9 Mayıs 2016 Pazartesi

Çevirmen - Seda Ersavcı

Sesi ile metne hususi bir dokunuş katan çevirmenler vardır: Seda Ersavcı, kanımca, onlardan biri. İspanyolca ve İngilizceden çeviri yapan, metne can vermekle kalmayıp çevirmeyi seçtiği kitaplarda editöryel bir hassasiyet gözeten, dolayısıyla çevirdiği bir eseri beğendiyseniz gönül rahalığıyla izinden gidebileceğiniz, pusula seçtiğiniz takdirde nice şahane keşifler yapabileceğiniz bu yetenekli çevirmeni ben, bir okur olarak, çok sevdiğim bir kitap, Figueras’ın Kamçatka’sı (Doğan Kitap) sayesinde tanımıştım... İyi ki tanımışım. Valeria Luiselli’nin Kalabalıkta Yüzler'inin üzerinde böylelikle birlikte çalıştık. Yaratıcılığıyla yeteneği bir yana, üzerinde çalıştığı kitaplara dair coşkusuyla Kalabalıkta Yüzler’in tüm zor ve zorlu hazırlık süreçlerini beraberce, keyifle, neşeyle, zevkle yürüttük. Masamızda bir başka kitap, yine Luiselli’nin Dişlerimin Hikayesi var şimdi ve ben sabırsızlanmaya başladım bile. Bu hafta boyunca sizlerin de bu müstesna çevirmeni tanımanız için Kalabalıkta Yüzler'in ekseninde gelişen sohbetimizi paylaşacak, bu sayfaları çeviri haricinde çizim, heykel, minyatür kitaplar vs. gibi işleri de olan Seda Ersavcı'ya ayıracağım. Hem Seda'yı daha yakından tanımanız, hem de, "insanı hem kendinin hem de diğerinin içine düşüren bu deneyime" dair söyleyeceklerine kulak vermeniz için...

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalabalıkta Yüzler'in “esas” kahramanı editörlük ve çevirmenlik yapan, “kadri bilinmemiş kıymetleri” ortaya çıkarma misyonu üstlenmiş bir yayınevine okuyup değerlendirdiği kitaplar hakkında raporlar sunan bir kadın. Senin yaşam öykün de, ilginç bir biçimde, bu kitabın adsız kahramanıyla paralellikler taşıyor: Otuzun üzerinde çevirin var, İstanbul’da bir yayınevinde editör/çevirmen/lektör olarak çalıştığın gibi Barselona’da yaşadığın dönemde yayınevleri için çalışmışsın. Kalabalıkta Yüzler ve seninle aynı mesleği yapan bu kahraman ile ilişkinden bahsedebilir misin?

Sanıyorum söz konusu kitaplar olduğunda öncelikle çocukluğuma inmeliyiz. Daha çocukken bayılırdım ben okumaya. Ne bulursam okurdum; tersten, düzden, kafadan… Okumuyorsam bir şeyler çizer, keser, biçer, boyardım. Bu konuda çok da şanslıydım. Annemin harika bir kütüphanesi vardı. Kitaplarla, hatta harika plaklarla büyüdüm. İngiliz Filolojisi’nden mezun bir annenin onun yolundan giden kızıyım aslında bir bakıma. Dil okumak istediğimi hep biliyordum. Kafam diğerlerine çok da basmıyordu zaten, o da ayrı. İspanyol Dili ve Edebiyatı bir bakıma şans oldu. Tesadüf diyelim… Benim hikâyemde üniversite sınav sistemi, şaşırtıcı ve az rastlanır bir şekilde, mutlu sonla bitti yani. İlk tercihim değildi ve ilk yıllar çok da kolay geçmedi ama sonrasında okul bile tutkulu bir serüvene dönüştü. İnsanın yaptığı şeyi, artık her ne olursa, severek yapması çok önemli geliyor bana. Hayatı kolaylaştırıyor. Sonrasında Karşılaştırmalı Edebiyat okumak istediğimi de yine çok erken keşfetmiştim ben. Dolayısıyla üniversite bitince İspanya yollarına düştüm. Barselona’da Edebiyat Teorisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat yüksek lisansı ve doktorası yaptım. Olağanüstü bir deneyimdi elbette. Barselona’da okurken gerek oradaki gerek Türkiye’deki yayınevlerine çalışmaya başladım. Bir iki çeviri, editörlük, lektörlük… Derken gerisi geldi ve şimdi nasıl olduğunu benim bile anlamadığım bir şekilde otuzu aşkın çeviri oldu! Aslında niyetim üniversitede kalmaktı, doktora yapma sebebim de en temelde buydu ama yayın piyasasına bir kez girdikten sonra bir daha duramadım galiba. O kadar büyülüydü benim için… Luiselli’nin kahramanıyla bu noktada benzeşiyorum sanırım. Hani “kadri bilinmemiş kıymetleri” ortaya çıkarmak diyorsun ya, tabii kendi adıma bunu söyleyecek kadar ileri gidemem ama, çok da bilinmeyen isimleri çevirmek en meşhur
isimleri çevirmek kadar, hatta bazen daha bile çok heyecan verici geliyordu bana. Hâlâ da öyle aslında… Birilerine yeni bir yazar kazandırabilmek kadar güzel bir his olabilir mi acaba… Kalabalıkta Yüzler’de ise bu iyice katmerlenmiş bir şekilde karşıma çıktı: Zira sadece, benim için son dönem Latin Amerika Edebiyatı’nın en yenilikçi ve en heyecan verici isimlerinden biri olan Valeria Luiselli’yi kazandırmakla kalmayacaktık okurlara, eserde bahsi geçen isimleri de tanıtmış veya anımsatmış olacaktık. Tek bir kısa romanda Gilberto Owen’ı, William Carlos Williams’ı, Lorca’yı, Ezra Pound’u, Roberto Bolaño’yu ve daha nicelerini bir araya toplamış bir yazarla haşır neşiriz çünkü burada. Üstelik dili bulutsu bir yazarla… Luiselli’yi ilk okuduğumda hissettiğim buydu. Bulut gibiydi.

Kalabalıkta Yüzler’in pek çok katmanı var ve bunlardan bazıları zaman/mekan üzerinden inşa edilenler... Şimdikinden önceki, diğerinden sonraki hayatlar diyebiliriz belki de. Sen bu bağlamda önceki hayatın, Barselona’da yaşadığın dönemde hakkında ve biraz da şimdikine, bilhassa çevirmenlik yaşantına dair neler anlatmak istersin?  

Barselona’daki hayat… Yüksek lisans ve doktora yapmak hayatımda aldığım en iyi kararlardan biriydi. Bayıla bayıla derslere giriyor, bayıla bayıla bir şeyler okuyor ve yine bayıla bayıla makaleler, tezler yazıyordum. Her şey uçsuz bucaksız görünüyor, heyecandan delirmeme neden oluyordu. Doktorayı bitirdiğim gün ise hayatıma en mutlu günlerimden biri olarak kazındı. Gözlerim dolmadan hatırlayamıyorum. Dev Madagaskar hamamböcekleri yetiştiren komşularım olmadı belki ama Kalabalıkta Yüzler’deki kadar katmanlı, bazen bir o kadar kalabalık ve bazense bir o kadar yalnız bir yaşamdı. Yine de en temelde okumak ve yazmak (hatta kırmızı paltolu, gri çoraplı kahramanımızın yaptığı gibi yürümek) üzerine kuruluydu sanıyorum. Zaten bunların hepsi aslında katmanlı, kalabalık ve yalnız eylemler, hatta yaşama biçimleri değil mi? Galiba bütün hayatı az çok bunun, edebiyatın, okumanın ve yazmanın, bir şekilde yaratmanın üstüne kuruyorum ben. Valeria Luiselli’nin deyimiyle: Orada “soluklanıyor”, orada “nefes alıyorum.” Çevirmenlik de böyle… Bir kitabın içine girmek, içeridekini dışarıya aktarmak üstüne kurulu bir dünya. Metin size ait olmasa da sizin dünyanıza dönüşebilecek bir yaşam var orada. Daha önce Jack Kerouac ve Allen Ginsberg’ün Mektuplar’ının çeviri süreci üzerine anlattıklarımda da bahsetmiştim bundan bir parça: Çeviri yapmak sancılı bir süreç bence. Sorumluluğu ağır. İnsanı hem kendi hem de ötekinin içine düşüren bir deneyim. Neler bulacağınızı, nelerle karşılaşacağınızı ve yüzleşeceğinizi, önceden tasavvur etseniz bile, asla tam anlamıyla bilemediğiniz bir diyar. Yaşamın tüm duygularını hissedebilirsiniz orada.

Kalabalıkta Yüzler hakkında çok değerli isimler övgü dolu incelemeler kaleme aldı. Şimdiye değin pek vurgulanmamış bir mizahı da var üstelik metnin: Federico Garcia Lorca ve Gilberto Owen’ın Z.’ye ait şiirleri ‘çevirip’ okumaları, geniş baktığımızda “obcektüvüzm” akımı bağlamında olup bitenler, bahsettiğim mizaha dair güzel örnekler. Obcektüvüzm bir kenara sen, bir çevirmen olarak, metne ne denli nesnel yaklaşılması gerektiği kanısındasın? Şöyle soralım: Çevirmen metni sevmek zorunda mıdır sence? Metinle çevirmen arasındaki mesafe nasıl, neye göre tayin edilir?

Burada sondan başlayayım: Ben metinle arama ne denli mesafe koyabildiğimden pek emin değilim. Koymam gerekip gerekmediğini bile bilemiyorum. Hatta bazen o kadar koyamıyorum ki okuduğum satırları Türkçeleştirmeye çalışırken salya sümük ağlayabiliyorum. Duygulanıyorum. Bir cümleyle sevinç çığlıkları atıyor, bir cümleyle karalar bağlıyorum. Çeviriye yaklaşım kişiden kişiye, çevirmeden çevirmene değişir elbette. Bu işin doğrusu şudur diyemem. Bir kuralı olduğunu da söyleyemem, ancak ben çevireceğim metni sevmek zorundayım. Sevmediğim bir eseri çevirmek imkânsız gibi geliyor. Bana bir şey hissettirebiliyorsa ben de okura bir şey hissettirebilirim diye düşünüyorum. Bana dokunmayan bir metnin başkasına dokunmasını bekleyemem sanki. Önce ben
sahiplenmeliyim ki başkasının da sahiplenebilmesine imkân yaratayım. Bir de birine ses olmaksa çeviri, başka dilde yazan birine Türkçede hayat vermekse, duymadığınız bir sese nasıl hayat
verebilirsiniz ki? Şimdi biraz ürkütücü tınlayacak belki ama çevirmenlik bir çeşit mazoşizm bence. Hiç değilse insan zevk alacağı şekilde acı çeksin. Belki bir başkası araya mesafe koyarak daha
rahat çalışabiliyordur, bende o sınır ne kadar kaybolursa, bir eseri ne kadar benimser, ne kadar yakınıma yerleştirirsem o kadar kolaylaşıyor (ve duygusal anlamda belki o kadar zorlaşıyor) bu
süreç. Bir kitap ya da bir yazar resim yaptırabiliyor mesela bana, yazı yazdırabiliyor… Tek bir şarkı bütün bir metne eşlik edebiliyor. Sadece özdeşlik kurabilmekten bahsetmiyorum aslında, hissettirebilmek daha çok sözünü ettiğim. Hiç yaşamadığınız bir duyguyu hissettirebiliyorsa bir kitap onun peşinden gideyim istiyorum. Bir de mümkün olduğu kadar kendimi zorlamayı, biraz her şeyi denemeyi seviyorum sanırım. Yeni diller keşfetmeyi, yeni sesler duymayı, yeni yüzler görmeyi arzulamak aslında bu. Ancak öyle zenginleşebildiğimi düşünüyorum. Kalabalıkta Yüzler tüm bunları karşılayan bir metin benim için. Çok sesli, çok katmanlı olmasıyla, içinde hüzün kadar mizah barındırmasıyla, kendi kendini yeniden ve durmaksızın inşasıyla, hele hele bunu bir parça çeviri
aracılığıyla ve çeviri üstünden, hatta kendi kendini alaya alarak yapmasıyla (“obcektüvüzm” tam da bu noktada devreye giriyor) insana hem yaşamın, hem çevirinin, hem de edebiyatın tüm imkânlarını sunan bir metin.

(... Seda Ersavcı'nın kitap önerilerini de içeren sohbetin devamı, Çarşamba günü burada. Aşağıdaki fotoğraf bir ay öncesinden, İzmir Kitap Fuarı.)




2 yorum:

  1. çok değerli buldum bu yazıyı...

    YanıtlaSil
  2. bir insanın bir metin kurmak yerine, başka bir dilde kurulmuş metni başka bir dile taşıması, orada yeniden inşa etmesi başlı başına şaşırtıcı gelmiştir bana. öte yandan bu işi yapan kişinin tam da kendi gerçekliğini içeren bir metni tercüme etmesi fazladan dikkat çekici. kitabı okurken seda ersavcı'nın metni türkçede inşa ederken nasıl keyif aldığını da aklımda tutacağım. anlamlı bir sohbet. mütercimlerin, tercüme ettikleri metinlerle nasıl ilişkiler kurduğuna dair bu tür sohbetler, tercüme metinleri yapay bulanları bir kez daha düşündürecek bu konuda.

    hepiniz sağ olun.

    YanıtlaSil