1 Ağustos 2016 Pazartesi

Parçalı

I

“Estha dünyada pek küçük bir yer kaplıyordu.”[i]

Gerçeklerin kimi zaman- ya da çoğu zaman- kurmacadan daha tuhaf olduğu malum; hoş, tuhaflık yarıştırmanın veya tutup, hele de bu devirde, gerçekliğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığını saptamaya çalışmanın sonu yahut manası yok. Onun yerine söze, tuhaf ama gerçek olup anlatma edimiyle hikayeye dönüşen bir şeyle başlayacağım: Denen o ki, edebiyat tarihinin en soğukkanlı katillerinden biri olan Tom Ripley’nin yaratıcısı Patricia Highsmith, hayatının bir noktasında üç yüz kadar salyangoz besliyormuş. Onları beslemekle kalmayıp çoğu zaman yanında da taşıyan yazarın davet edildiği yemekli toplantılarda çantasını açarak içinden salyangozlarından birini çıkarıp yanındakilere göstermesi, hatta kimi zaman bu canlıları bedenine yapıştırmış halde bir yerlere gitmesi hiç de olağan üstü sayılmazmış. Salyangozları birkaç öyküsünde de konu eden Highsmith, eğer bugün yaşasaydı ve çağın gereklerince eserleri ya da yaşam öyküsü hakkındaki yegane otorite olarak ona uzatılan mikrofonlara bir şeyler anlatsaydı, bu tutkusunu, hakkında biyografiler kaleme alanlardan daha yetkin bir biçimde açıklayabilir, bu canlılara duyduğu ilginin tohumlarının nasıl atıldığını, salyangozların ona ne ifade ettiğini ve kim bilir, belki bunlardan çok daha fazlasını ifşa edebilirdi, tabii eğer isteseydi. Gelgelelim bizler, şimdi, yazarın yokluğunda kendi hikayelerimizi uydurmakta, salyangozların şu ya da bu niteliğinin, hatta kim bilir, onları geride her daim iz bırakmaya mahkum eden tabiatlarının polisiye yazarına cazip gelmiş olabileceğine dair türlü iddia ortaya atmakta özgürüz; zira bundan sonrası artık bizim hikayemiz.

Tek bir salyangoz kabuğu ki tüm evreni kapsıyor ve hikayeler anlatmakla bitmiyor.

II

“Onlara hikaye uydurmaktan vazgeçtim.”[ii]

Anlatılan iyi bir hikaye ise eğer, yaşanmış yahut kurmaca olması neyi değiştirir? Teoride fark olmaması gerekir ama işin iç yüzü öyle değil: Paketlenmiş gerçeklerin, hele de acı, yürek burkucu, hazin gerçeklerin, kurmaca okuru diye nitelenen kitlenin dışında kalan bir gruba hitap ettiği ve normalde kitap okuru sayılmayan bu kişileri kitabevlerine çektiği tecrübeyle sabit. 2007 yılında Bookseller, bilhassa o dönemde listeleri kasıp kavuran gerçek çilelere dair bu nevi kitaplar için bir janr uydurmuş: Sefalet edebiyatı, nam-ı diğer misery-lit. Edebiyat yanıltıcı olmasın; bu terimle kasıt, yaşamı boyunca türlü zorluklara göğüs germiş bireylerin kaleme aldığı, “sefalet anıları” diye de bilinen otobiyografik metinler; tacizin gölgesinde geçen bir çocukluğu, kanser ya da türlü zorlu hastalıkla mücadeleyi, bir yakının acı kaybıyla baş etme öyküsünü veya bağımlılıkların, akıl hastalıklarının, yeme bozukluklarının pençesinde çırpınışları konu alan ve sayfaları gözyaşları eşliğinde çevrilen, yürek parçalayıcı kitaplar. Anlayacağınız, okura bir başkasının kederine sığınma fırsatı tanıyan ve can yakan, yaşanmış hikayeler; İngiltere’nin önemli zincirlerinden Waterstone’s’un kategorilerine bakılacak olursa Acı Dolu Yaşamlar rafında bulabilecekleriniz.

Ne kadar gerçek o kadar iyi.



[i] Roy, Arundhati. Küçük Şeylerin Tanrısı. Çeviren: İlknur Özdemir.
[ii] Smith, Ali. “Gerçek Kısa Öykü,” İlk Kişi ve Diğer Kısa Öyküler. (Çeviren: Handan Balkara.)

(Devamı yarın... Tamamı, IAN Edebiyat'ta yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder