost.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder