18 Ağustos 2016 Perşembe

Uzak

“Çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşayıp bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. Bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz; her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir.” (Christopher McCandless’ın dostu Ron Franz’a yazdığı mektuptan kesit)

Çoğumuzun tatil hayalleri kurduğu ve yazı şehirde geçirmenin zaman zaman işkenceye dönüşmesi ile uzak yerlerde olası hayatların fikriyle avunmaya çalıştığı, bunaltıcı bir dönemdeyiz. Jon Krakauer’in gerçek bir olayın izini sürdüğü Yabana Doğru, bu hayalleri birkaç adım öteye taşıyarak yerleşik hayata tam anlamıyla sırtını dönen Christopher McCandless’ın çarpıcı serüvenini konu alıyor.

Chris McCandless, 23 yaşında banka hesabındaki tüm birikimlerini bir hayır kurumuna bağışladı, arabasını çölün ortasında terk etti ve cüzdanındaki tüm parayı yakarak yola koyuldu. Otostop çekerek, günü birlik işlerde çalışarak ve gezgin bir yaşam sürerek kendisine dayatılan yerleşik hayat modelinden uzaklaşmayı seçmişti. “Büyük maceram” dediği Alaska seyahatine çıkarak doğada mümkün olduğunca az malzeme ile yaşamayı deneyecek ve kendinden başka kimseye tabi olmayacağı bir yaşamın peşine düşecekti. Alaska’ya ayak basmasının ardından dört ay geçtikten sonra cansız bedeni çürümeye yüz tutmuş halde bulundu. Gazetelerde epey yer bulan bu vaka, Yabana Doğru’da detaylı bir sorgulama ve araştırma sürecinin ardından ete kemiğe bürünmüş bir inceleme olarak karşımıza çıkıyor.

Chris McCandless’ın trajik hikâyesini kaleme alan Jon Krakauer aynı zamanda profesyonel bir dağcı. Everest’e gerçekleştirdiği ölümcül tırmanışı konu ettiği Everest Günlüğü’nden sonra uzun bir araştırma süreci ardından yazılan Yabana Doğru’da Chris’in hikâyesi yazarın kendi hayatından yansımalar ve doğaya sığınma dendi mi anmadan edemeyeceğimiz düşünürlerin epigraflarıyla besleniyor. Thoreau, Jack London ve Mark Twain’in yanı sıra Tolstoy’un ve Pasternak’ın sesleri de yankılanıyor bu sayfalarda. Chris’in trajik bir biçimde sonlanan hikayesi, Krakauer’in anlatımı ve pastiş havası veren epigraflar eşliğinde çoklu bir rezonans kazanıyor ve bireysel bir vakanın incelemesi olmaktan çıkıp toplumsal bir değerlendirmeye dönüşüyor. Krakauer, bu gizemli ve hazin öyküyü aydınlatırken bir yandan da insanı insan yapan nitelikleri, yani şartlara meydan okuma güdüsünü, başkaldırıyı ve doğa ile insanın sorunlu ilişkisini gözler önüne seriyor.

Yabana Doğru’nun konu ettiği olayın asıl trajik yanı, seyyah hayata geçtikten sonra kendine Alexander Süperberduş adını veren Chris McCandless’ın ardında bıraktığı ve yokluğunda asla çözülemeyecek bir gizem barındırıyor olması. Yanına yiyecek, pusula ya da harita almadan doğanın en çetin koşullarının hüküm sürdüğü bir bölgede yaşamaya giden birini ölümüne susamış olmakla ya da düpedüz çılgınlıkla itham etmek işin kolayı elbette. Ancak kitabın bütününü ibresi Chris’e dönük bir pusula gibi şekilleyen ve Chris tarafından alınmış notlar ile günlüğünden ve yollarda tanıştığı dostlarına gönderdiği mektuplardan parçalar, bu genç adamın ölmeye değil aksine yaşamın tam kalbinde bir yerlerde doğanın nabzıyla beraberce atmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Jack London’a ve Herman Melville’e gönderme yaptığı yazılama, Chris’in onu ölüme götürecek yolculuğa neredeyse çocuksu bir coşkuyla çıktığının kanıtı: “Atakanının güçlü canavarına selam olsun! Kaptan Ahab’a da! – Alexander Süperberduş.”


Tek ihtiyacımız olanın alışkanlıklarla örülü yaşam tarzımıza sırtımızı dönüp yepyeni bir yaşama adım atmamızı sağlayacak cesaret olduğunu söyleyen Chris McCandless’ın serüveninin genç yaşta ve kendi seçtiği koşullar altında sonlanmış olması düşündürücü elbette. Ancak McCandless’ın çarpıcı öyküsünün, hayatlarını metropollerin puslu ve suni ortamlarına gömmüş ve ezberlenmiş kaçış hayalleriyle avunan bizlere söyleyecek yine de pek çok şeyi var.

(Yazı epey eski, yazdığım tarihte filmin henüz çıktığını ve bunca popüler olmadığını hatırlıyorum. Bugün bu kitaptan bahsedecek olsam çok daha farklı bir açıdan ele alırdım sanırım. Eddie Vedder'ın Society'sini es geçmeyin bu arada, altta.)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder