3 Mayıs 2008 Cumartesi

VE İŞİMİZ BİTTİ

Çalışmayı seviyor musunuz gerçekten? Hafta sonlarını iple çekmiyor musunuz?

Yoksa günün birinde her şeyi geride bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme hayalleri kurmadınız mı hiç?

Acaba durmaksızın koşuşturduğunuz çalışma hayatı sizi sinir krizinin eşiğine mi getirdi? Güvenlik kameraları ve seri numaraları her hareketinizi gerçekten izliyor olabilir mi?

Kriz çıktığında ilk gönderileceklerden olmak korkutur mu peki sizi?

Bu şartlarda çalışmak modern bir intihar yöntemi mi?

Ya da girişimci kapitalist sistem eninde sonunda sizlere girişiyor olabilir mi?

Ağaçların Tepesinde Yükseklerde

Burada olmaktan ve yeni koltuktan nefret ediyorum, bu yüzden bütün yastıkları yere atıyorum, sonra da ayağa kalkıyor ve koltuğu sertçe tekmeliyorum. Tekme parmaklarımı acıtıyor. Acımalarını durdurmak için yere oturup parmaklarımı sıkmak zorundayım ama o kadar acıyorlar ki, gözlerim yanıyor.

Ağlamak istemiyorum.

Bu çok çirkin bir koltuk! diye bağırıyorum Cass’e. Kahverengi koltuktan kalkıyor.

Bu benim hatam değil, Sebby, diyor. Beni kaldırmaya çalışıyor, öne doğru eğiliyor, beni hareket ettiremesin diye kendimi ağırlaştırıyorum. Artık ağlıyorum. Cass beni bırakıyor. Yerde yanıma oturuyor. Sakin ol, diyor Cass, lütfen. Annemin kitabı nerede? diye soruyorum. Ne? diye soruyor Cass. Annemin Gece Korusu isimli kitabı, diyorum. Çekmecede değil. Sesim nezleymişim gibi çıkıyor, çünkü ağlıyorum.

Ah, diyor Cass, ben onu sadece ödünç aldım, Sebby, söz veriyorum yerine koyacağım. Ama nerede? diye soruyorum ona yine. Cass elini omzuma koyuyor. Onun elini itiyorum. Yukarıda odamda, diyor Cass. Hayır, diyorum. Ağlıyorum, konuşmak çok zor. Senin her şeye dokunmaman gerekiyor, diyorum. Gözlüklerimi çıkarıyor ve ona atıyorum. Seni anlamıyorum, diyor Cass. Sebby, lütfen.

Yere yatıyor ve ağlıyorum. Burada olmak istemiyorum, her şeyin doğru yerde olması için etrafa bakmak istemiyorum artık. Hiçbir şey doğru değil. Zaman hiçbir şeye, hiç kimseye acımıyor. Annemin resmini kaybettim, artık gitti o.

(Kiara Brinkman; çeviren: İrem Mirzai)

1 Nisan 2008 Salı

Al Gore ve Tükenen Dünya

Amerika eski başkan yardımcısı, halen Google ve Apple’da yöneticilik yapmakta olan Al Gore, 2007 yılında çevreye yönelik yirmi yılı aşkın çalışmalarından ötürü Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Nobel Barış Ödülü’nün küresel iklim değişikliğine yönelik araştırmaları adına Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ve Al Gore’a verilmesi bir dönüm noktasına işaret ediyor. Önceleri pek dikkate alınmayan ancak varlığı yadsınamayacak küresel çevre krizi ve iklim değişikliği sorununun böylesi bir gündem yaratması hem karşı karşıya olduğumuz tehlikenin ciddiyetini belirtmek hem de buna yönelik toplumsal sorumluluk ve bilinci geliştirmek açısından umut verici. Al Gore'un kitabı Tükenen Dünya, bizlerin karşı karşıya olduğu çevresel krizi anlamak ve önlemek için önem arz ettiği gibi, küresel iklim değişikliğine dair günümüzde her bireyin farkındalıkla yükümlü olduğu veri ve çözüm önerileri içeriyor. Bu kitabı basarken amacımız, varlığı yadsınamaz küresel bir krize yönelik olarak Türkiye’de yerel ve toplumsal bir bilinç oluşmasını sağlamaktır. Bu krizi dillendiren figürün tüm dünyaca tanınan ve kendini bu sorunun çözümlenmesine adamış bir siyasetçi olması, ayrıca bu çabalarından ötürü Nobel gibi bir ödüle layık bulunarak takdir görmüş olması, krizin öneminin anlaşılması ve gerekli adımların atılması konusunda çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.Hali hazırda çeşitli yerel sorunlarla mücadele edilen Türkiye’de, toplumun küresel bazda etkili iklim değişikliği ve çevre krizine yönelik bilinçlendirilmesinin elzem ve acil olduğu düşüncesindeyiz. Küresel çevre krizi ve iklim değişikliği Türkiye’de yerel anlamda duyurulmayı gerektiriyor. Bu kitapla amacımız Türk toplumunu küresel önem arz eden bu duruma dair çalışmalardan haberdar etmek ve çözüm sürecine ortak olabileceği bir bilinç ve sorumluluk ortamı yaratabilmek.

Tükenen Dünya, karmaşık ve çok kollu gelişen bu küresel çevresel krizi, basit ve anlaşılır bir dille, dünyamızın geçmişini ve medeniyetin gelişimini de göz önünde bulundurarak anlatıyor ve doğabilecek korkunç sonuçları önlemede önemli bir misyon üstleniyor.

Aşk Cumhuriyeti ve Suyun Dibine Mahkum Denizkızı

Aşk Cumhuriyeti, Pulitzer ödüllü yazar Carol Shields’in aile, ilişkiler, bağlılık ve modern dünyada aşkı sorgulayışını konu alan bir roman. Shields, Amerikan edebiyatının önde gelen isimlerinden biri; 2003 yılında göğüs kanserine yenik düştüğünde ardında Aşk Cumhuriyeti de dahil olmak üzere yoğun ilgi görmüş pek çok kitap bırakmış.

Aşk Cumhuriyeti’nin ana karakterlerinden Fay, otuzlu yaşlarının ortasında, iki kişilik bir mutluluğun olanaksızlığına ikna olduğu noktada tıpkı kendisi gibi gönül meselelerinde başarısız olmuş, yapayalnız bir erkek olan Tom’la tanışır ve bu tanışma karakterleri romanın temelini oluşturacak, aşkı ve tüm olasılıklarını sorgulatacak bir maceranın kalbine gönderir.

Bireyselliğin ön planda olduğu çağımızda aşk iki kişilik bir evren kurabilmek için yeterli mi peki?

Romanın ana karakterlerinden Fay denizkızlarını araştıran bir halkbilimci. Aşkı sorgulayan bir romanda kadın karakterin perspektifinden olumlu bir denizkızı referansıyla karşılaşmak şaşırtıcı neredeyse... Denizkızlarının şaibeli bir konumu var mitolojiye bakıldığında; yarı kadın yarı balık morfolojisine sahip bu canlılar pek çok denizcinin mahvına sebebiyet vermekle suçlanıyor. Andersen’in Hollywood animasyonlarına da konu olan ünlü masalı Küçük Denizkızı örneğin; sular altında yaşayan bir denizkızının ölümlü bir erkeğe duyduğu mahvedici ve imkânsız aşkı konu alır. Bir çift bacak edinebilmek için şarkısından vazgeçen denizkızı masalın sonunda hüsrana uğrayacak, âşık olduğu prensle hiçbir zaman mutlu bir beraberlik yaşayamayacaktır.

Suyun altında yaşamaya mahkûm bir kadın imgesi epey olumsuz, ancak kadınsı özellikleri ne denli ağır basarsa bassın denizkızlarını dişi olarak nitelemek de oldukça sorunlu. Kendini tam olarak var edememiş bir dişiliğin hayvansı ve tuhaf bir morfolojiyle bütünleştiği nokta, tüm anlatıların temelinde yatan ve bu yaratıklara atfedilen tehlike algısını da doğruluyor. Üst vücudu neredeyse pornografik denebilecek bir gözle imgelenmiş bu yaratıklara atfedilmiş yarım dişilik halini sarmalayan tehlike çemberi epey düşündürücü.

Marjinal –suyun altında- ve yarım bir kadın bu denli korkutucuysa eğer… Ötesi tartışmaya açık.

Felç edilmiş bir kadın imgesi olarak algılandığında, denizkızlarına atfedilen tehlike halesi de oldukça ilginç…

Aşk Cumhuriyeti’ne dönersek… Fay ve Tom’un, yani romanın aşk arayışında olan ana karakterlerinin sorguladığı, savaştığı, itiştiği yegâne kavram; yalnızlık...

Yalnızlığın gölgesi koyu elbette… Küçük denizkızının seçimi ise iç burkucu…

Fay ve Tom’un yalnızlık karşısında seçimleri ise, belki de denizkızının seçiminden çok daha sarsıcı.

İçinde yaşadığımız çağda aşk ne anlama geliyor? Yalnızlık karşısında duyulan dehşetin bir tezahürü mü yoksa bellediğimiz, inandığımız, tükettiğimiz bir esrime halinin uzantısı mı?

8 Şubat 2008 Cuma

aşkın tüm halleri

Mektup yazmak, iletişimin elektronik mecralara taşındığı günümüzde neredeyse unutulmuş bir uğraş.

Aşk mektubu yazmak, yani kişinin arzu nesnesine duygularını kağıt üzerinde silinmez bir kayıt olarak açık etme durumu ise sms, elektronik posta ve telefon aracılığıyla iletişimin son derece anlık ve gelgeç yaşandığı çağımızda sıradışı bir gayret ve özene işaret ediyor sanki.

Üç Harfli Kelime: Aşk, unutulmuş bir geleneği canlandırmaktan öte, çağdaş yazarların kaleminden günümüzde aşkı yansıtan mektuplar içeriyor. Pazarlanmasına alışkın olduğumuz gürül gürül romantik bir aşk fikrinden ziyade, daha gerçek, daha bireysel ve daha kapsamlı bir aşk bahis konusu olan. Kitap Mars’ın Dünya’ya yazdığı hiddet ve tutku dolu -Jonathan Lethem imzalı- mektupla açılıyor ve Francine Prose’un Kafka’ya sevgilisinin ağzından yazdığı metinden, Hari Kunzru’nun yürek burkan, yasaklar altındaki aşk mektubuna, Neil Gaiman’ın kurmaca pandomim sanatçısının takıntı haline getirdiği genç kadına yazdığı mektuba, Leonard Cohen’in kısa ve dokunaklı, kıskançlık ve tereddüt yüklü notuna değin uzanan katmanlı bir deste sunuyor okura. Üç harfli bir kelime sadece… Ama tanımları sonsuz, alt metinleri yüklü ve çağrışımları girift. Yazılanın ötesinde, yazılamamış, ifade edilememiş, belki de göz ardı edilip zamanın çarkında öğütülmüş tüm kelimelere karşı yükselen bir ağıt…

Karında kelebekler, kırmızı güller, kalp şekli çikolatalar değil de daha gerçek, daha can yakıcı, kimi zaman komik ve ironik, kimi zaman mesafeli, kimi zaman da aldırmazlık kalkanı altında; aşkı basite indirgeyen, kurallar çerçevesinde yaşanmasını şart koşan zihniyete karşı bir duruş içeriyor Üç Harfli Kelime: Aşk.

Üç Harfli Kelime: AŞK

‘‘Sevgilim,

Bu mektuba, bir karşılaşmanın önsözüne, resmi bir biçimde, bir açıklamayla, eski usulle başlayalım: Seni seviyorum… Bir daha söylüyorum: Seni seviyorum… Seni ilk gördüğümde dansçı olduğunu sandım, hâlâ da bir dansçı vücuduna sahip olduğunu düşünüyorum. Daha hiç konuşmadan, gülümseyişinden yabancı olduğunu anladım. Benim ülkemde kesik kesik gülümseriz; güneşin bulutların arasından yüzünü çıkarıp tarlaları aydınlattıktan sonra hemen geri çekilmesi gibi. Burada gülümseme değerli ve nadir bir şeydir. Ancak sen hep gülümsüyordun; gördüğün her şey seni mutlu ediyormuş gibi. Beni ilk gördüğünde gülümsedin, daha güzel güldü gözlerin. Sen güldün ve ben kayboldum; bir ormana düşmüş, evinin yolunu bir daha hiç bulamayacak bir çocuk gibi...’’ - Neil Gaiman

‘‘Derler ki, insan âşık olduğunda, gündelik dünyanın yanında ilerleyen yeni bir paralel evrene girermiş. Başka hiç kimsenin giremeyeceği küçük bir evrenmiş bu; iki kişilik bir ülke, özel, fanus gibi korunaklı, hiç bitmeyen bir esprinin içinde yaşarmışçasına mutlu. Ama bence bu doğru değil. Bence gerçek evren, aşk bitince patlayarak saçılan tehlike; insanın dünyası yıkılıp tutunacak bir dalı kalmadığında ortaya çıkan gerçeklik. Ben şimdi bu gerçekliğin içindeyim. ’’ - Douglas Coupland

‘‘Bu kadar çabuk yazmanın en kötü tarafı, yazacak hiçbir şey olmaması - bir yandan da çok şey olması! Tek bir gecenin ardından bütün coğrafyamı altüst ettin. Metroda eve dönerken bile hissettim bunu; yolcular büyüleyici görünüyor, içimi sızlatan dokunaklı öyküler anlatacak gibi duruyorlardı. Bana baktılar hep, biliyor musun? Üstüm başım biraz dağınıktı tabii (senin suçun!) ama bunun dikkat çektiğini düşünmüyorum. Başka bir halim vardı. Tatminle, insanı isyan ettiren bir kendinden memnuniyetle dolup taşıyordum. Kendimle karşılaştırdığımda sefil haldeydi diğer yolcular. Renkler bile değişmişti. ’’ – Lionel Shriver

‘‘Sensiz üşüyorum Jean. Sende benim dengemi bozan ne varsa, onu istiyorum şimdi.’’ – Peter Behrens

7 Ocak 2008 Pazartesi

Foxfire'dan Can Ateşi'ne...


‘‘Bizi birbirimize bağlayan en derindeki şeyleri hissedemeyiz. O şeyler bizden kopartılıp alınmadıkları sürece.’’


Can Ateşi tokat gibi bir roman… Ergenliğe, kadınlığa, gençliğe, çocukluğa, dostluğa, büyük düzensizliklere ve dar bir dünyada gururlu bir yaşama uğraşına dair.


Amerikalı ünlü yazar Joyce Carol Oates, romanın kendi yaşantısına paraleller taşıdığını söylüyor. Oates da, tıpkı romanın anlatıcısı, CAN ATEŞİ’nin tarihçisi Maddy gibi ekonomik sıkıntılar içinde geçen bir çocukluğun ardından, 14 yaşında bir daktilo edinerek yazı yazmanın sihrine kapılmış ve onu National Book Award, Heideman, Bram Stoker, Boston Book Review ve Prix Femina Etranger gibi sayısız ödülle buluşturacak, Nobel tahminlerinde adının zaman zaman anılmasına da yol açacak yazı serüvenine atılmış.


Yüze yakın eseri olan Joyce Carol Oates, lirik bir realizmle kaleme aldığı Can Ateşi’ni mitolojik bir anlatıymış gibi kurguladığını söylüyor. Oates bu kurguda iki önemli imgeden yola çıkmış: YILDIRIM adı verilen, kızların pazarlık ede ede alıp boyadıkları Dodge marka araba ile gecenin içinde damdan dama uçarcasına koşan Kaltak Sadovsky."



Kaltak Sadovsky, neredeyse mitolojik özelliklere sahip bir karakter. Cesareti, gözü karalığı, asiliği ve doğru bildiği değerlere olan inancı, yükseklik tutkusu, delice heyecanları ve coşkularıyla içinde yaşadığı dünya tarafından kirletilmeyi reddeden, ham bir yaşama sevinciyle kendi doğrularından ödün vermeyen, güçlü bir karakter. Can Ateşi’nin oldukça başarısız olduğu söylenebilecek Hollywood uyarlamasında Kaltak rolünde (Legs Sadovsky) arıza kadın rollerinin gişe garantili figürü Angelina Jolie’yle karşılaşıyoruz. 1996 yılında çekilen 1950’lerde geçen hikayenin romandan oldukça bağımsız bir biçimde 1990’lara uyarlandığı filmde, Angelina Jolie yine başka bir edebiyat uyarlaması olan, Girl Interrupted (Türkiye’de Aklım Karıştı adıyla gösterilmiş) filmindeki rolünü oynamış neredeyse.


Romanda anlatıldığı gibi cesur, idealist ve peşine takılıp o nereye giderse oraya gidebileceğiniz sağlam bir karakterden ziyade, aklı karışık, asabı bozuk, arızalı bir kız çocuğu… Gerçi 1990’lara uyarlanan bir hikâyede herhangi birini idealist ve korkusuz olarak kurgulamak zamanın ruhuna aykırı kaçacak, 1990’ların o kayıp, neredeyse boşlukta asılı duran liminal havasına ihanet olacaktır, o ayrı… Foxfire filmi Oates’un anlatısından yola çıkarak romanla pek de ilgisi olmayan bambaşka bir öyküyü bambaşka bir zaman dilimi içerisinde anlatmış.


Can Ateşi demişken… Orijinal adı Foxfire'ı böldüğümüzde ‘Tilki Ateşi’ gibi bir ifadeyle karşılaşıyoruz; Amerikan argosunda genç ve güzel kadınlara ‘fox’ yani tilki dendiği de biliniyor. Kitabın adına dair araştırma yaparken foxfire teriminin aslında bazı mantar çeşitlerinin hastalıklı ağaç diplerinde büyümeleri halinde karanlıkta saçtıkları yeşilimsi, soğuk bir ışığı betimlemek için kullanıldığına dair bir veriyle karşılaştık. Karanlık bir gecede bir ormanın içinde yemyeşil parlayarak ışık saçan bir ağaç düşünün!


Mark Twain’in Huckleberry Finn’inde Tom Sawyer ve Huck Finn bu ışığı bir tünel kazarken kullanmışlar. Wikipedia kaynaklı bilgiler, İsveçli tarihçi Olaus Magnus’un 1652’de İskandinavya’nın kuzeyinde insanların bu ışığı ormanda yollarını bulmak için kullandıklarını belgelediği yönünde. 1. Dünya Savaşı’nda askerler miğferlerine bu ışık saçan mantarla kaynaşmış ağaç kabuğu parçaları iliştirerek karanlıkta yol alırlarmış. Eski Yunan, Roma ve Hint metinlerinde de böyle bir orman ışığına dair anlatılar mevcut. Ben hayal meyal ‘şeytan’ ya da ‘cin ateşi’ adı verilen bir fenomene dair bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum ancak bu konuda bulabildiğim kaynaklar Türkçede halk dilinde böyle bir terimin varlığını henüz doğrulamış değil. Milliyet Gazetesinin bir haberi bu fenomeni konu almış, ancak doğaüstü birtakım varlıkları ima etmiş bu arada...


Biyolojik bir fenomene verilmiş bu şiirsel adı, organik bir ışık olduğu düşüncesi ve ‘foxfire’ teriminden fazla uzaklaşmama kaygısıyla bahsettiğimiz kaynakların ışığında ‘Can Ateşi’ olarak Türkçeye uyarladık.



27 Aralık 2007 Perşembe

Peter Crumb ve Katilin Yedi Günü

Benim adım Crumb, “Ciğeri beş para etmez demek” sizin dilinizde. Para ederdi bir zamanlar, Soylu kediler ayaklarıma kapandığında. Ama ben çoktan kapasam da o sayfayı, Lanetli hatıralar bırakmaz peşimi. İzimi sürerler şehrin karanlık sokaklarında, Vahşetin, gaddarlığın tramvayını ben sürdüğümde. Geçmişimdeki trajedi beni derinden kazıdı, Ama yarım adam yapmadı. Mitoz bölünen kişiliğim dar alanlarda kısa paslaşıyor. Yedi günlük karanlık serüvenimde bir fark yaratmak amaçlanıyor. Serüvenim, seri cinayetlerim, hepsi benim. Sorgulayan vicdanım, vidalanmış kalbim. Ayık olduğum zaman, delirmediğim zaman sorarım kendime, İçinde bulunduğum hâlin asıl nedeni ne diye. Sonra bileğimdeki son model barkod gözüme ilişir. Ve iç çelişkileri silinir. Şok olmam gerekirken olmam. Koymam başımı ellerimin arasına. Ve sızlanmam. Çünkü rafta duran ürünün duyguları yoktur. Tadı benim kadar acı olsa da tüketilmek için vardır. Evet, beni galiba siz yarattınız. Ben de bu toplumun bir parçasıysam, beni sahipleniniz. Beni mazur görünüz diyemem ama, Anlamaya çalışınız. Kavrayacaksınız içinizde bir yerlerde beni. Ama lütfen olmayınız senli benli. Beni görürseniz selam vermeyiniz. Görmemezlikten geliniz. Çünkü benim buralarda işim bitti. Yedi gün tükendi.
Burak Burhan