Geçtiğimiz hafta blogumuzu takip ettiyseniz, Dave Eggers'ın Ne Nedir'inden bahsettiğimiz yazılara rastlamış olabilirsiniz. Ne Nedir, gerçek bir öyküyü kurgusal biçimde sunan bir roman. Gazetecilik geçmişi de olan Eggers, Valentino Achak Deng'in öyküsünü romanlaştırırken kurgusal unsurlardan yararlandığını inkar etmemekle birlikte; başka yolu olmadığını, kimsenin hafızasının günbegün kayıt yapmadığını belirtmiş ve öyküyü ancak kurgusal detaylarla roman formatına çekebildiğini söylemiş. Nesnel gerçekliklerin öznel yorumlar karşısında gücünü yitirdiği bir çağda, Eggers'ın kurgusal yaklaşımı romanda konu edilenlerin gerçekliğinin sorgulanmasına yol açmıyor oysa ki. The Guardian'ın haberine göre, Başkan Obama Ne Nedir'i okumakla kalmamış, ayrıca beraber çalıştığı tüm asistanların da okumasını şart koşmuş. Kurgusal unsurları olan bir biyografiyle parlamış olan Eggers'ın, kurgu ve gerçeği ayıran çizgi üzerinde gidip gelirken bu denli ilgi görmesi, belki de hayatlarımızın artık iyiden iyiye nesnel içerikten öznel söyleme doğru kaydığının, algılarımızın da bu doğrultuda şekillendiğinin göstergesi. Eggers'a yazılmış olan hangi romanı yazmak isterdiniz diye sorulduğunda (ki kendi içinde oldukça postmodern bir soru, kasıta bağlı olarak) Saul Bellow'un Herzog'unu seçmiş. Amerikan edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden Saul Bellow, yazarın kendi kişisel tecrübesi ile beslenmemiş bir şeyleri başarılı bir biçimde hikayeleştiremeyeceğini savunan bir yazar. 1915 doğumlu Bellow'un dünyasının, 1970 doğumlu Eggers'ınkinden katbekat farklı olduğu tartışma götürmez, ancak bu iki kalemin kurgu ve gerçeğin dostluğunda buluşmaları da dikkate değer. Her kitabın bir diğerine uzanabilecek bir noktasını arayıp bulmak, ayrıca cazip; bu birbirine hiç benzemeyen iki yazarı böylelikle bağlayalım ve Bellow'u Özde Duygu Gürkan çevirisiyle İletişim Yayınları'ndan çıkan Herzog'dan bir alıntıyla analım: "Bütün hayatını düşündüğünde her şeyi yanlış yaptığını fark etmişti, her şeyi. Hayatı, tabiri caizse, mahvolmuştu. Ama zaten başından beri pek de matah olmadığından kederlenmesini gerektirecek çok bir şey yoktu. Nahoş kokulu kanepenin üzerinde geçmiş yüzyılları -19.,16., 18. yüzyılları- düşünürken en sonuncusundan sevdiği bir deyiş aklına gelmişti: Keder, Bayım, aylaklığın bir türüdür.*"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder