10 Haziran 2011 Cuma

Kaplanın Karısı

Burada sık sık önümüzdeki aylarda yayımlanacak şahane kitaplardan bahsediyoruz; işte bunlardan biri, blog yazarınızın kişisel favorisi: Kaplanın Karısı. Yukarıdaki resimde İngiltere edisyonundan bir detay gördüğünüz roman, geçtiğimiz yazın sıcak ve bunaltıcı günlerinde, bir word dosyası formatında elimize geçtiği ve ilk olarak okunduğu sırada dışarıdaki kör edici Ağustos güneşinden daha kuvvetli biçimde parlıyordu diyebiliriz. 1985 doğumlu Tea Obreht'in yazdığı ve özgün bir büyülü gerçekçilikle örülen yapıt, halen ısrarla "Roman öldü," vs. temalı serzenişlerde bulunan kendini bilmezlere yaratıcılığı, dupduru dili ve sürükleyici hikayesiyle müthiş bir salto çakarak cevap veriyor. 26 yaşındaki yazarın mahareti, geçtiğimiz günlerde Emma Donoghue ve Nicole Krauss gibi usta isimler arasından sıyrılarak layık görüldüğü Orange Edebiyat Ödülü'yle de perçinlendi. Hareketli bir yaşam öyküsü var Obreht'in: Bosnalı bir Müslüman olan anneannesi, Slovenyalı bir Katolik olan dedesi ve annesiyle Yugoslavya'da yaşayan ve savaş zamanı önce Mısır'a, ardından Kıbrıs'a kaçan Obreht, 1997 yılında Amerika'ya göçmüş. 16 yaşında üniversiteye başlayan, yaşamı boyunca en çok kitaplarla yakınlık kurduğunu söyleyen Obreht, şüphesiz, çağdaş edebiyatın en parlak yıldızlarından biri. Obreht, Orange Edebiyat Ödülü'ne layık görülen en genç isim bu arada.

Kaplanın Karısı'nı bekleyin!

9 Haziran 2011 Perşembe

Zor

On kişiydik; oturma odasının ortasında birbirlerinin başına silah doğrultmuş ikisini saymazsanız eğer, sekiz. Bu on kişinin içinde bütün bunların gerçek olup olmadığını merak eden tek kişi ben değildim herhalde. Tabii ki içiyorduk. Rick’in anne ve babasının evi ve içindekiler, bir şişe Yukon Jack’in çoğunu bitirdikten sonra her şeyi birbirine katan garip bir parlaklığa bürünmüştü. Ayrıca bu, Tanrı’nın öldüğünün resmi olarak açıklanmasından sonra, ama Çocuklara Tapmayı Önleme Derneği’nin kurulmasından önceydi ve genel olarak her şey, ister sarhoş ister ayık, biraz garip ve gerçekdışı görünmenin ötesindeydi. Hiç kuşkusuz bir rüya olabilirdi bütün bunlar. Annem yatağın başında oturur ve soğuk elimi kendi ellerinin içinde tutarken ben komada, iç çeken makinelerin kabloları altında uyuyor olabilirdim ve beynim; dünyanın çivisinin çıktığını, yaslı ve umutsuz halde olan ben ve arkadaşlarımın birazdan toplu olarak intihar edeceğini anlatan bir filmi gözkapaklarımın içine yansıtıyor olabilirdi. Bu yüzden bütün bunların; Rick bir, iki, ÜÇ diye saydıktan sonra ÜÇ’te Ben ve Manny’nin birbirlerinin beynini dağıttığı ana değin gerçek olmadığını düşünen tek kişinin ben olmadığına emindim.

Odayı kan ve dumanla kaplayan patlamadan hemen önce biraz kıkırdadım bile. Yani güya üniversiteye geri dönecektik, ama geri dönecek bir üniversite kalmamıştı. Anlaması gerçekten çok zordu.

Silahlar patladıktan sonra bir an için neredeyse hiçbir şey göremedim, duman o kadar yoğundu ki. Çocukların kovboyculuk oyunu oynarken kullandığı mantar tabancaları gibi kokuyordu ortalık ve onun altında yanmış saç ve derinin ağır, leş gibi kokusu duyuluyordu. Duman yavaş yavaş, kendi üstüne katlanıp alçak bulutlar gibi yer değiştirerek tavana yükseldi, Ben ve Manny’nin yerde yatan cesetleri ortaya çıktı. Kim olduklarını bilmeseydim, tanıyamazdım.

Orada, elimizde bira, duruyorduk. Duman üzerimizden ince şeritler halinde kıvrılarak geçiyordu. Sert ve sakin yüz ifadesi dumanın ardından sabit ve değişmemiş olarak beliren Rick dışında herkes silah patlamasından etkilenmiş görünüyordu. Manny’nin arkasında, sağda duran Chad’in Shipyard Brewing Company logolu tişörtü, sanki Jackson Pollock tarafından sıçratmalı boyama tekniğiyle boyanmış gibiydi. Geçen dönem Çağdaş Sanatta Yeni Açılımlar diye bir ders almıştım ve soyut dışavurumculuk üzerinde epey zaman harcamıştık. Bu yüzden ders kitabımızda bu eser için yapılacak tanımı tahmin edebiliyordum:

Pollock, Jackson. İntihar. Pamuklu üzeri beyin, 2005.


(Tanrı Öldü, Ron Currie, Jr. Çeviren: Seçil Kıvrak. Tanrı Öldü, yarından itibaren tüm kitapçılarda. Görselde, elbette ki Jackson Pollock.)

8 Haziran 2011 Çarşamba

Ses

David Foster Wallace'ın die Zeit söyleşisinden burada daha önce bahsetmiştik. Die Zeit Wallace'ın metinlerindeki gerçekçiliğin psikotik olduğunu belirtiyor; Wallace da şöyle cevap veriyor:

Olay şu; bir bilgi, fikir ve perspektif denizinde boğulur haldeyiz. Kendi fikrimin sadece bana ait olduğunun farkındayım. Ama en azından 3 farklı perspektifin bunu başka biçimlerde yorumlayacağını da biliyorum. Kendi algı/kavrayış yeteneğimin subjektif olduğunun ve kendi kendimi kandırma eğilimimin farkındayım. Yanılıyor olabilirim. Olmayabilirim. Olabilirim. Eğer bütün bunlar birinin kafasında akıp duruyorsa düşünen kimseyi nasıl tanımlarsınız ki? Çağımızın dokusunu tasvir etmek için, şu çağda yaşıyor olmanın nasıl bir tecrübe olduğunu anlatmak için alışılagelmiş metotları bir kenara bırakmak gerekir(...)Bir kitap karakteriyle bağ kurabilirim, ayrıca kitabı bana anlatan kişinin zihniyle de gerçekleştirebilirim bunu. Benim istediğim, tam da bu: Okurun kendi zihninin sesini duyabilmesini istiyorum.

7 Haziran 2011 Salı

Gerçekten


K.G. No: 2 10-94

CAPITOLA, CALIFORNIA


“Tatlım, konuşmamız lazım. Bir süredir lazımdı zaten. Yani konuşmam lazımdı, sanki. Oturabilir misin?”

S.

“Şey, aslında her şeye razıyım, ama senin için kaygılanıyorum, seni incitmektense her şeye razıyım. Bu benim için çok önemli, inan bana.”

S.

“Çünkü önemsiyorum. Çünkü seni seviyorum. Cidden dürüst olmamı gerektirecek denli seviyorum seni.”

S.

“Bazen incineceksin diye üzülüyorum. Böyle bir şeyi hak etmediğin için üzülüyorum. İncinmeyi hak etmiyorsun sen.”

S, S.

“Çünkü, açıkçası, geçmişim pek temiz sayılmaz. Kadınlarla girdiğim bütün yakın ilişkilerde bir şekilde incitiyorum onları, nasıl oluyor anlamıyorum. Dürüst olmak gerekirse bazen insanları, kadınları kullanan şu adamlardan biriyim diye korkuyorum. Bazen üzü–hayır, lanet olsun, sana karşı dürüst olacağım çünkü senin için kaygılanıyorum ve bunu hak ediyorsun. Tatlım, benim ilişki sicilim fazlasıyla olumsuz bir rapor sunuyor. Dahası senin incineceğinden korkuyorum, seni de başkalarını üzdüğüm gibi üzeceğimden korkuyorum yani onlar da–”

S.

“Ne bileyim, bir davranış kalıbım, bir geçmişim var sanki, ilişkinin daha başındayken acelecilik edip girişken davranıyorum, işi çok zorluyorum, çok derinlemesine gidiyorum ve daha en baştan balıklamasına aşka dalmışım gibi aşırı kur yapıp duruyorum. Daha ilişkinin en başındayken Seni Seviyorum diyor, daha yolun başındayken gelecekten bahsedip duruyorum, ne kadar sevdiğimi göstermek için yapmadığım şey kalmıyor, sonuçta doğal olarak karşımdakini gerçekten aşık olduğuma inandırıyorum -ama aşık oluyorum da gerçekten- ve böylece onları kendilerini yeterince sevilmiş hissedecek, Ben De Seni Seviyorum diyecek ve bana aşık olduklarını kabul etmelerini sağlayacak ölçüde rahatlatıyorum. Ama cidden -bunu ısrarla söylemem lazım çünkü Tanrı şahidimdir gerçeği bu- bunu söylediğim zaman kastediyorum, ciddiyim gerçekten.”

(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görselde Magdalena Abakanowicz'in işlerinden biri. Konuşan adamların sesleri aşina gelmiyor mu?)

6 Haziran 2011 Pazartesi

Görmek

Hepimiz romancıyız ve gördükçe anlatırız, çünkü görmek de bütün ötekiler gibi karmaşık bir iştir.

(Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı. Çeviren: Saadet Özen. Görseller Sophie Blackall'ın Missed Connections projesine ait. Blackall, craigslist'in aynı adlı bölümünde yer alan ilan metinlerini bu proje dahilinde resimliyor. Missed Connections, insanların bir şekilde karşılaştığı ama tanışamadığı diğer kimselere yönelik özel çağrılarını içeriyor; Blackall, bu çağrıları resme döküyor. Blackall'ın Dövmeli Kız görselinin altında, Sylvia Plath'in Sırça Fanus'undan tene yazılmış bir satır, Eleanor kalbinin sesini dinliyor ve o ses kulağına şu şekilde yansıyor: Va-rım. Va-rım. Va-rım.)





3 Haziran 2011 Cuma

Akıl

Haftaya hayatın giderek absürtleştiğini belirterek başlamıştık, günler geçtikçe değişen bir şey olmadı, hayat bir Serdar Ortaç şarkısını anımsatan kifayetsizliğiyle saçma sapan gidişatını sürdürdü. Dünkü Guardian'dan deli saçması bir alıntıya buyrun; Nobelli yazar V.S. Naipaul -ki kendisi Türkiye'ye gelemeyişi ile de epey olay olmuştu- kadın yazarları okumadığını, kendine denk gördüğü bir kadın yazar olmadığını ve olamayacağını belirtmiş. Naipaul'un bu beyanı hakkında derinlemesine bir eleştiriye girişmek beyanın kendisi kadar anlamsız; yalnız ekleyelim, geçtiğimiz günlerde Amerikan Esquire dergisi her erkeğin muhakkak okuması gereken 75 kitaptan oluşan bir liste hazırlamış ve bu listeye alınan tek "kadın" yazar Flannery O'Connor olmuş, bunun üzerine özellikle sosyal medya organlarında epey gürültü kopmuş. (Metis'ten 2 kitabını bulmak mümkün Flannery O'Connor'ın.) Kısa süre önce izlediğim bir TV programında da popüler bir programcı, gayet doğal bir hadiseden bahsedercesine bir "erkek" okur olarak "kadın" yazarlardan hazzetmediğini belirtmekteydi, sohbet etmekte olduğu "kadın" yazar da bu beyanı doğal karşılamakta, tepki vermemekteydi... (Basit bir tepki örneği: Ne demek istiyorsunuz?) Okumak şudur, budur diye ahkam kesme niyetinde değilim. Bu ve benzeri tavırlar, yabancılaştırıyor insanı, hem dünyaya hem de okuduğu metinlere karşı; talihsiz, gereksiz, saçma...

