Lev’le oturmuş çocuk kanallarına doğru sörf
yaparken ekranda Roswell göğünde o güne dek gördüğüm her şeyden daha büyük bir
şey belirdi. Yanında duran birkaç kişinin ellerinde kocaman bir mezura vardı ve
etraflarını sevinç nidaları atan bir düzine kadar insan sarmıştı. Orta Doğu
tuhaflıklar okulundan mezun biri olarak soğukkanlılığımı yitirmeden Bebek
Kanalı’nın huzurlu ve aklı başında ortamına doğru ilerledim. Fakat dört buçuk
yaşında olan Lev humus tabağına dönüp üzerinde neden bu kadar çok humus bulunduğunu,
dahası insanların neden bu kadar sevindiklerini izah etmemi istedi.
Birkaç
dakika o devasa tabağı seyredip açıklamaları dinledikten sonra oğlumla
edindiğim tuhaf bilgileri paylaştım: Son iki yıldır İsrail ile Lübnan arasında
dünyanın en büyük humus tabağı Guinness rekorunu elde etme savaşı yaşanıyordu.
Bu iki yıl zarfında rekor dört kez el değiştirmişti ve Lübnan 10.452 kilo
ağırlığındaki humus tabağıyla rekoru bir kez daha elimizden alıyordu. Lev açıklamalarımı
can kulağıyla dinledikten sonra iki soru daha sormakta ısrar etti. Birincisi,
rekor neydi? İkincisi, bu kadar çok humus yapan insanların aslında aç
olmadıklarını mı söylemeye çalışıyordum?
“Rekor
bir şeyi herkesten daha iyi yapmaktır,” diye izah ettim. “Herkesten daha hızlı koşmak, herkesten daha
yükseğe sıçramak, herkesten daha çok ezberlemek gibi.”
“Ama
humus yapmak öyle bir şey değil,” diye ısrar etti Lev. “Bir şeyi çok hızlı ya
da yüksek yapmadılar ki. Sadece bir sürü humus yaptılar.”
“Bu
doğru,” dedim. “Fakat bir şeyi en hızlı ya da en yüksek yapamayan insanlar da
rekor kırmak istiyorlar, bu yüzden Guinness onların kırabileceği rekorlar
ekledi.”
“Üzülmesinler diye mi?” diye sordu Lev.
“Evet,”
dedim.
Bu
yanıt Lev’i Dedektif Ördek Margalit’e
dönmeyi kabul etmeye yetecek kadar tatmin etti. Ben de bunu fırsat bilip
internette dünya rekorlarının arkasında ne olduğunu araştırmak için gezindim
biraz. İsrail ile Lübnan arasındaki yemek savaşının humus sektörü ile kısıtlı
olmadığını öğrendim. Bu arada, tabii ki, falafel cephesinde de bir o kadar
muazzam ve yağlı bir muharebe gerçekleşmekteydi örneğin. O cephede de
Lübnanlılar rekoru elimizden almıştı.
İsraillilerin yorumları bu saçma sapan savaşın kendisinden bile daha
abuk sabuktu. Humus satan restoranları boykot etmekten söz edenler bile vardı.
“Lübnan gerçek niyetini belli ettiğine göre açık bir biçimde karşılık verip
onlara bir mesaj göndermemiz gerekir,” diye yazmıştı biri. Başkaları İsrail’i
ve hükümeti durumu anlaşılmaz bir biçimde hafife almakla suçluyorlardı. İsrail
Ocak ayında bir önceki rekoru kırdığında iki farklı cepheden saldırıya
uğrayacağımızı hesaba katmalıydık görüşü hâkimdi. Ve “Bir Bilen” rumuzuyla
yazan biri herkesi İsrail’in pek yakında bir karşı saldırı gerçekleştireceğine
temin ediyordu. Yorumları bir kez daha okurken öfke, gurur ve azıcık ironi ile
kuşatılmış bir dünyada buldum kendimi. Yazılan her şey samimiyetle yazılmıştı. Sonra
odaya Lev’in televizyon programının bittiğini bildiren müzik yayıldı ve beni
gerçekliğe döndürdü.
Yatma
saati yaklaşmış olan Lev banyoya gitti, fakat sifonu çekeceğine beni küçük bir
ziyarete davet etti. “Kakama bak,” dedi, “Büyük görünmüyor mu?”
“Devasa,” dedim kibarca.
“Rekor
devasalıkta mı?” diye sordu.
“Olabilir,” dedim telaşla.
“Şu
büyük mezuralı adamları çağırtıp ölçtürmeliyiz,” dedi Lev, sifonu çekmeme mani
olarak.
Oğlumun büyük bahtsızlığına, çanaktaki su döne döne giderken Guinness
Rekor Komitesi orada değildi, fakat biraz gözyaşı döktükten ve özel spor
kapaklı bir şişe çikolatalı süt rüşvetini kabul ettikten sonra, dünyanın gayri
resmi kaka şampiyonu sakinleşip yatmayı kabul etti. Ben, tabii ki, humus ve
falafel rekortmenlerinin dünyasını araştırmaya döndüm.
“Bir
Bilen”in gerçekten bir şeyler bildiği ortaya çıktı. Ben oğlumun ölümsüzlük
çabalarını baltalarken İsrail, Amerika’nın beklenmeyen yardımıyla, dünyanın en
büyük falafel köftesi rekorunu kırmıştı. 40 kilo ağırlığındaki devasa köfte New
York’ta, NBA liginde oynayan ilk İsrailli basketbolcu Omri Casspi’nin de
katıldığı İsrail yanlısı bir organizasyonda yapılmıştı. Burada da yorumlar,
olayın büyüklüğüne uygun bir biçimde, milliyetçi ve ateşliydi. Biri İsrail’in
rehavete kapılmadan kendini Lübnan’ın kalleşçe bir saldırısına hazırlaması
gerektiğini söylüyordu.
İşte o
zaman bana dank etti: O ana kadar bana dünyanın en aptalca şeyiymiş gibi gelen
bu yemek savaşları Orta Doğu’ya barışı getirmenin dâhiyane bir yoluydu aslında.
Çünkü biz ve düşmanlarımız stresli, doğrucu, intikamcı olmayı sürdürürsek
kutsal ulusal öfkelerimizin kanlı savaşlara yol açacağı apaçıktı. Bütün bu
negatif enerjiyi onun yerine mutfak savaşlarına yönlendirebilirdik. Sonra
silahlarımızı çatala, mızraklarımızı bezelye ezicisine döndürebilir ve ordumuzun
dünyanın en güçlü ordusu olmasıyla övüneceğimize, dünyanın en büyük mutfağına
sahip olmakla övünürüz. Bu işe yararsa, oğlum 14 yıl sonra askere alındığında tankçı
olacağına, yapımında kullanılan bir trilyon yumurtayla bütün rekorları alt üst
edip kuzey Afrika diktatörlerini bozguna uğratacak devasa bir tencere şakşuka
yapımına katkıda bulunmak üzere Negev’de gizli bir askeri laboratuara
gönderilebilir.
Varlığımıza yönelik tehditle birlikte bütün korkunç savaşlar bittikten
ve yerine devasa bir pide anıtı dikildikten sonra, dünyanın diğer uygar
halkalarını kendimize örnek alarak yüksek kolesterolden ölebiliriz.
(Etgar Keret. Tablet dergisinde yayımlanmıştır. Çeviren: Avi Pardo. Humus yapın, savaş değil!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder