31 Mayıs 2016 Salı

Mesafe


Her gün 116. Cadde'deki metro istasyounda tartılıyordum. Tartıdaki sayı gitgide düşüyordu; o sevimsiz memur takım elbisesinin altında yavaş yavaş yok olup gidiyordum ancak çok güzel bir kıza şişmanladığımı, artık neredeyse gerçek bir erkek olduğumu anlatan mektuplar yazıp benimle evlenmesini söylüyor, daha fazla karşı koymamasını rica ediyordum. Yalanlar uyduruyordum: 57 kilo. 58 kilo. (...)

Aslında yazdıklarıma ben bile inanmıyordum ama New York'ta umutsuz bir şair olma fikri hoşuma gidiyordu. Sefil bir hayat sürüyordum, gelgelelim bu, hoşuma gidiyordu. Nesneler ve insanlarla arama neredeyse metafiziksel bir mesafe koyuyordum ama bu, hoşuma gidiyordu. Kendimi bir hayalet gibi hissediyordum ve bu, her şeyden çok hoşuma gidiyordu.

(Luiselli, Valeria. Çeviren: Seda Ersavcı. Görsel, Giphy'den.)

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Zaman

Bir yılın neredeyse yarısını devirmişiz sevgili okur, zaman koşuyor ve sanırım, bize de kaldırdığı tozu yuta yuta peşi sıra koşturmaktan başka bir iş kalmıyor. İnsan, takvimle haşır neşir olunca mecburen bir muhasebe, bir özet derdine düşüyor, zamanı geriye dönük olarak irdelemeye çalışıyor - tersi de mümkün tabii, geleceği biçimlendirmeye yönelik adımlar atmak da olası ve sanıyorum, daha sağlıklı. Geçen yıl yine bu sayfalarda paylaştığım ve IAN Edebiyat yazılarımdan birinde bahsettiğim Gelecek Kütüphanesi'ni, Margaret Atwood'un öncülüğünde yazılıp teslim edildikleri tarihlerden yüz yıl sonra yayımlanmak üzere bir yerde saklanan metinleri anımsarsınız belki, işte, benzer bir damar açtığı izlenimiyle karşımıza çıkan John Malkovich, yönetmen Robert Rodriguez ile birlikte çektikleri 100 Yıl isimli filmin, bu tarihten tam yüz yıl sonra gösterileceğini duyurdu ki bu bağlamda, bahsettiğim meseleyle alakalı gibi geliyor kulağa... Rodriguez şöyle demiş hatta: "Bu 'anında tatmin' ekseninde dönen dünyada, dilenen şeyi anında izlenebilirken şimdiye değil de geleceğe dönük bir iş yapsak nasıl olurdu?" İnsan, bu beyanın naifliğine, ne bileyim, 1980'lerden falan kalma aydınlık fütürizmine saygı duyacak oluyor neredeyse (öyle ya, yüz yıl sonrasında dünyanın dönmeye devam ettiğini, nükleer savaş vs yaşanmadığını, uzaylı istilası olmadığını ve filmin herhangi bir bağlama illa ki oturacağını vs. varsaymak şart) - sonra tabii haberin devamını okuyor ve filme, yüz yıl boyunca yaşlandırdığı konyaklarıyla övünen bir konyak firmasının sponsor olduğunu öğreniyorsunuz, işte, bunlar tam da zamanımıza uygun hareketler, aydınlanmalardan aydınlanma beğenme çağına hoşgeldiniz, vs. vs. - gel gör ki geleceği biçimlendirmek derken kasıt bu değildi.

Madem haftaya bir takım kolpacılık bahisleriyle başladık, o zaman en gerçek sağlama ortamlarının kitap sayfaları olduğunu ve bir kitabın, denize atılan bir şişenin içinde barınan bir kağıt parçasından daha uzun ömürlü ve direngen bir zaman yolcusu olduğunu anımsatalım - kimi zaman unutuluyor ne yazık ki.

Kitabına da bağlı elbette, ama insanlar okudukça kitaplar kalır.

Yüz yıl sonrasında, yahut öncesinde.

İyi haftalar.


27 Mayıs 2016 Cuma

N-n-n

N-n-n!

Geçenlerde not düşmüştüm, sona kalanlar için tekrar hatırlatayım: IAN Edebiyat'ın Mayıs sayısı, geçmişten bugüne fanzin dosyası ile müthiş; kaçırmayın, alın, okuyun, saklayın; bir örnek dergilerden sıkıldık diye ağlamayın, kendi yayınızı kendiniz yaratın (kolay iş değil, ona göre.) Bu bağlamda geçmişi anımsamak isteyenleri şuraya alalım, şuraya da fanzin derlemesi yapan bir hesap koyalım - Ben en son şurada bol miktarda bağımsız yayına rastladım; paylaşmak istediğiniz bağlantılar vs. olursa bu post'un altına yorumlarınızı beklerim. Belki bir gün, doksanların sonlarında tek kişilik dev kadromla yayınladığım kendi fanzinim ZineK'i de sizlerle paylaşabilirim - henüz hazır değilim.

Man Booker International, bu yıl Han Kang'ın Vejetaryen'ine gitti. Bir bölümüne buradan ulaşabileceğiniz büyük övgü toplayan Vejetaryen, önümüzdeki aylarda April tarafından yayımlanacak. Yakında yayımlanacak olan kitaplardan bahsederken Knausgaard notunu da düşmeyi ihmal etmeyelim: Yeni kitaptan bir bölüm burada. Yayımlanmasını beklediğimiz kitaplardan bölümler bahsini, Nobelli Svetlana Aleksiyeviç'in yeni yayımlanacak kitabının İngilizce edisyonundan bir parçayla kapatalım: İkinci El Zaman.

Geleneksel Taht Oyunları notlarımıza gelelim: Hodor! Üzerine, beşikten mezara kahramanlar. Burada da böyle bir çalışma vardı. (Yazara neden bu kadar çok kişi ölmek zorunda diye sormuşlar, yazar, her insan ölmek zorunda diye yanıtlamış, buyrun.) Gelenek damarını izleyeceksek burada J.K. Rowling'e geçmem gerek aslında; biliyorsunuz, Rowling'in herhangi bir konuda bir demeç verip haber olmadığı bir hafta bile geçmiyor, ben de notunu düşüyorum, son olarak Donald Trump ve ifade özgürlüğü hakkında bir şeyler söylemiş kendisi ama bağlantı vermeyeceğim, zira hem sıkıldım hem de yazarımı biraz daha sessiz, biraz daha gölgede kalan haliyle sevenlerdenim.

Son olarak bir duyuru: Siren'in artık müstakil bir Instagram hesabı var, bizi bulun ve listenize ekleyin... Sonrası belli mi olur, biraz oturduktan, sayımız çoğaldıktan sonra oraya özel kimi güzellikler, sürprizler gelişebilir - haber vermiş olayım: Buradayız, bekleriz. (Hesapta rastladığınız kediler sanat yönetmenimiz Nazlım Dumlu'nun dostları - gördüğünüz gibi kadromuz kalabalık... gerçek kediler ve gerçek kitaplar. Aşağıdaki görselde Ziggy ve Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım.)

İyi tatiller!




26 Mayıs 2016 Perşembe

İthaf



Kendi kitaplarım yayınlanmaya başlamadan önce sadece tanıdığım insanlara hediye olarak aldığım kitaplara ithaf yazısı yazardım. Sonra günün birinde kendimi kitapları kendileri satın almış olan, tanımadığım insanlara ithaf yazısı yazarken buldum. Seri katil ya da kerameti kendinden menkul bir başkası olabilecek bir yabancının kitabına ne yazılır? "Dostlukla" desem yalan olacak; "Hayranlıkla," inandırıcı değil. "En İyi Dileklerimle" fazla babacan; ve "Umarım Kitabımı Seversin!" büyük U'dan ünlem işaretine değin pislik sızdırıyor. Bu yüzden, on sekiz yıl önce kendi tarzımı yarattım; kurmaca kitap ithafları. 

Kitapların kendileri kurmaca iken ithafları neden gerçek olmak zorunda? 

(Neden? Etgar Keret makul bir soru soruyor. Alıntı, Yedi Güzel Yıl'dan; çeviren, elbette ki Avi Pardo. Yedi Güzel Yıl, yazarın kendi yaşantısından kesitler içeren otobiyografik bir yapıt; Keret'i daha yakından tanımak isteyenlere şiddetle tavsiye olunur. Görselde Yoshimoto Nara'nın atarlı çocuklarından biri, kara kara düşünmekte.)

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Semt







Herkesin bir muhiti, bir semti vardır sanıyorum, kendini oralı saydığı, uzaklaşsa da ruhen kopamadığı... Pek çok farklı adreste ikamet etmiş olan blog yazarınızın mesela, oturmuş olsa bile yaşadım diyemeyeceği semtler olduğu gibi, hiç oturmamış olmasına rağmen yaşadığı semtler vardır. Beyoğlu, bu ikinci grupta birincidir; kahır çekmiş, çekilen nice kahırlara usul usul eşlik etmiştir. Burası kaçak çatılara bakarken betonun içinde bitip yanlamasına göğe uzanan çimenleri görerek gülümsemektir, kişisel tarihçeni o mekanın köşesinden bu mekanın kıyısına çizebilmektir, her gün geçtiğin sokaktaki kargacık burgacık duvar yazısını ilk defa okumak, günışığının hangi mevsimde nereye düşeceğini kestirmektir. Beyoğlu, her şeyiyle ve her şeye rağmen yaşayan, soluk alan ve meydan okuyan bir semttir; AVM de kondursalar, dört bir yanı dönerciyle, hamburgerciyle de doldursalar özündeki çeşitliliği bastırmak kolay değildir; o, bizim bir tanemizdir.

Neyse, eğer İstanbul'daysanız, önümüzdeki birkaç gün boyunca BeyoğluFest kapsamında pek çok etkinlik var ve Siren de Beyoğlu odaklı bu dayanışmaya destek veriyor. Festival biletinizle bize uğrayacak olursanız kitaplarımızı birkaç günlüğüne yüzde otuzluk özel fuar indirimimizle temin edebilirsiniz, haber vermiş olalım.

Görselde, birtakım Beyoğlu enstantaneleri...

Bekleriz!




13 Mayıs 2016 Cuma

N-n-n

Hafta boyunca, okuduğunuz kitapların arkalarındaki kahramanlardan birini, Seda Ersavcı'yı tanıttık sizlere. Bahsi kapatıp notlara geçereken ilk duyurumuz, Seda Ersavcı'nın en son yayımlanan çevirisi olsun öyleyse: Öğle Yemekleri. 

Birtakım değişikliklerin damga vurduğu bir haftaydı bu geçtiğimiz. İdefix'in sitesi, Instagram'ın logosu ve tasarımsal bazı nitelikleri değişti; bunlar hususunda fikir belirtecek değilim ama mesela şöyle bir haber var ve insan bazı değişiklikleri ancak algoritmalara yorabiliyor.

Bu ayki IAN Edebiyat, dehşet bir fanzin dosyası hazırlamış. Mondotrasho'dan Laneth'e ve bugüne, yaratıcılığa değil tektipleşmeye bel bağlayan günümüz dergiciliğine inat çeşitlilikleriyle fanzinler, derginin dosya konusu. Derya gibi bir sayı olmuş, oku oku bitmiyor. Gerçi Ahmet Tulgar'ın 'Khlebnikov, Murat Belge ve Ben' başlıklı yazısı, bu sayıyı arşivlik kılmak için yeter de artar bile - altını daha fazla çizmem olası değil sevgili okur: Bu sayıyı alın, okuyun, saklayın. Khlebnikov demişken, işitsel 'tadımlık' için buraya. Kapanış: fütürizmde yeni sayfalar.

Bağlama ihtiyaç duymadan düşülecek not: Nordik filmler gösterimde. Finalde: İçinizdeki kapitalisti dizginleyin! Eğer bu mümkün değilse her şeye fiyat etiketi üzerinden bakmaya devam edin, mesela şuradaki gibi: Game of Thrones ve emlak maliyetleri.

Bu cuma notlar burada biter. Sizleri saygıyla selamlıyorum.

(Görselde Hırdavatçılar Çarşısı, Karaköy.)


12 Mayıs 2016 Perşembe

Her zaman

"Şayet kendini roman yazmaya adıyorsan zamanı ikiye katlamaya da adıyorsun demektir."


Kör olduğumu söylüyorlar ama o da doğru değil: Yalnızca siliniyorum, fakat sizler beni her zaman görebileceksiniz.



Ben yüzü olmayan bir adamım. 


Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğiniz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak. Daha doğrusu: Arkadaşlarla paylaşılan masalardaki iskemleleri boş bırakmak, metaforik olarak değil de gerçek anlamıyla, gerçekten bir iskemleyi boş bırakmak ve arkadaşlarınız için bir boşluğa dönüşmek, çevrenizdeki sessizlik çemberinin spekülasyonlarla dolup genişlemesine izin vermek. İnsanların genel olarak anlamadıkları şu: Kişinin bir hayatı geride bırakmasının nedeni başka bir hayata başlamasıdır.