Her ne kadar beyin bedava olsa da, aklımıza her daim sahip çıkmamız gerek.

(Görsel, Blu'nun Zaragoza sokaklarında görülebilecek bir işi. Hatırlatalım; bu ayki Notos'ta ilgi çekici bir Oğuz Atay dosyası yanında Jonathan Safran Foer'in Zadie Smith editörlüğünde hazırlanmış The Book of Other People için yazdığı bir metin var, Murakami'nin en sağlam öykülerinden biri de cabası. Ayrıca Vogue'un Haziran sayısında Kaya Genç, Elif Batuman'ı yazmış; Batuman'ın şahane kitabı Ecinniler, bu ay Doğan Kitap etiketiyle raflarda olacak. Flannery O'Connor'ı atlamamak gerek, Esquire önerdiği için değil, kayda değer olduğu için... Açık havada kitap okuma mevsimi resmen başlamıştır!)

2 Haziran 2011 Perşembe

Samimi

K.G. No:19 10-96

NEWPORT, OREGON

“Niye mi? Niye. Yani güzel olduğundan falan değil. Ama güzelsin. Konu senin böyle cin gibi zeki olman. İşte. Niyesi bu. Güzel kızlar sürüsüne bereket, ama - itiraf edelim, cidden akıllı insan az bulunur. Her iki cinsten de. Biliyorsun. Bence benim için her şeyden öte senin akıllı olman önemli.”

S.

“Ha. O da mümkün, sanırım, yani senin açından bakarsak. Sanırım olabilir. Ama bir düşünsene: böyle bir şey, cin gibi zeki olmayan bir kızın aklına gelir miydi? Aptal bir kızın aklına bundan şüphelenmek gelir miydi hiç?”

S.

“Yani sen şimdi böylelikle beni haklı çıkarıyorsun. Samimi olduğuma inanıyorsun şimdi, asılıyorum diye konuştuğuma değil. Doğru mu?”

S...

“O zaman gel buraya.”


(İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler, David Foster Wallace. Çeviren: Sabri Gürses. Görsel, Tracey Emin'in My Bed (Yatağım) adlı çalışmasından.)

1 Haziran 2011 Çarşamba

Acil


2011 Uluslararası Man Booker Ödülü, geçen hafta Philip Roth'a verildi. Bu karar üzerine jüri üyelerinden biri istifa etti; 50 yıldan uzun zamandır yazan ve ödül komitelerince sıklıkla görmezden gelinen yazarın takipçileri ise büyük bir sevinç yaşadı. Okumadıysanız bu vesileyle bu dev yazarla tanışın ve Portnoy'un Feryadı'ndan Sokaktaki Adam'a, Pastoral Amerika'ya bir uzanın deriz.

David Remnick, New Yorker'da Roth'a yazma hallerini sormuş, cevabı aşağıda:


"Yalnız yaşıyorum yani sorumlu olduğum, vakit geçireceğim kimse yok. Saatlerimin tamamen bana ait. Genelde tüm gün yazarım. Akşam devam etmek istersem salona gitmem, bir başkası bütün gün yalnız kaldı diye onunla vakit geçirmem gerekmez. Öylece oturmam ya da birilerini eğlendirmem gerekmez. Tekrar oturur ve iki-üç saat daha çalışabilirim. Gecenin ikisinde uyanırsam - bu, nadiren başıma gelir ama arada olur- ve aklıma bir şey gelirse ışığı açar ve yatak odasında yazarım. Dört bir yanda şu sarı not kağıtlarından var. Sabaha değin okurum eğer istersem. Eğer beşte kalkarsam ve çalışmak istersem gider çalışmaya başlarım. Böyle çalışırım, nöbetçi gibi. Doktormuşum ve acildeymişim gibi.

Acil olan benim."