"Lütfen söyler misin bana, burada ne yana gidebilirim?"
"Bu, gitmek istediğin yere bağlı," dedi Kedi.
"Neresi olursa olsun, önemi yok," dedi Alice.
"O zaman ne yana gitsen olur," dedi Kedi.
Alice, sözünü açıklamak amacıyla, "Yeter ki bir yere varayım," diye ekledi.
"Tabii varırsın," dedi Kedi, "yürümekten yılmazsan, bir yere varırsın elbet."
Alice, bu doğruya karşı çıkılamayacağını sezdi, başka bir soru denedi:
"Buralarda nasıl insanlar oturuyor?"
Kedi sağ patisiyle bir yuvarlak çizerek, "Şurada," dedi, "bir Şapkacı oturur, şurada da," öbür patisini salladı, "bir Mart Tavşanı. Hangisine istersen git; ikisi de delidir."
"Ben deliler arasında ne yapayım?" dedi Alice.
"Başka çaren yok ki," dedi Kedi, "hepimiz deliyiz burada..."
(Alice Harikalar Ülkesinde - Lewis Carroll. Çeviren: Tomris Uyar. Can Yayınları, 1992.)
Klasiklerin çizgi romanlara, romanların hızla filmlere dönüştüğü, ilgi gören filmlerin ardından hikayenin arka planını geliştiren romanlarının yazıldığı bir dünyada -evet, James Cameron Avatar'ın romanı için hazırlıkları başlatmış- artık anlatılanın formatının özle bir sayılmadığı söylenebilir. Dante'nin Inferno'su bilgisayar oyununa dönüşür, Mary Shelley'nin Frankenstein'ı canavar bir çizgi roman olarak karşımıza çıkarken; teknolojinin nimetlerinin bireyin hayalgücünü emekli ettiği ve oyun dışı bıraktığı söylenebilir.