(Luiselli, Valeria. Kalabalıkta Yüzler. Çeviren: Seda Ersavcı. Çizimler: Seda Ersavcı.)

11 Mayıs 2016 Çarşamba

İpuçları

(Pazartesi günkü Seda Ersavcı sohbetimiz, kaldığı yerden devam ediyor.)

Valeria Luiselli’nin bir sonraki kitabı Dişlerimin Hikayesi’ni de sen Türkçeleştireceksin ve kitap önümüzdeki yılın ilk aylarında okuruyla buluşacak. Luiselli ile tanışmamış okurlara ne demek, bu yazar ve eserleri hakkında ne söylemek, onu nasıl tanıtmak istersin? 

Luiselli için ilk aklıma gelen kelime “şaşırtıcı” sanırım. Heyecan verici ve sürprizli. Oldukça genç bir yazar. 1983, Meksika doğumlu. Çocukluğunu hep başka başka ülkelerde geçirmiş, lisans öğrenimi bile üç ayrı ülkede tamamlamış bir isim. Ve daha şimdiden bol ödüllü! Kurmacayla gerçekliği iç içe geçiren, hatta kurgunun dokusunun gerçekliği değiştirebildiğini gözler önüne seren, edebiyata yeni bir soluk getiren bir yazar Luiselli. Ben bunu hakikatle didişmek olarak tanımlıyorum. Bir şekilde hayata ve ölüme meydan okumak olarak görüyorum. Zaten bana en çarpıcı gelen yanlarından biri de tam olarak bu sanıyorum. Öte yandan Luiselli’nin bir hiciv ustası olduğunu da düşünüyorum. Belki bunun Dişlerimin Hikâyesi’nde bir nebze daha ön plana çıktığını söyleyebilirim. Bir de Dişlerimin Hikâyesi’nde de Kalabalıkta Yüzler’deki gibi yine pek çok çarpıcı isimle karşılaşacağımızın ipucunu verebilirim. Proust, Unamuno, Marilyn Monroe, Virginia Woolf gibi isimler bize satırların arasından göz kırpıyor olacak…

Son soru İspanyolca edebiyatla ilgilenen okurlar için gelsin: Bize, bu alanda belli başlı isimler bir yana, kimleri muhakkak okumamızı, kimleri gözden kaçırmamamızı tavsiye edersin? 

Belli başlı isimlerden sadece iki tanesinin adını geçireyim o halde: Cervantes ve Borges. Onlar olmasa İspanyolca edebiyat bugünkü halini alamazdı şüphesiz. Şahsen kafayı taktığım diğer
isimlere gelecek olursak: Javier Marías. Büyülü geliyor bana. Gerçek bir dil ve kurgu ustası olduğunu düşünüyorum. Beni gerçekten heyecanlandırıyor, ağlatıyor, güldürüyor. Enrique Vila-Matas. Tuhaf bir deliliği, çarpıcı bir zekâsı olduğunu düşünüyorum. Iskalanmaması gereken isimler arasında yer alıyor benim gözümde. Deliliğin sınırlarında gezinen, “ölçüsüz” olarak tanımlayabileceğim
bir edebiyat anlayışı olan bir diğer isim Juan Carlos Onetti. Sanırım ister yalın bir dille olsun, ister kurgunun sınırlarını zorlayarak, hayata kafa tutan isimleri seviyorum ben. Hayatı olduğu gibi aktarırken bile hayata kafa tutanları… Latin Amerika Edebiyatı’nın genel eğilimin biraz bu olduğunu düşünüyorum. Kurgunun yanı sıra kurgu dışı eserleriyle de zihin açıcı olduğunu düşündüğüm Ernesto
Sabato var mesela sevdiklerim arasında. Daha genç kuşak isimlerden ise Alejandro Zambra’yı ve Emiliano Monge’yi dikkate değer buluyorum. İnsanı yüzleşmeye iten isimler hepsi. Son olarak, artık klasik diye tanımlayabileceğimiz diğer bir isim olan Roberto Bolaño’yu da es geçmemeli tabii ki.

(Görselde Seda Ersavcı'nın Türkçesiyle Kalabalıkta Yüzler ve yine onun elinden çıkma mini kitap maketleri. Ersavcı'nın çevirilerini burada bulabilirsiniz.)